Okumaya dalmışken,
uykuya geçmiş; uykudan rüyaya düşmüş,
rüyadaki avuntuya tutunmuş,
gerçeğine çok küs bir düşünce.
Dönüyor döndükçe, deviniyor kıpır kıpır.
Huysuz ve huzursuz. Çabalıyor.
Yakalayabilecekmiş gibi.
Zaman'ı
ve
seni...
Mey
28 Eylül 2016 Çarşamba
Cüneyd...
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
Asaf Halet Çelebi
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
Asaf Halet Çelebi
25 Eylül 2016 Pazar
Hiçledikçe Hepleşen Bir Yolda Yürümeye Dair...
Bir çırpıda söyleyiverişime şaşırmıştım. Hani, hep biri
sorsun diye bekletilmiş bir cevabı taşımaktan yorgun düşmüşler gibi
döküvermiştim eteğimde ne var ne yok. Günlerden bir gün, anlardan bir an. Tasarlanmamış,
hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de
ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti.
Kış mıydı, kış sonu mu o bile çıkmış şimdi aklımdan. Kardan söz
ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki soğuktan da yakınmışımdır. Soğuğu
sevmeyen ellerimden söz ettiğimi sanmıyorum. Laf lafı açmıştı belki de diye
düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Bahane arayışım yakalanıveriyor, kendime
yalandan haz etmeyen zihnime. Öylesi bir lafı açacak başka bir söz mü var ki,
diye çıkışıveriyorum. Kaçmaya, olmadı kendini kurtarmaya meyletmiş yanım
siniyor akla saygısından. Hatırladıkça ağzımdan çıkanı, utanacak bir yanım var.
Var ve bu iyi mi, kötü mü bilemiyorum. İşi utancından utanmaya götürecek kadar
da gaddarlaşabilirim kendime.
Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş
sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma
gelmemişti. Bunun sonu hiç iyi yerlere varmayacak diye düşünmüştüm akabinde ya,
bunun sonunun hiç’e varacağı aklıma gelmemişti. Vakit kaybetmeden inkâr etsem,
iyiydi. O kadar değildim yazık ki. Ne kadar olduğumu öğrenmek varmış meğer
ağzımdan çıkanın önümde açtığı yolu yürümenin beraberinde. Neyse ki, “ yol
yürüyüş öğretir “. Ve yine: neyse ki,
hiçledikçe hepleşen bir yolu yürüme becerisi, sahip olunduğunun farkında
olunmayan bir yeti olarak kendini gösterdiğinde teselliye dönüşür.
Bahar mıydı, bahar sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bir çiçekten
– ihtimal ki, kırmızı – söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki ömrünün
kısalığından da yakınmışımdır. İçimde bir yerde iflah olmaz bir yaramazlık
uyandırdığından söz ettiğimi sanmıyorum. Bir şekilde beni söylemeye tahrik
etmişti belki de diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Yakışıyor mu sana
böyle düşünmek, azarı gecikmeden yok kılıyor başından patlak can simidini. Bir kalp,
batmasını da bilmeli.
Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş
sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma
gelmemişti. İksirini gerçeğe değiş tokuş etmiş bir yolun dikenli zemini ise
aklımın ucundan geçmemişti.
Yaz mıydı, yaz sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bulut izinden
söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki maviyi delişinin dehşetli
imgesinden yakınmışımdır. O bulutun tam da o izinin bendeki devamından söz
ettiğimi sanmıyorum. Rüyaya firar etmişimdir de, ondandır belki diye
düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. O çok akıllı yanımdan itiraz gelmiyor.
Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş
sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma
gelmemişti. Dili öğrendin mi, acıyı da anlarsın diyen filozoftan esinlenmiş;
yolu öğrenmenin yürüyüşü anlaşılır kılıp kılmayacağını merak etmiştim.
Hazan mıydı, hazan’ın sonu mu o bile çıkmış aklımdan.
Ağzımdan çıkmadan ölmeye ahdetmiş söz, o söz kalmış aklımda…
Mey
22 Eylül 2016 Perşembe
Yolda...
Zamanı gelmişti. Uzanıp önce yolcu koltuğuna ait güneşliği
indirdi, ardından kendi tarafındakini. Bunu yaparken, yolcu koltuğunda oturan,
kapalı gözlerini güneş gözlüğünün ardına gizleyerek uyumakta olana bakmamıştı
bile. Saat henüz erken olsa da, İncek yolundan Gölbaşı’na döner dönmez, araca
önden vuran güneş ışığı oldukça güçlüydü. Uyuyan uyusundu, güneş yüzüne vurur da, uyanır
endişesiyle hızlı davranmıştı. Kendinden memnun gülümsedi. Arkada oturan
öğrencilerin sabah mahmurluğundan kaynaklanan sessizlikleri de iyiydi. Saate
baktı, okula tam zamanında ulaşacaklarını düşündü. Hızını azalttı. Uyuyan uyusundu
az daha.
Uyumuyordum oysa. Beni ve öğrencileri her sabah okula
ulaştıran servisin şoförü, güneş yüzümü yalar yalamaz uzanıp gölgeliği
indirerek, kendince, beni korumaya aldığında kapalı gözlerimin gizleyeceğini
umduğum güçlü bir merakla beklemekteydim. Tam o anı. Bir süredir her sabah tam
o anı. Acaba bu sabah da yapacak mı?
Her sabah yapmıştı. İncelikle ve doğallıkla. Sabahları
yanındaki koltuğa yerleşirken yarım ağızla söylenen günaydın’ların
yapmacıklığından incinmeden yapmıştı üstelik. Oturur oturmaz kulaklığından
yayılan müziğe ve kapattığı gözlerinin arkasına saklanışını abes bulmadan
yapmıştı.
Okul servisi kenti ardında bırakır bırakmaz, daha bir iki
yıl öncesine kadar tarım arazisi olan alanda mantar gibi bitmiş inşaatların
çirkinliğine katlanamadığım için yumuyordum gözlerimi biraz. Biraz da, yarım
kalmış bir düşü olur da yakalarsam telaşıyla. Kiminde içimin geçtiği oluyordu,
kiminde de beni çoktan bırakıp gitmiş düşe kurguyla ek yaptığım. Müziğin
zihnimi okşayışını, kurguya el verişinin gücünü enikonu duyuyordum gözlerim
kapalı olduğunda. O ilk sabahı anımsıyorum şimdi. Güneşin yüzüme vuruşuyla,
şoförümüzün benden yana ani hareketini duyumsayarak gözlerimi hafifçe
aralayışımı. Onun güneşliği indirişindeki, unutmuşuz deme ki böyle şeyleri, diğerkâmlığı.
Kendinden önce beni korumaya alışındaki “ çok insanca “ bir güdünün
belirginliğinin beni ne denli şaşırttığını. Sevinmiştim de. Ertesi sabaha kadar
aklıma gelmeyen ama servise biner binmez, önceki gün olanın yinelenip yinelenmeyeceğine
ilişkin merakın beni uykudan da, düşten de alıkoymasına şaşırışım da cabasıydı.
Her sabah yapmıştı. Düşünmeden, planlamadan, incelikle ve
doğallıkla. Uyuyana, su içene dokunulmaz bizde, diyecekti belki soran olsa.
Uyumuyordum oysa. Araç, İncek yolundan Gölbaşı’na döner
dönmez, dün sabah olduğu gibi, soluğumu tutup bekledim. Güneş parladı. O, uzandı. Gölgelik indi.
Gözlerim hala kapalıyken, tebessümün içimde büyüyüşünü izledim sessizce.
Arkadaki öğrencilerden biri hafifçe öksürdü. Servis, öncekine oranla daha az
hızla okula doğru ilerlerken, kaç gündür aklımdan geçirdiğim cümleyi bu sabah
söyleyebilirim belki diye düşündüm: Anadolu kokuyorsun Sadık bey!
Belki de yarın söylerim…
Mey
8 Eylül 2016 Perşembe
Akşam Kokusu...
Çatlatıp duvarlarını,
ciğerine sızıyor içine düş doldurulmuş bir koku.
Akşamda ve boynunda. Bir tuzak hayalin...
Mey
ciğerine sızıyor içine düş doldurulmuş bir koku.
Akşamda ve boynunda. Bir tuzak hayalin...
Mey
4 Eylül 2016 Pazar
Sahafta...
Adı Melek olmasına Melek’ti ya, aslında meleğe benzer bir
yanı yoktu. Tabii, tam burada bir melek neye benzer sorusu yerinde olabilir,
ama peşin peşin söyleyeyim; soruyu üstüne alınıp cevap verme zahmetine girecek
birinin olacağı pek akla yakın olmadığından susun sustuğunuz yerde. Bir meleğin
gerçekte neye benzediğinden önemli olan, adı Melek olan kahramanımızın
görüntüsünün adıyla uyumsuzluğu, bunda anlaşalım. Tek sorunumuz bu da değil. Hikâyenin
diğer kahramanı olan İhsan’ın bünyesinde insana “ ihsan” gibi görünecek
herhangi bir şey taşımıyor oluşu da duruyor hikâyemizin girişinde kendini
göstere göstere.
Meleğe benzemeyen Melek ile insanın ihsan sözcüğü ile
bağdaştırmakta epeyce zorlandığı İhsan, bir araya gelmelerinin insana pek de
mantıklı gelmeyeceği bir yerde karşılaştılar. Bir sahafta. İhsan, sahafın,
oldukça az insan uğradığı için boşluğu kıyıda köşede kalmış şiir kitapları ve Fransız
düşünürlerinin aforizmayı andıran cümlelerini okumakla doldurduğu, dükkânına
KPSS hazırlık kitabı sormak için girmişti. Ölmüş eşinden kalma dul maaşının
artık oğlunun çay ve sigara masraflarını karşılayamaz hale geldiğini kesin bir
dille bildiren annesinin zorlamasına; bir memuriyete kapağı atacağı konusunda
garanti vererek göğüs geren İhsan’ı, beş seçeneğe indirgenmiş yeterlilik
imtihanına hazırlanmaya niyet etmişliği sürüklemişti bu aradığını bulma
ihtimali olmayan sahaf dükkânına. Görece
kısa sürmüş iş deneyimi, özel sektörün asgari ücret karşılığında insanın
kemiğindeki iliği çekip aldığı fikrine ulaşmasını kolaylaştırmış ve bu konuda
kahvedeki arkadaşlarına uzun süren nutuklar atabileceği bir bilmişliği, iki
batak partisi arasını doldurmakta kullanmasını sağlamıştı. Mahallenin tek
kıraathanesinin sahibi Mesut abinin de cesaretlenmesiyle, KPSS’nin kendisini iş
güç sahibi yapacağına inanmış ve soluğu aradığını aslında aramaması gereken bu
sahafta almıştı. Dükkânın kapısını itmesiyle işittiği çan sesiyle gelişini
haber alan sahafın okuduğu kitaptan başını kaldırmamak suretiyle istifini
bozmamış olması garip geldiyse de, buraların âdeti bu herhalde düşüncesiyle
usulca ilerledi rafların gözünü korkutan kitap kalabalığı arasından. Dışarıdan
içeri süzülen güneş ışığının tozu görünür hale getirdiği kitaplara baktı
şaşkınca. Kendisine ne aradığını sorma zahmetine katlanmayan dükkân sahibinin
genişliğine anlam veremeden ilk aklına geleni yaptı. Boğazında rahatsızlık
veren bir gıcık varmış gibi öksürdü, dikkat çekme amacıyla. Sahaf başını
kaldırıp baktıysa da, ne istediğini sormadan kitabına döndü. İlgiyi üzerine
çekemediğini kabul eden İhsan, çıkıp gitmekle aradığını kendi başına bulma
arasında kararsız kaldı bir süre. Ne yapacağını bilemediğinden, hemen yanında
duran raftan bir kitabı çekip aldı: Niteliksiz Adam, ikinci cilt. Evirdi
çevirdi, kapağını açtı. İçindeki yazıya göz attı. Elinde tuttuğunun ihtiyacı
olan olmadığı besbelliydi, yine de hemen yerine koymak istemedi. Sahafın göz
ucuyla kendisini süzdüğünden emin, bir iki sayfa daha çevirdi.
İzlendiği doğruydu. Ama izleyen elindeki De Ki İşte’ye dalıp
gitmiş olan sahaf değildi. İhsan’ın boğazından çıkan sesi işitir işitmez,
peşine düştüğü örümceği unutan Melek bir koşu gelmiş, başını hafifçe uzatıp
İhsan’ı izlemeye başlamıştı. Kendisi dâhil, hiç kimse için hiçbir zaman bir
lütuf olamayacak İhsan’ın dükkâna gelen diğer müşterilere benzemediğini bir
bakışta anlamış olmalıydı. Beş para etmez bir serseri, diye düşünmüştü belki
de. Yine de adamda Melek’in dikkat kesilmesine neden olan bir yan olmalıydı.
Belki yaydığı koku, belki pejmürdeliğiydi İhsan’ın Melek’e örümcekten daha ilgi
çekici görünmesini sağlayan. Adamın kitabı elinde tutuşundaki bir şeyin Melek
için tanıdık oluşunun açıklaması, hikâyenin sırrı. Tabii şimdilik.
Bu sırada sahaf;
“ İnsan, eninde sonunda, ancak kendi kurdunu besler…” cümlesini okuduktan sonra bir an için
gözlerini kapayıp açtı. Hikâyeye sorsanız, aklına Melek gelmiştir derdi. Ne
düşündüyse, sonunda müşterisiyle ilgilenmeye karar vermişti. Oturduğu yerden
doğruldu, İhsan’a seslendi: Aradığın özel bir kitap var mı, diye sordu. Kendi
haline bırakılmışlığına alışmış olan İhsan şaşkınlıkla döndü sahaftan yana.
Elindeki kitabı ne yapacağını bilemez gibi bir hali vardı. Adama doğru bir iki
adım attı. Durdu. Dönüp kitabı aldığı rafa bıraktı aceleyle, Melek’in usulca
yaklaştığını fark edemedi. KPSS, dedi çekinerek. KPSS kitabı arıyordum abi ben.
Karşısındakinin yüzünü yalayan öfkeye anlam verecek durumda değildi, Melek’in
üzerine dikilmiş sarı gözlerini tam da o anda fark ettiğinden. Olmaz kardeşim
bizde o aradığın, diyen sahafı duydu ama duyduğunu anlamadı. YGS, LYS, KPSS
kitaplarını sormak için dükkânının kapısını aşındıranlardan gına getirmiş olan
sahaf burnundan soluyordu. Aruoba’nın kesintiye uğramasına kızmıştı besbelli.
Ama İhsan, Aruoba’yı tanımadığı gibi Melek’in bakışlarının neden içine bir buz
dağı oturttuğunu da bilmiyordu. Sırtından soğuk ter boşandı. Bakışlarını
kaçırmak istedi, beceremedi. Melek istifini bozmadan İhsan’a bakmayı
sürdürüyordu. Yüzünü ter basmış İhsan’ın halini fark eden sahaf kızgınlığını
unutup, arkasında durduğu masadan hafifçe öne doğru eğilip İhsan’ın karşısında
donakaldığının Melek olduğunu görünce gülümsedi. Bir şey yapmaz, endişe etmeyin
dedi. İhsan’ın adamı duyduğu yoktu. Nihayetinde kendine bir parça geldiğinde,
Melek’in üzerine sabitlenmiş bakışlarının eşliğinde geri geri yürümeye başladı.
Telaşından az önce rafa bıraktığı kitaba çarpıp düşürerek kaçarcasına çıktı dükkândan. Sahaf, adamın arkasından şaşkınca bakıp
güldü. Amma da korktu, dedi gözleri İhsan’ın geçtiği yoldan bir an için
ayrılmamış olan Melek’e. Melek sahafa döndü, sarı gözlerini kocaman açarak
baktı bir süre. Sonra dönüp huzursuzca yalanmaya başladı.
Bir başka hayatta sahaf olan adli tabip, otopsi masasında
kendisini bekleyen kadının bedenine doğru eğilmişti. Kadının sol gözkapağını
kaldırdı. Canı çekilmiş göze oturmuş kanı inceledi. Elaymış, diye düşündü.
Sarıya çalan bir ela. Kenarda duran otopsi raporuna göz attı. Kadının adını
okudu. Bir melek neye benzer diye düşündü neşteri eline alırken…
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)