28 Ocak 2016 Perşembe

04.04

Gözlerini açmadan hemen önce saatten haberli olmasının tek mantıklı açıklaması rüya görüyor ve uyandığını düşünmesine karşın rüyanın sürüyor olmasıydı. Yani ki rüyasında uyandı ve rüyasında uyanmış olduğunun farkında olmadığından, bilinçli hayatta saatin tam 04.04 olduğunu düşündü ki tam da öyleydi. Bilinçdışı bir algının bilinçli hayatta aynı vakte gelebilmiş olması ne kadar olanaklı sorusu ona ait değil. Söz konusu algıya tanıklık etmiş ve tam olarak uyanık, yani dibine kadar bilinçli bir gözlemciye, bendenize aitti. Baştan alalım o vakit: saat tam 04.04’tü ve rüyanın içinde olduğunu fark etmeksizin, elbette rüyanın içinde, gözlerini açtı. Kendini yokladı. Fiziksel bir ihtiyaç – su isteği, tuvalet gereği – değildi uyanmasına neden. Kalktı. Kahve, diye düşündü. Bir fincan kahve iyi gelir şimdi. Bana kalsa adaçayı – ballı ve bir dilim limonla – daha iyiydi. Suyu kaynamaya bıraktı, kiler niyetine kullandığı dolabı açınca eli kendiliğinden adaçayına gitti, böyle zamanlarda daha çok bana kaldığından. Mutfak masasına oturdu, etrafına bakınışından sigara arandığı belliydi. Yakma şimdi bu saatte, diye fısıldadım ben. Rüyada içe aldığın dumanı bırakacağın bir dışarısı yoktur gerçek anlamda. İçinde biriktirdiğin duman da yeter. Sıcak suyun içindeki adaçayı yaprakları kendilerini bırakmaya ve hoşluk ile nahoşluk arasında gidip gelen kokusunu dışarı vermeye başladı bu sıra. Keskin bir kokudur, kimisi sevmez. Bilinçdışının kurgusuna teslim olduğundan ve koku duyumu o esnada kahveyi arzuladığından o sevmedi. Benim içinse hava hoştu, keskinliğinde tahrik edici bir yan olduğunu düşünüyordum. Onu mutfakta yalnız bırakmamakla, yatak odasına süzülüp tam o anda yüzünde mutfağın ve adaçayının izlerini arama arzusu arasında ikircikliydim. Bilinçdışına müdahale gücünü yitirmiş bir bilincin kendini naçar hissetmesinin absürtlüğünün farkında arzumu erteleyerek rüyanın mutfak kısmına eşlik etmeyi sürdürecektim. Adaçayını isteksizce yudumlarken, bakışlarının balkon penceresinin ötesindeki karlı tepelere takıldığını fark ettim. Eyvah, diye düşündüm. Şu soğukta orada bulmayalım kendimizi. Daha dememe kalmadan soğuk iliklerime işlemeye başlamıştı bile. Çıplak ayak, üstünde geceliğimsi ince bir kumaş, ayazla buzlaşmış karın üstünde yürüyordu. Adaçayının kokusu da kekremsi sıcaklığı da uzak bir hayale dönüştü dönüşecek, sevilesi bir yanı olmadığını düşündüğüm şarkıyı mırıldanmaya başladığını işitecektim muhtemelen. İçinde yer almadığım bir rüyanın bekçiliğini yapmakta olduğumu düşündükçe sinir basıyordu bir yandan da. Eve girer girmez üstümdeki her türlü fazlalığı çıkarıp atma huyum olduğundan kolumda saat de yoktu ve 04.04’den bu yana geçen zamanı hesaplamaktan acizdim. Belki sadece bir an’dı geçen ya da hesaplamaya korkutacak denli çok zaman olmuştu. Ayaklarında kar yanığı olacak endişesi geldiği gibi gitti. Aklını başına al kuzum, dedim kendime. Sıcak ve rahat yatağında o. O halde neden içim dışım tir tir titriyordu, işte buna bir cevabım yoktu. Bilinç, - hayatın senaristliğinin dokunulmazlığını bilmezden gelme meylinden -  müdahale edemediği tek senaryonun bilinçdışının kaleminden çıkan olduğunu düşünür, yanılgı elbette. Bu bilgiyi hatırlatarak kendime söylemeye çalıştığım, çok da dırdırlanmaydı. Gerçek anlamda uyandığında sona erecek bir senaryoya fit olmak, ömrün boyunca celbi oyunculuğunu yapmak zorunda olduğunla karşılaştırıldığında yeğdi.

Soğuk, kar, buz demeden tepeyi tırmanmaya devam edişini izliyordum. Ne tepeymiş! Ardında bir şey olsa ve o şey bir parça sıcaklık içerse bari ümidimi koruyarak izlemeyi sürdürdüm. Aklım neredeyse? O da rüyaya kapılıp gitmiş olmalı, varmaya uğraştığı yerin neresi olduğu aniden ayan olunca, hissettiğim paniği anlatmaya söz yoktu. Uyanık olduğunu düşünüyor, büyük bir inatla belli bir yere ulaşmaya çalışıyordu. Yasaklanmış bölgenin çekiciliğinden alıyordu gücünü. Olanca gücümle seslendim, omuzlarından tutup olanca kuvvetimle sarsacak teçhizattan yoksunluğuma hayıflanarak seslendim. Duraklar gibi oldu, mutfağın güvenliğini arzular gibi neredeyse. Ama durmadı. Şapşal, şapşal, şapşal işte. Kediye diktim gözümü. Bazı geceler yaptığı gibi, gidip göğsüne otursa, göğsündeki ağırlığın verdiği rahatsızlıkla kıpırdanırken dağılıverse kurgu, diye diledim. Ne var ki, kedi haindi. Uzandığı ayakucundan gözleri yarı kapalı, rüyanın bir diğer izleyicisi olmanın keyfiyle mırıldanıp durmaktan başka işe yaramıyordu.

Kalp atışlarının hızlandığını fark ettiğimde, tepeyi tırmanmış ve durmuş ileriye bakıyordu. Olmayı ve hep orada kalmayı istediği yer tepenin ardından görünmüş olmalıydı. Hiçbir şey umamayacak ve hiçbir şeyi değiştiremeyecek noktadaydım. Sevinçli ve derin bir soluğu içine olabildiğince çekecek ve tepenin hemen aşağısında uzanana koşar adım gidecekti. Sersem, sersem, sersem işte! Başucuna gitsem, yüzüne yayılmış o koca tebessümü görecektim. Gitmedim. O, saat tam 04.04’te uyanmış olmanın şans olduğunu aklından geçirirken, mutfak masasında oturup ondan kalan adaçayının son yudumunu kafaya diktim. Baharat rafının arkasına zulaladığım yedek sigara paketine uzandım. Artık saatin kaç olduğunu hiç merak etmiyordum…



Mey