Gözlerini açmadan hemen önce saatten haberli olmasının tek
mantıklı açıklaması rüya görüyor ve uyandığını düşünmesine karşın rüyanın
sürüyor olmasıydı. Yani ki rüyasında uyandı ve rüyasında uyanmış olduğunun
farkında olmadığından, bilinçli hayatta saatin tam 04.04 olduğunu düşündü ki
tam da öyleydi. Bilinçdışı bir algının bilinçli hayatta aynı vakte gelebilmiş
olması ne kadar olanaklı sorusu ona ait değil. Söz konusu algıya tanıklık etmiş
ve tam olarak uyanık, yani dibine kadar bilinçli bir gözlemciye, bendenize
aitti. Baştan alalım o vakit: saat tam 04.04’tü ve rüyanın içinde olduğunu fark
etmeksizin, elbette rüyanın içinde, gözlerini açtı. Kendini yokladı. Fiziksel bir
ihtiyaç – su isteği, tuvalet gereği – değildi uyanmasına neden. Kalktı. Kahve,
diye düşündü. Bir fincan kahve iyi gelir şimdi. Bana kalsa adaçayı – ballı ve
bir dilim limonla – daha iyiydi. Suyu kaynamaya bıraktı, kiler niyetine
kullandığı dolabı açınca eli kendiliğinden adaçayına gitti, böyle zamanlarda
daha çok bana kaldığından. Mutfak masasına oturdu, etrafına bakınışından sigara
arandığı belliydi. Yakma şimdi bu saatte, diye fısıldadım ben. Rüyada içe
aldığın dumanı bırakacağın bir dışarısı yoktur gerçek anlamda. İçinde biriktirdiğin
duman da yeter. Sıcak suyun içindeki adaçayı yaprakları kendilerini bırakmaya
ve hoşluk ile nahoşluk arasında gidip gelen kokusunu dışarı vermeye başladı bu
sıra. Keskin bir kokudur, kimisi sevmez. Bilinçdışının kurgusuna teslim
olduğundan ve koku duyumu o esnada kahveyi arzuladığından o sevmedi. Benim içinse
hava hoştu, keskinliğinde tahrik edici bir yan olduğunu düşünüyordum. Onu mutfakta
yalnız bırakmamakla, yatak odasına süzülüp tam o anda yüzünde mutfağın ve
adaçayının izlerini arama arzusu arasında ikircikliydim. Bilinçdışına müdahale
gücünü yitirmiş bir bilincin kendini naçar hissetmesinin absürtlüğünün farkında
arzumu erteleyerek rüyanın mutfak kısmına eşlik etmeyi sürdürecektim. Adaçayını
isteksizce yudumlarken, bakışlarının balkon penceresinin ötesindeki karlı tepelere
takıldığını fark ettim. Eyvah, diye düşündüm. Şu soğukta orada bulmayalım
kendimizi. Daha dememe kalmadan soğuk iliklerime işlemeye başlamıştı bile. Çıplak
ayak, üstünde geceliğimsi ince bir kumaş, ayazla buzlaşmış karın üstünde
yürüyordu. Adaçayının kokusu da kekremsi sıcaklığı da uzak bir hayale dönüştü
dönüşecek, sevilesi bir yanı olmadığını düşündüğüm şarkıyı mırıldanmaya
başladığını işitecektim muhtemelen. İçinde yer almadığım bir rüyanın
bekçiliğini yapmakta olduğumu düşündükçe sinir basıyordu bir yandan da. Eve girer
girmez üstümdeki her türlü fazlalığı çıkarıp atma huyum olduğundan kolumda saat
de yoktu ve 04.04’den bu yana geçen zamanı hesaplamaktan acizdim. Belki sadece
bir an’dı geçen ya da hesaplamaya korkutacak denli çok zaman olmuştu. Ayaklarında
kar yanığı olacak endişesi geldiği gibi gitti. Aklını başına al kuzum, dedim
kendime. Sıcak ve rahat yatağında o. O halde neden içim dışım tir tir
titriyordu, işte buna bir cevabım yoktu. Bilinç, - hayatın senaristliğinin
dokunulmazlığını bilmezden gelme meylinden - müdahale edemediği tek senaryonun
bilinçdışının kaleminden çıkan olduğunu düşünür, yanılgı elbette. Bu bilgiyi
hatırlatarak kendime söylemeye çalıştığım, çok da dırdırlanmaydı. Gerçek anlamda
uyandığında sona erecek bir senaryoya fit olmak, ömrün boyunca celbi
oyunculuğunu yapmak zorunda olduğunla karşılaştırıldığında yeğdi.
Soğuk, kar, buz demeden tepeyi tırmanmaya devam edişini
izliyordum. Ne tepeymiş! Ardında bir şey olsa ve o şey bir parça sıcaklık
içerse bari ümidimi koruyarak izlemeyi sürdürdüm. Aklım neredeyse? O da rüyaya
kapılıp gitmiş olmalı, varmaya uğraştığı yerin neresi olduğu aniden ayan
olunca, hissettiğim paniği anlatmaya söz yoktu. Uyanık olduğunu düşünüyor,
büyük bir inatla belli bir yere ulaşmaya çalışıyordu. Yasaklanmış bölgenin
çekiciliğinden alıyordu gücünü. Olanca gücümle seslendim, omuzlarından tutup
olanca kuvvetimle sarsacak teçhizattan yoksunluğuma hayıflanarak seslendim. Duraklar
gibi oldu, mutfağın güvenliğini arzular gibi neredeyse. Ama durmadı. Şapşal,
şapşal, şapşal işte. Kediye diktim gözümü. Bazı geceler yaptığı gibi, gidip
göğsüne otursa, göğsündeki ağırlığın verdiği rahatsızlıkla kıpırdanırken
dağılıverse kurgu, diye diledim. Ne var ki, kedi haindi. Uzandığı ayakucundan
gözleri yarı kapalı, rüyanın bir diğer izleyicisi olmanın keyfiyle mırıldanıp
durmaktan başka işe yaramıyordu.
Kalp atışlarının hızlandığını fark ettiğimde, tepeyi
tırmanmış ve durmuş ileriye bakıyordu. Olmayı ve hep orada kalmayı istediği yer
tepenin ardından görünmüş olmalıydı. Hiçbir şey umamayacak ve hiçbir şeyi
değiştiremeyecek noktadaydım. Sevinçli ve derin bir soluğu içine olabildiğince
çekecek ve tepenin hemen aşağısında uzanana koşar adım gidecekti. Sersem,
sersem, sersem işte! Başucuna gitsem, yüzüne yayılmış o koca tebessümü
görecektim. Gitmedim. O, saat tam 04.04’te uyanmış olmanın şans olduğunu
aklından geçirirken, mutfak masasında oturup ondan kalan adaçayının son
yudumunu kafaya diktim. Baharat rafının arkasına zulaladığım yedek sigara
paketine uzandım. Artık saatin kaç olduğunu hiç merak etmiyordum…
Mey