Rüzgâr şiddetlendikçe o da huysuzlandı. Zorluyor, diye
düşündü. Zorlaştırıyordu da bir yandan. Yürümeyi de yürümemeyi de. Bir
sıkıntısı var belli, dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Öyle bir esmek değil;
söküp koparmak, kopartıp sürüklemek, sürükleyip götürmek ister gibi. Belki
haksız değil, dedi yine fısıltıyla, fısıltısını alıp götürdü o sıra rüzgâr.
Sıkıntılı olan sadece bu esip gürleyen değildi aslında. Çevresine bakındı. Soluk
alan her varlığı içine alan o bıkkınlıktan yapılma kubbenin giderek genişlediğini,
gün gün koyulaşan grisiyle semte, şehre ve tahminleri doğruysa tüm ülkeye
yayıldığını görememenin neredeyse olanaksız olduğunun farkında olmayan yok
gibiydi. Farkındalık çözüm için gereken çabayı beraberinde getirir düşüncesinin
baştan ayağa bir yanılgı olduğu her geçen gün daha fazla anlaşılır hale geliyor,
gidişata dair susanlar ve avaz avaz bağıranların etkisizliği rüzgârın önüne
kattığını alıp götürüşü gibi insanların güç bela yeşerttikleri az bir umudu da
solduruyordu. Kimi evinden çıkamıyor, kimi evine giremiyor, ama her iki grup da dışarısının şiddetine
razı gelmek zorunda kalıyordu.
Soluğu kesilince durdu. Duruşundan faydalanıp paltosunun
yakasını olabildiğince kaldırdı, esintinin kulaklarında bıraktığı izi aza
indirgeyecek bir şapkası olmadığına hayıflandı. Rüzgâr bir an için hafifler
gibi olunca yürüyüşüne devam etti. İkinci adımını atmıştı ki, öncekine oranla
daha da sertleşmiş esinti yüzüne çarptı, hafifçe sendeledi. O sırada cebindeki
telefonun titrediğini fark etti. Kim arayacak beni, düşüncesi yerini buluşmanın
ertelenmiş olabileceği olasılığına bıraktı. Telefonu çıkarıp ekranı görünür
hale getirecek düğmeye dokundu. Mesaj imleci yanıp sönüyordu. Mesajı açtı.
Buluşmayı ertelemiyor ancak yerini değiştiriyorlardı. Adrese baktı, öncekinin
tam tersi istikametteydi. Zamanında yetişip yetişemeyeceğini tarttı. Ana
caddeye çıkıp dolmuşu yakalayabilirse, bir ihtimal, zamanında ulaşabilirdi.
Nereden girdim bu işlere, hayıflanması işte o an gelip oturdu içine.
Neden o fırsatı teptim, neden anneme karşı o kadar kabaydım,
neden umut varken ve doğru sözcükleri seçebilecek noktadayken söylemem
gerekenleri söylemedim, neden şu yolu değil de öbür yolu seçtim… Geride kalmış,
artık dönülmesi imkânsız eylememelerin pişmanlığını hep içinde taşıyan ve hep
da taşıyacak olan o insanlardan kahramanımız, artık anladınız. Doğru’yu arama,
doğru olanı yapmaya çalışma görüntüsünün ardına gizlediği mükemmeliyetçiliğinin
biçimlendirdiği bir hayatın mutsuzu olanlardan işte. Kendisine teklif edileni,
daha doğrusu kendisinden talep edileni yapmayı kabul etmenin, insan – iyi bir
insan – olma adına yapılması gereken olduğuna daha o an ikna olmuş, ikna
olmuşluğunun beşinci dakikasında ise yakın gelecekte açığa çıkacak hayıflanışın
içinde filiz vermeye başladığını duyumsamıştı. Giremediğimiz veya çıkamadığımız
evlerimizde korkak fareler gibi yaşamaya devam edemeyiz, gidişatı değiştirmek
için bir şey yapmak her birimizin görevi, cümlelerini işittiği anda duyduğu
heyecanın gümbürtüsünden akli selim yanının itirazlarının cılızlığını
işitememişti. Tehlikesi az işlerle başlayacağını söylemişlerdi. Ufak tefek
getir götür işleri. Yine de bu tehlikenin hiç olmadığı anlamına gelmiyordu. Kör
bir kurşunun sizi bulması veya sokakta birden bire, nedensiz, karga tulumba bir
otomobilin içine atılmanız şans işiydi. Hiçbir şey olmasa, şu delice esen
rüzgâr canınıza okuyordu. Birileri bir şeyler yapmalıydı elbette. Niye ben,
sorusunun yanıtı çok netti. Ben de biriydim. Ben olmayan birilerini harekete
geçirecek güçten yoksundum. Sözümün geçtiği tek biri, “ ben “ olan biriydi.
Bunları düşünmek, kahramanımızın bir parça rahatlamasını sağladı, adımları
hızlandı, kendisini caddeye çıkaracak kestirme olduğunu düşündüğü ara sokağa
hevesle girmesine neden oldu. İşi değil, sonrasını düşünmenin ona iyi geldiğini
fark etti. Daha sonra, her şey olup bittikten, yani yapılması gerekeni
yaptıktan sonra nasıl hissedeceğini tahmin etmeye çalıştı. Akşama kızla
sözleştiklerini de unutmuş değildi. Her zaman buluştukları kahvehaneye girişini
canlandırdı. Dur bakayım, yüzünde öncesinde hiç rastlamadığı ve gizlemekte
acemi olduğundan kendini ele veren bir gurur mu vardı? Önce gülümsedi, derken
yüzüne şiddetle çarpan esintiyle kendine geldi. N’oluyorsun kuzum, dedi.
Dağınık bir dikkat ve boş hayaller en son ihtiyacı olan şeydi. Akıllı ol. Uzaktan
sokağı kesen ana cadde göründü bu sıra. Dolmuşu yakalayamazsa, zamanında
varamayacağını düşündü. Daha ilk görevde çuvallama düşüncesiyle karardı yüzü.
Caddeye ulaşır ulaşmaz, az önce yürüdüğü sokağın sakinliğine tezat bir insan ve
otomobil kalabalığıyla karşılaşınca başı döner gibi oldu. Kentin, doğrusu
insanların üstüne çökmüş o gri kubbe burada daha görünürdü artık. İnsanlarda
cisimleşmiş bir umutsuzluğun kendine çektiği o görünmez hapishane varlığını
haber veriyordu şuradaki kadının ayaklarını sürüyerek yürüyüşünde, öbür adamın
görmeme ve görünmeme kaygısıyla önüne eğdiği başında, çocuğunun elinden sıkıca
tutmuş belirgin bir telaşla çekiştiren kadının gözlerinde. Buradayım ve sizi
almama ramak kaldı. Tek bakış yetmişti bütün bunları görebilmesine. Bu kez
hayıflandığına hayıflandı. Daha önce hissetmediği bir kıvanç duygusu yayıldı
içine. Her şey düzelecek, diye seslenmek istedi, az önce tek bakışına tümünü
yerleştirebildiği o koyu umutsuzluğun taşıyıcılarına. Durağa yaklaşmakta olan
dolmuşu fark etmesiyle yatıştı heyecanı. Cebindeki bozuklukları çıkarıp dolmuş
parasını hazırladı. Değil adım atacak, soluk alacak yer kalmamış dolmuşa
güçlükle bindi. Kimini ittirdi bunu yaparken, kimine sokuldu. Tutunacak yer
aramaya ihtiyaç bırakmayacak denli birbirlerine yapışmış insanlardan en uygun
bulduğuna yapıştırdı o da sırtını. Allahtan trafik açıktı. Başını uzatıp
üzerinde ilerledikleri caddeyi görmeye çalıştı, pek mümkün değildi görüş
alanının kapalılığından. O da dönüp kendine baktı. Baktığı yerde karmaşık
duygular göreceğini, belki biraz heyecan biraz tedirginlik, nasıl
sonuçlanacağını bilmemenin gerginliği mesela, düşünüyordu. Şaşırtıcı bir
donukluktan başka bir şeyin olmamasıyla bir parça sarsıldı. Hayıflanmayla
sonuçlanması olası kuşku oturdu içine yine. Ya beceremezse verilen işi, eline
yüzüne bulaştırırsa? Doğrusu gerçekten bu muydu? Ya neydi, içimizde insani bir
şey kalmayana dek sindirilmeyi kabul etmek miydi? Düşüncelere dalıp, ineceği
durağı kaçırabileceğini akıl edene kadar iç çatışması devam etti. Bu esnada ter
içinde kalmış olduğunu, önünde duran kızın yüzünü buruşturduğunu fark edince
anladı. Hafifçe kızarmasına neden olmuş da olabilir bu kavrayış. Dolmuşun
havasızlığından şikâyet eden birkaç kişinin pencerelerin açılmasına yönelik
ısrarlarına inatla karşı duran şoförün, kaygısına hak verenlerle vermeyenlerin
arasındaki filiz verdi verecek tartışmayı dinlemeye tahammülü olmadığını
düşündüğü sıra, ineceği noktaya ulaştıklarını fark edip rahatladı. Kendisinden
önce davranan başka birinin isteğiyle dolmuş durdu. İndiler. Durup etrafına
bakındı. Rüzgâr bir nebze sakinlememiş, aksine şiddetlenmişti. Şu yokuşu çıkmam gerek, diye düşündü.
Esintinin zorlaştıracağı tırmanışına başlamadan önce bir sigara yaktı. Aklına
oranla daha tereddütsüz olan ayaklarına bıraktı kendini. Tıknefes tırmanış
düşündüğünden zorlu oldu. Yokuşun iki yanına sıralanmış köhne binalardan gelen
sesler rüzgârın sesine karışıyor, pencerelere gerilmiş koyu renk perdelerin
kapalı camlara karşın dalgalandığı görülüyordu. Koyu renk perdelerin geçici bir
çözüm olduğu aşikârdı. Ses yalıtımı yapılmış duvarlar da aynı oranda işe
yaramaz çıkmamış mıydı? İnsanların sorunu, geçiştirmekti en başından beri.
Savuşsun gitsin, mantığı bulunulan noktayı getirmişti. Çöreklenmiş kötülüğün
kendiliğinden çekip gideceği yoktu. Üstelik kendiliğinden gelmemiş bir
kötülüktü bu. Başını öte yana çevirmenin, yok saymanın boşluğundan yararlanarak
yerleşmiş, o gri kubbeye dönüşmüş ve yaşayan her şeye düşmanlığının bir tür
özgecilik olduğuna insanları inandıracak kadar da başarılı olmuştu. Şimdi
duvarlarına süngerler yapıştırsan ne, pencerelerine kara örtüler gersen ne?
Görevinin ne olabileceğini düşünmeye başladı yine. Getir
götür işi başlangıçta demişlerdi. Belki yasak bölgeye girmesi gerekecekti. Bu
ihtimale bacaklarında bir titreyiş ile itiraz etti vücudu. Aklına kız düştü.
Akşam için sözleştiklerini, gözlerindeki gülüşü yitirmemek için direnen o nadir
insanların çevresine yaydığı sıcaklığın onda fazla fazla olduğunu, bütün gün
maruz kaldığı rüzgârın üşüttüğü yerlerini onun varlığıyla ısıtabileceğini
düşündü. Bacaklarındaki titreme geçer gibi oldu. O sırada yokuşun başında
beliren gençten adamı fark etti. Üzerindeki montun kapüşonunu başına
geçirmişliğine karşın tanıdı onu. Yüzünde ciddi bir ifade ile tırmanışını
izliyordu. Az önce dolmuştayken arayıp da bulamadığı heyecan işte o an gösterdi
varlığını. Ya beceremezse verilen işi, eline yüzüne bulaştırırsa? Doğrusu
gerçekten bu muydu? Ya neydi, içimizde insani bir şey kalmayana dek
sindirilmeyi kabul etmek miydi? Yokuşun başındaki belli belirsiz bir hareketle
sokağın köşesini işaret etti o sıra. Eski bir apartmanın kuytusu. O tarafa
yöneldi. Birer baş hareketi selamlaşmanın yerine geçti. Bakıştılar, beriki
hazır olup olmadığını tartar gibiydi. Değildi ya da bilmiyordu ama bunu
karşısındakinin anlamasına izin veremezdi. Yüzüne kararlı bir maske taktı,
bekledi. Adam kolundan tutup biraz daha
kuytuya çekti onu. Kısa ve açık cümlelerle anlattı yapması gerekenleri bir bir.
Her cümlenin ardından duyduğu şaşkınlığı gizlemekte zorlanarak, anladım
manasında başını sallıyordu o da. Açıklama faslı bittikten sonra, gideceği yeri
tarif etti ve eline kitabı tutuşturdu. Pastaneyi biliyordu, kızla birkaç kez oturmuşlukları vardı. Yine de dikkatle dinledi tarifi, kitabı paltosunun cebine
attı. Şans dileyen beriki, temkinli adımlarla uzaklaşırken arkasından baktı. Bu
muydu yani? Yol boyunca kurduklarına güldü.
İçindeki sinsi mükemmeliyetçinin rahatladığını bilse de, küçümsendiği
duygusuyla biraz öfkelenir gibi oldu. Görev görevdir, diye ikna etmeye
çalışmadı kendini. Saatine bakıp pastaneye doğru yola çıktı.
Geç bir masaya otur, çayını ısmarla ve kitabını açıp
okumaya başla, demişti habercisi. Merak etme, başka masalarda oturanların tümü
bizdendir, senin gibi ilk görevleri çoğunun. Kitabın ikinci bölümüne
geldiğinde, hesabı iste ve kalk. Sonra haberleşiriz. Bu muydu yani? Buysa,
neden hala korku doluydu içi? Sorma artık, diye uyardı kendini. O sıra
pastaneye ulaşmıştı. Masaların çoğu doluydu. İnsanların yüzüne tek tek bakıp,
kimlerle aynı konumda olduğunu görmek istedi. Pek akıllıca olmazdı, kimseyle
göz göze gelmemeye özen göstererek ilerledi. Köşedeki boş masayı gözüne
kestirdi, gidip oturdu. Kış bahçesinin camları sıkıca örtülmüş, dışarıdaki
esintinin içeridekileri etkilememesine çabalanmıştı. Oysa rüzgâr kolay lokma
değildi. Camlara vurabildiğince vuruyor, ne derdi varsa, bildiği tek dille
anlatmaya çalışıyor gibiydi. Çay istedi ve paltosunun cebindeki kitabı çıkardı.
Sigara için bir şey söylememişti haberci. Bir tane çıkarıp yaktı. O sırada, gri
kubbenin her zamanki saatinde olduğu gibi, o akıl almaz gürültüyle biraz daha
aşağı inişinin çıkardığı sesi işitip irkildi. Diğer herkes gibi. Sokaktaki,
pastanedeki bütün kafalar istemsizce gökyüzüne çevrilmişti. Baktılar ve tümünün
yüzlerine inen karanlığın farkında değilmiş gibi başlarını çevirdiler sonra.
Çayı geldi. Kitabı aldı, adına baktı. Tanıdı. Sağına soluna bakındı. Sohbete
dalmış iki – üç kişilik masalar gördü. Kendisi gibi tek başına oturan ve önünde
okunmayı bekleyen bir kitap olan insanlar gördü. Anladı. Mükemmel değilse de
bir başlangıçtı. Açıp kitabı okumaya başladı.
*Montaigne, deyimi kısır döngüden kurtulamayan insan aklı için kullanmış.
Mey