( Sanki bir hikâyeye
başlamıştın da, yarım kalmıştı. Unutmuştun başlamışlığını, yüzünü başka hikâyelere
dönüşün yanlış gelmemişti. Sabahları evden çıkar çıkmaz yüzüne çarpan
serinliğin şaşırtıcı etkisi – kiminin burnu akar ya hani akabinde, senin
gözlerin sulanır ağlıyor gibi - , yanaklarına inen ıslaklık, göğ’ün pembemsi
griliği, uyanmışlığını tam da o an hissedişin, derince bir soluğu içine çekip
orada tutabildiğin kadar tutuşun, soluğuna rüyayı karıştırıp dışına usulca
bırakışın… Bütün bunlara nedensiz gibi görünen bir sızının eşlik edişi belli
belirsiz bir sezgiyi içermiyor değildi ya, anlamazdan geliyordun. Yapılması elzem
bir şeyin varlığından haberdar olup da o şeyin ne olduğunu hatırlayamamak gibi
bir duygu ile yürüyordun nereye gittiğini umursamadığın sokakları. Ne yapacaktın?
)
Ne yapmayacaktım, diye çıkıştım kendime. Biraz kızmıştım. Anlaşmayı bozma meylim canımı sıkıyordu. Canım
sıkkın olduğunda çekilmez olurdum. Neye ve nasıl saracağım belli olmazdı. Belki
bir şiire, belki bir şarkının içten içe nefret ettiğim nakaratına en çok da
sevmediğim bir öykünün aklımdan çıkmayan satırlarına. Bunlardan herhangi birini
yapmama tahammülüm yoktu. Kendimi olduğum yerden uzaklaştırmalıydım. Çıktım. Kapıyı
sertçe çektim arkamdan. Çıkan sesle irkildim üstüne üstlük. Az önce kırdığım
bardağın etrafa saçılmış cam parçalarına basıp kendimi yaralayışım geldi
aklıma. Üstüne bastıkça dikkatsizliğimi yüzüme vurur gibi acıyordu. Aldırma dedim.
Küçücük bir kesik. Ölmezsin. Öyle ya, kendinden gelen acıdan kim ölmüş? İkna olmuş
gibiydim. Kesikten yayılan cılız sızıya aldırmadan yürümeye başladım. Yürümek,
düşünmek demekti. Yürümek, düşünceyi ehlileştirmekti daha çok. Hızla yürümeye
başladım. Yapılmayacaklar listesini delişimin kendime yönelmiş öfkesini
dindirmek için düşünceyi de ertelemeliydim belki. O kadar akıllı değildim. Yürüdüm
ve düşündüm.
( Sanki sevmiştin hikâyeyi
de, gizlemiştin bunu kendinden. Bazı hikâyelerin tehlikesi buram buram incir
çiçeği kokar. Hikâye gelmeden kokusu gelmişti. Salt kokuyu değil, salt sözü de
değil; kendini de karıştırıp içine, kaybolacağını sezmiş gibiydin. Cümleyi yarım
bıraktığın anı bunun için yarım bıraktın zihninde… Ne yapmayacaktın? )
Ne yapacaktın, diye sordum yürüyüşümün hızıyla kesik kesik
solurken. Akışı engellenmiş bir ırmak gibi şaşkın olduğumun farkındaydım. Ardında
büyük bir öfke gizleyen şaşkınlığımdan yararlanıp durumu kontrol altına alma
derdine düşmüştüm. Yürüyüşü az daha hızlandırdım. Yürüdüğüm caddede az insan
çok araç vardı. Bu iyi diye düşündüm. Bir insanla, herhangi bir insanlar göz
göze gelecek halde değildim. Yanımdan hızla geçen otomobillerin geride
bıraktığı rahatsız edici sese bir takılırsam halim haraptı. Duymazdan gel,
dedim.
( Sanki içerlemişti hikâye yarı yolda bırakılışına. Sessiz sedasız zamanını bekliyor gibiydi. Zamanını veya
senin bilmediğin bir şeyi. Bırakılmışlığının acısını çıkaracağını akıl edecek
durumda olsan bile, yarım bıraktığını unuttuğun bir hikâyeden bekleyebileceğin
intikam ne kadar büyük olabilirdi ki? Ne yapacak ve ne yapmayacaktın? )
Bacaklarım dur mesajını bağıra çağıra iletmeye çalışırken
kahveyi gördüm. Kış bahçesinin insansızlığı sızlayan bacaklarımın şansıydı. Yine
de tereddütlüyüm içeri girmeye. Neyse ki size servis yapan insanların gözlerine
bakmanın gerekli olmadığı pis bir çağdaydık. Olumsuzladığının avantajından
yararlanma anı geldiğinde utanma duygumuzu gerilere bir yere itmeyi de
öğrenmiştik pişkince. İçeri girdim tabii. Bedeninin çağrısına bir yere kadar
kulak tıkayabiliyor insan. Tıkanmış nefesimi sakinleştirmeye çalışarak oturdum.
Yavaş, dedim kendime. Yetişecek bir yer yok. Ağır ol.
( Sanki en başından
biliyordun hikâyenin istenir bir sonu olmayacağını. Elin mi varmadı, kendini
yazmaya hevesli bir hikâyenin gölgesi olmaya? Yoksa için mi almadı, seni
şekillendireceği ayan beyan ortada olan sözcüklerin köleliğini? Ne önemi var
ki, diyerek sıyrılmanın çare olmadığı bir suçu omuzladın. Ne yapacaktın? )
Çayımız taze, dedi o sıra yanıma sokulmuş gençten bir adam. Kahve
istedim inadına. Adamın inadına değil elbette. Kendimi bir fincan kahveye fit
olmaya zorlamak, demini iyi almış bir bardak çayın kokusunu arzulayan isteme
haddini bil demek gibiydi o anda. Saçmaladığımı biliyordum. Düşünceyi saçmaya
yöneltmek, geçici de olsa, bir çözüm gibi geliyordu. Başımı çevirip kahvenin
hemen dışında akan trafiği izliyor gibi yapmak da öyleydi. Görüş alanımdaki
ağaçtaki düşmemekte inat etmiş sararmış yaprağına gözümü dikmek de.
( Sanki gözü hep
üstündeydi hikâyenin. Gizlendiği yerden, yarımlığının acısını bir an için
unutmadan, onlarca hikâyeyle hemhal oluşunu izlemişti geçen zaman boyunca. Kendini
hatırlatacak herhangi bir şeye girişmeden uzunca beklemişti. Beklemeyi bilirsin
sen. Bekliyor olmanın en temelde biriktirmek olduğunu herkesten iyi bilirsin.
Ne yapmayacaktın? )
Kahveye dokunmadım. Elimden gelse kendime de
dokunmayacaktım. Çaresizlikten efelendiğim doğrudur. Aman be, dedim. Kendi kurduğum
acıdan mı çekineceğim bu saatten sonra? Buyursun gelsin. Olan oldu.
( Ne yapmayacaktın? )
Unutmayacaktım.
( Ne yapacaktın? )
Hatırlayacaktım.
( Sanki rahat
durmayacak hikâye. Sıkı dur. )
Sigarasından derin nefesler çekmekte olan garsona seslendim.
Bi’ çay versene…
Mey