Daha önce durmuş muydum, hatırlamıyordum ama durmuş
olsaydım; salt durmaz, durma eyleminin dibine kadar sorardım: Niye durdum,
durmak mümkün mü, ne kadar duracağım, birden bire durabilmiş olmaya beni iten
şey nedir veya kimdir ve sorulabilir diğerleri.
Daha önce değildi oysa. Şimdiydi.
Sorum yoktu. Durmuştum.
İyi bir yerde durmamış olduğumu fark edene kadar geçen
zamanda, durmayı sevmiş olmam kimsenin kabahati değildi. Zaten, epeyce bir süre
de durduğum yer ile ilgili bir sıkıntım olmadı; durabilmenin bir deneyim olarak
getirdiklerini izlemeye dalıp gitmişliğimdendir belki de. Hareketsizlik ve
kımıldamayı bırakması sana ait ne varsa; görebilmenin üzerinde beklenmedik bir
etki yaratıyordu örneğin. Görmeyi hem çoğaltıyor hem azaltıyordu şaşırtıcı bir
biçimde. Baktığın yer sabit de ondan, diye açıklıyordum durumu kendime. Aynı
şeye ve aynı noktadan bakıp durmak çokça körleştirirken, bir o kadar da görünür
kılıyordu baktığın şeyi. Açıklamam umurumda değildi doğrusu. Acısı da eksik
olmayan tuhaf bir mutluluk içinde durup duruyordum.
Durduğumda, durmazdan önceki hayatımı düşünüyordum. Nasıl
bir insan olduğumu örneğin, sonra yapmaktan keyif aldığım şeyleri, sevdiğim
insanları, yerleri, şarkıları ve çiçekleri. Nasıl güldüğüm geliyordu aklıma
- ki güleç biriydim, bundan emindim
– gülmenin güzelliği bir de. Sevdiğim
kitapları düşünüyordum en çok. Ezberimde kalmış yerleri yineliyordum sık sık.
Şiiri boş veriyordum, durmuyorken de boş vermişliğimden. Oynak şarkılar
mırıldanıyor, nedensiz neşeleniyor; durmanın hem de o noktada durmanın şimdiye
kadarki en güzel eyleyişim olduğuna inanıyordum. Durmaktan cayayım diye sunulan
pek çok nedene gülümseyerek bakıyor; orada durmuş olmamın neresinin kötü
olduğunu anlamakta zorlanıyordum. Böyle iyiyim, diyordum. Olmam gereken
yerdeyim.
Sorum yoktu. Durmuştum.
Durmamın herhangi bir şeyi bekliyor olmamla ilgisi olup
olmadığını merak edenlerin sorularını geçiştirmeyi kısa zamanda öğrenmiştim. İnsan
durunca, daha hızlı öğreniyor. İçten içe bunu ben de merak edecek gibi
oluyorduysam da, gelip geçici bir heves gibi, parlayıp ardından derhal
sönüyordu merakım. Durmak, durma eyleminin dışında bir meşguliyeti kaldıramıyor
olmalıydı. Bekleyip beklemediğimin de bir önemi yoktu. Durmak beklemeyi de
kapsayacak genişlikteydi nasılsa.
Öylece durup dururken ben, düş gelip musallat olmasaydı
iyiydi ya. Ama olan şey olmuştur. Tuhaf bir
düşün yakama yapışıp, istenmezliğini görmezden gelerek yerleşmesi beklenmedik
bir durumdu. Durmanın doğalı budur belki, düşüncesiyle varlığını kabul etmeye
çalıştım. Zamanla alışabileceğimi söyledim kendime sık sık. İhtimal dışı olan,
bir düş’ün yokluğu olasılığının yaşamsal bir eksikliğe dönüşmesiydi. O da oldu.
Düş’üm ve ben, ilkin yan yana, ardından omuz omuza ve derken iç içe durduk. Birbirimizin
ayaklarını yerden keserek ve bunun yaşayabileceğimiz en dehşetli, en unutulmaz
an olduğunu bilerek durduk.
Nedenimiz yoktu. Durmuştuk.
Durduğumuzda baktığımız şeyin… Baktığımız şeyin bir önemi
yoktu. Onu baktığımız şey kılan
bakışımızın, bizim dışımızda kalan dünyada olup bitenlerin acısını yok saymadan
onu sarıp sarmalamaya çalışan yumuşaklığının kendiliğindenliği ve sahiciliğinin
verdiği sevinç dolu şaşkınlık dışında hiçbir şeyin önemi yoktu. İnsan kendi
bakışını göremez, itirazı mümkün ve mantıklıydı. İtiraz eden olmadıysa da, hazırlıklıydık
cevaba. İçimizin bakışımıza yansıyacağından bir an bile şüphemiz olmamıştı
çünkü.
Durduğumuzda, bizim dışımızdaki dünyadan soyutlanmış
olduğumuz iddiası, külliyen yalandır. İnsan durduğunda, üstelik içine yayılmış
bir düş’ün eşliğinde durduğunda, güzellik zıddını algılamaya çok daha meyilli
olur. En küçük acıyı, kabul edilebilir ve edilemez çirkinliği, insan türünün
alçaklığını, zalimliğini, kirlenmeyi gözler. Bencildir güzellik duygusu,
varlığını lekeleyebilecek her durumu kollar ki, oluşunu riske sokmasın. Kendine
dönük kaygısındandır ki, olup bitene daha çok acır içi. Hep daha çok acıdı
içimiz.
Aldırışsız değildik. Sadece durmuştuk.
Durduğumuzda, duruyor olmaktan ilk vazgeçip, pes eden
olacağıma yönelik öngörülere aklım yatmıyor değildi. Kendimden bekleyebileceğim
bir şey olurdu, yalan değil şimdi. Bir sabah uyandığımda, düş’ümün yokluğuna
şaşırmadım yine de. Bir düş’ün pes etmesinin akla yakın olup olmadığını da
sorgulamadım.
Sorum yoktu. Durmuştum.
Durduğumda baktığım şeyin… Baktığım şeyin hala bir önemi
yoktu. Düş’ün , bu kez onun içine yayılmış olması dışında…
Mey
Anna Gillespie