31 Mayıs 2015 Pazar
30 Mayıs 2015 Cumartesi
25 Mayıs 2015 Pazartesi
Biri / Monad…
Gerçekte bir zaman algısı olabilir miydi yoksa kadın ve
çocuğun rutinlerine bağlı yapay bir algı mı oluşturmuştu, bundan emin değil
Biri. Onların uyanma dedikleri eylemle başlayanın gün olduğunu biliyor. Eve döndüklerinde
yaklaşan akşamın ardında, gece denilen – kendine has bir dokunaklılık
içerdiğinden emin olduğu- zaman dilimini sakladığını da biliyor. Onlar uyanıyorlar,
çıkıp bir yerlere gidiyorlar ve ardından geri dönüyorlar. Müzik geliyor
gelişleriyle. Bir şey geçiyor, bir şey geçmiyor. Çocuk, Biri’nin masumiyet
dendiğinde tek aklına gelen şey olan, uykulara yatıyor. Kadın, Biri için aynı
anda hem çekim hem de çekince olan o odaya kapanıyor. Bir şey geçiyor, bir şey
geçmiyor. Kalıcı olan, tınısı değişse de müzik oluyor.
Yapay ya da değil, zaman algısı geçen bir şeylerle geçmeyen
bir şeyler arasına gerili Biri’nin. Örneğin, bir varsayımlar yumağından ibaret
olan düşüncelerinin. Günden güne çoğalan sorularına yanıt diye ürettiği
varsayımların bir kısmı, meyilli sokaklardan akıp giden su gibi. Bir kısmı,
baharın yumuşağıyla çağlayacak buz parçacıkları gibi çakılı zihninde. Evet,
artık belledik: Bir şey geçiyor, bir şey geçmiyor. İnanmaya hevesli olduğu
varsayımlarını birer olgu olarak kabul etme meylinin tehlikesinin farkında
olmaya yanaşmayan bir inatçılığı var Biri’nin.
Bütününü yitirmiş – belki önemsiz ama belki de hayati – bir parça
olduğundan neredeyse emin. Kadında varlığını enikonu hissettiren eksiklik, ona
ait olduğu fikrine saplanıp kalmasına neden olsa da, bir yandan bir başkasına
da ait olabileceği fikrini göz ardı etmemesi gerektiğini biliyor. O parça
neydiyse, edilgen olmadığından emin. Yapabildiklerine dayandırıyor bu kesin
inancı. Kadına ait olduğu fikri, gelen gidenin, çocuğun hatta kedinin Biri’nin artık
kendisine ait gördüğü alanın temizlenip, değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin
önerilerinin, kadın tarafından her seferinde etkili veya etkisiz bahanelerle
öteleniyor oluşunu gözlemesiyle güçleniyor. Varlığımın farkında, diye düşünüyor
Biri. Ya kendi de aynını yaptığından, bir başka insan tarafından buraya
tıkıldığımı sezdi; ya da bizzat kendi beni kendinden koparıp buraya attı.
Bir ruha sahip olduğunu, değilse de ruhani bir şeyden pay
aldığını düşünecek kadar ileri gidebilir artık. İkincisi daha akla yatkın
geliyor. Ancak diğer parçalarla bir aradayken, gerçek anlamını kazanacak ruhani
bir parçacık. Reddedilmiş bir monad. İçindeki ezilmeye karşın varsayımına sıkı
sıkıya yapışıyor. Bilse adına, tamamlanmaya duyulan özlem, derdi. Henüz bilmiyor.
Varken nasıl olduğunu bilmediğiniz bir şeyin yokluğunu hissetmekte olduğunu
iddia etmenin akıl dışı olduğunu ona söyleyecek kimse yok. Kadına ait değilse
bile, ondaki küçük kendindeki büyük eksikliğin birbirlerinde tamama ereceği
ihtimali en yeni heyecanı. Ruhundan çekip koparmış olsa da Biri’ni, o boşluğa –
yapabilirse – resmi bütünleyecek bir
puzzle parçası gibi oturacağından emin. İstenmeyişini aklına getirecek gibi
değil o anda. Yurduna kavuşma ihtimali belirmiş bir sürgünün, gurbet tutmasını
yaşıyor tüm zihni.
Kapı sesi, zaman algısını harekete geçiriyor. Nasıl geçeceği
belirsiz bir geceyi eteklerinin ucunda saklayan akşamı hissediyor. Çocuğun gülerek
anlattığı hikâyeye kulak kabartmak için kapıya yaklaştığında, önce müziğin sesi
duyulur oluyor ardından da daha önce sormadığı bir soru düşüyor aklına: Peki
kadın, artık var olmadığım o yerde
bıraktığım boşluğu, doldurmuş olabilir mi? Cevabı bir yana bırakalım, sorunun
kendisi başlı başına bir kıvranış bırakıyor Biri’nin zihninde. Müziği işitmez
oluyor. Bir şey geçiyor, bir şey geçmiyor...
Mey
22 Mayıs 2015 Cuma
Can Sıkıntısı...
Bir solukta içine çekti: emdi.
Göğ'ümü.
Şimdi, hiç ve boş.
Canı sıkılıyor baktıkça.
Benim de...Baktıkça...
Benim de...
Mey
Göğ'ümü.
Şimdi, hiç ve boş.
Canı sıkılıyor baktıkça.
Benim de...Baktıkça...
Benim de...
Mey
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Çok Kişisel Bir Veda Reddi...
Mine'me...
Sözleşmiştik.
Sen gelemezsen, ben sana gelecektim. Seni görmek istiyorum, diyordun.
Bense seni görmekten, konuşmaktan, son durumu öğrenmekten ölesiye korkuyordum.
Kork ama gel, demiştin.
Telefonun kapalı. İçimde yangın. Sonra rahatlama. Aradım, ulaşamadım. Ama ateş!
Kızının sesi: Bir aydır hastanede. İyi değil.
Kapıdayım.
Girme, diyor içimden bir ses. Girme!
Yıllarımız abanıyor zihnime. Giremem. Sahici iki dostun kahkahalarını işitiyorum ilkin, şiddetli tartışmalar sonra. Darılmalar, barışmalar, ağlaşmalar, gülüşmeler, omuz vermeler ve ayrı düşüş. araya giren mesafelerin bitiremediği o yanyanalık...Giremem.
Kızın şaşırıyor odaya girişime. Ona kentinde olduğumu söylememiştim. Yatağın ucu ve beyaz örtünün altındaki ayaklarını seçiyorum. Bakışlarımın korkaklığı geciktiriyor yüzünü görmeyi. Göz göze geliyoruz. Sen düş sanıyorsun, ben kabustayım.
Dökülmüş saçlarına - benim saçım dökülmez kızım, kemo filan sökmez saçlarımın dalganışına demiştin - incecik kalmış bedenine ve yüzünün solgunluğuna bakıyorum. Düş ve kabus ikimiz için de gerçeklikle yer değiştirdiği anda süzülüyor yanaklarımızdan yaşlar.
Kızında kınar bakışlar. Ağlama, diyor gözleri. Üzülüyor.
Mutluyum, diyorsun. Geldin.
Tutuyorum kendimi. Geldim ya, diyorum.
Bakışlarımız kenetleniyor. Elin elimde.
Şans işte, diyorsun.
Kabullen, diyor bakışların. Asla!
Yapacak bir şey kalmadı, diyorsun. Olmaz!
Bir daha gelme, diyorsun. Vedalaşalım. Hayır!
Yoruldu, diyor kızın. Git hadi.
Yarın geleceğim, diyorum çıkarken.
Yarın'ın veda olacağını biliyoruz.
Yarın beni tanımayacaksın! Yarın'da beni tanımıyorsun!
Morfin istemişsin her zamankinin aksine. Uyuşmak istedi, diyor kızın.
Orada olduğumun farkında olmak istemediğini, anlatıyor bakışları. Sizi yalnız bırakayım, diyor.
Sana bakıyorum. Bu yatağa çakılmış, gitmeyi bekleyen o yabancı değil baktığım. Şükür ki girdin yaşamıma, dediğim bu öleyazmış beden değil. Ona söyleyecek sözüm yok. Ona söyleyecek tek kelime bulamıyorum.
Şans işte, diye mırıldanıyorum durmaksızın. en fazla üç - dört hafta sürermiş artık!
Şans işte'ymiş!
Bilesin diye söylüyorum Mine, sevdiğim kahkahan üzerine yemin ederim ki o telefon çaldığında açmayacağım...
Mey
Sözleşmiştik.
Sen gelemezsen, ben sana gelecektim. Seni görmek istiyorum, diyordun.
Bense seni görmekten, konuşmaktan, son durumu öğrenmekten ölesiye korkuyordum.
Kork ama gel, demiştin.
Telefonun kapalı. İçimde yangın. Sonra rahatlama. Aradım, ulaşamadım. Ama ateş!
Kızının sesi: Bir aydır hastanede. İyi değil.
Kapıdayım.
Girme, diyor içimden bir ses. Girme!
Yıllarımız abanıyor zihnime. Giremem. Sahici iki dostun kahkahalarını işitiyorum ilkin, şiddetli tartışmalar sonra. Darılmalar, barışmalar, ağlaşmalar, gülüşmeler, omuz vermeler ve ayrı düşüş. araya giren mesafelerin bitiremediği o yanyanalık...Giremem.
Kızın şaşırıyor odaya girişime. Ona kentinde olduğumu söylememiştim. Yatağın ucu ve beyaz örtünün altındaki ayaklarını seçiyorum. Bakışlarımın korkaklığı geciktiriyor yüzünü görmeyi. Göz göze geliyoruz. Sen düş sanıyorsun, ben kabustayım.
Dökülmüş saçlarına - benim saçım dökülmez kızım, kemo filan sökmez saçlarımın dalganışına demiştin - incecik kalmış bedenine ve yüzünün solgunluğuna bakıyorum. Düş ve kabus ikimiz için de gerçeklikle yer değiştirdiği anda süzülüyor yanaklarımızdan yaşlar.
Kızında kınar bakışlar. Ağlama, diyor gözleri. Üzülüyor.
Mutluyum, diyorsun. Geldin.
Tutuyorum kendimi. Geldim ya, diyorum.
Bakışlarımız kenetleniyor. Elin elimde.
Şans işte, diyorsun.
Kabullen, diyor bakışların. Asla!
Yapacak bir şey kalmadı, diyorsun. Olmaz!
Bir daha gelme, diyorsun. Vedalaşalım. Hayır!
Yoruldu, diyor kızın. Git hadi.
Yarın geleceğim, diyorum çıkarken.
Yarın'ın veda olacağını biliyoruz.
Yarın beni tanımayacaksın! Yarın'da beni tanımıyorsun!
Morfin istemişsin her zamankinin aksine. Uyuşmak istedi, diyor kızın.
Orada olduğumun farkında olmak istemediğini, anlatıyor bakışları. Sizi yalnız bırakayım, diyor.
Sana bakıyorum. Bu yatağa çakılmış, gitmeyi bekleyen o yabancı değil baktığım. Şükür ki girdin yaşamıma, dediğim bu öleyazmış beden değil. Ona söyleyecek sözüm yok. Ona söyleyecek tek kelime bulamıyorum.
Şans işte, diye mırıldanıyorum durmaksızın. en fazla üç - dört hafta sürermiş artık!
Şans işte'ymiş!
Bilesin diye söylüyorum Mine, sevdiğim kahkahan üzerine yemin ederim ki o telefon çaldığında açmayacağım...
Mey
10 Mayıs 2015 Pazar
Durduğumda…
Daha önce durmuş muydum, hatırlamıyordum ama durmuş
olsaydım; salt durmaz, durma eyleminin dibine kadar sorardım: Niye durdum,
durmak mümkün mü, ne kadar duracağım, birden bire durabilmiş olmaya beni iten
şey nedir veya kimdir ve sorulabilir diğerleri.
Daha önce değildi oysa. Şimdiydi.
Sorum yoktu. Durmuştum.
İyi bir yerde durmamış olduğumu fark edene kadar geçen
zamanda, durmayı sevmiş olmam kimsenin kabahati değildi. Zaten, epeyce bir süre
de durduğum yer ile ilgili bir sıkıntım olmadı; durabilmenin bir deneyim olarak
getirdiklerini izlemeye dalıp gitmişliğimdendir belki de. Hareketsizlik ve
kımıldamayı bırakması sana ait ne varsa; görebilmenin üzerinde beklenmedik bir
etki yaratıyordu örneğin. Görmeyi hem çoğaltıyor hem azaltıyordu şaşırtıcı bir
biçimde. Baktığın yer sabit de ondan, diye açıklıyordum durumu kendime. Aynı
şeye ve aynı noktadan bakıp durmak çokça körleştirirken, bir o kadar da görünür
kılıyordu baktığın şeyi. Açıklamam umurumda değildi doğrusu. Acısı da eksik
olmayan tuhaf bir mutluluk içinde durup duruyordum.
Durduğumda, durmazdan önceki hayatımı düşünüyordum. Nasıl
bir insan olduğumu örneğin, sonra yapmaktan keyif aldığım şeyleri, sevdiğim
insanları, yerleri, şarkıları ve çiçekleri. Nasıl güldüğüm geliyordu aklıma
- ki güleç biriydim, bundan emindim
– gülmenin güzelliği bir de. Sevdiğim
kitapları düşünüyordum en çok. Ezberimde kalmış yerleri yineliyordum sık sık.
Şiiri boş veriyordum, durmuyorken de boş vermişliğimden. Oynak şarkılar
mırıldanıyor, nedensiz neşeleniyor; durmanın hem de o noktada durmanın şimdiye
kadarki en güzel eyleyişim olduğuna inanıyordum. Durmaktan cayayım diye sunulan
pek çok nedene gülümseyerek bakıyor; orada durmuş olmamın neresinin kötü
olduğunu anlamakta zorlanıyordum. Böyle iyiyim, diyordum. Olmam gereken
yerdeyim.
Sorum yoktu. Durmuştum.
Durmamın herhangi bir şeyi bekliyor olmamla ilgisi olup
olmadığını merak edenlerin sorularını geçiştirmeyi kısa zamanda öğrenmiştim. İnsan
durunca, daha hızlı öğreniyor. İçten içe bunu ben de merak edecek gibi
oluyorduysam da, gelip geçici bir heves gibi, parlayıp ardından derhal
sönüyordu merakım. Durmak, durma eyleminin dışında bir meşguliyeti kaldıramıyor
olmalıydı. Bekleyip beklemediğimin de bir önemi yoktu. Durmak beklemeyi de
kapsayacak genişlikteydi nasılsa.
Öylece durup dururken ben, düş gelip musallat olmasaydı
iyiydi ya. Ama olan şey olmuştur. Tuhaf bir
düşün yakama yapışıp, istenmezliğini görmezden gelerek yerleşmesi beklenmedik
bir durumdu. Durmanın doğalı budur belki, düşüncesiyle varlığını kabul etmeye
çalıştım. Zamanla alışabileceğimi söyledim kendime sık sık. İhtimal dışı olan,
bir düş’ün yokluğu olasılığının yaşamsal bir eksikliğe dönüşmesiydi. O da oldu.
Düş’üm ve ben, ilkin yan yana, ardından omuz omuza ve derken iç içe durduk. Birbirimizin
ayaklarını yerden keserek ve bunun yaşayabileceğimiz en dehşetli, en unutulmaz
an olduğunu bilerek durduk.
Nedenimiz yoktu. Durmuştuk.
Durduğumuzda baktığımız şeyin… Baktığımız şeyin bir önemi
yoktu. Onu baktığımız şey kılan
bakışımızın, bizim dışımızda kalan dünyada olup bitenlerin acısını yok saymadan
onu sarıp sarmalamaya çalışan yumuşaklığının kendiliğindenliği ve sahiciliğinin
verdiği sevinç dolu şaşkınlık dışında hiçbir şeyin önemi yoktu. İnsan kendi
bakışını göremez, itirazı mümkün ve mantıklıydı. İtiraz eden olmadıysa da, hazırlıklıydık
cevaba. İçimizin bakışımıza yansıyacağından bir an bile şüphemiz olmamıştı
çünkü.
Durduğumuzda, bizim dışımızdaki dünyadan soyutlanmış
olduğumuz iddiası, külliyen yalandır. İnsan durduğunda, üstelik içine yayılmış
bir düş’ün eşliğinde durduğunda, güzellik zıddını algılamaya çok daha meyilli
olur. En küçük acıyı, kabul edilebilir ve edilemez çirkinliği, insan türünün
alçaklığını, zalimliğini, kirlenmeyi gözler. Bencildir güzellik duygusu,
varlığını lekeleyebilecek her durumu kollar ki, oluşunu riske sokmasın. Kendine
dönük kaygısındandır ki, olup bitene daha çok acır içi. Hep daha çok acıdı
içimiz.
Aldırışsız değildik. Sadece durmuştuk.
Durduğumuzda, duruyor olmaktan ilk vazgeçip, pes eden
olacağıma yönelik öngörülere aklım yatmıyor değildi. Kendimden bekleyebileceğim
bir şey olurdu, yalan değil şimdi. Bir sabah uyandığımda, düş’ümün yokluğuna
şaşırmadım yine de. Bir düş’ün pes etmesinin akla yakın olup olmadığını da
sorgulamadım.
Sorum yoktu. Durmuştum.
Durduğumda baktığım şeyin… Baktığım şeyin hala bir önemi
yoktu. Düş’ün , bu kez onun içine yayılmış olması dışında…
Mey
Anna Gillespie
6 Mayıs 2015 Çarşamba
4 Mayıs 2015 Pazartesi
Bakışlarının Şekli ve Olmama Cesareti
İyi günleri olur insanın. Kötü olanları da elbet. Bilirim.
İyi ve kötünün birbirine muhtaçlığını. Şeytansız tanrıların olamayacağını
bildiğim gibi. Ve yine bilirim, birinin diğerinin yolunu açtığını. Yazgının
birbirini dinlendiren oyunbazlarıdır iyi ve kötü. Oynasınlar oyunlarını, alıp
veremediğim yok. Hayattan gelen düğün bayram bana. Asıl sorun, birinin yerini
diğerine değil de, boşluğa bırakması
olurdu. Yaşamaya dair en büyük korkulu öngörüm boşluk ihtimali olmuştur. İçinde
iyi ve / veya kötü barındırmayan devasa bir boşluk. Çünkü boşluk, esnektir;
çevrelediğinin şeklini alır ve onu kendine
- kendinden bir şeye ya da – dönüştürür.
İyi, lütuftur insan algısında.
Kötü’ye rıza gösterir.
Boşluk. İşte bu korkutucudur. Bilirim.
Bunları bilerek doğmadım elbette, diye geçiriyorum aklımdan.
Bunları hep bilerek doğmadım elbette’yi aklımdan geçirirken o mekanik sesin
ineceğim durağın yaklaştığını haber verdiğini fark edip, düşünceyi erteliyorum.
Toparlanıp, inmeye hazırlanıyorum. Ringi yakalayabilir miyim, sorusuyla saatime
bakıyorum. Mümkün. Tren durağa girerken yavaşlıyor, üniversiteliler iniş
kapısına yığılıyor, peşlerindeyim. Nihayet yer üstüne çıktığımda, esintili
bahar havasının yaydığı türlü kokuyla bir an sersemliyor, gözlerim de henüz
uyum sağlamadığı ışığın verdiği rahatsızlıkla hafifçe kısılıyor. Durak caddenin
karşısında. Görünürde otobüs yok. Beklemekle yürümek arasında kararsız, durağa
doğru ilerliyorum. Kesintiye uğramış düşüncenin canı bir sigara çekiyor. Caddenin
karşısına geçmek zor iş. Bu noktada genellikle büyük şehir belediyesine
küfredilir. Ediyorum. Benzer sözcükler ring bekleyen üniversitelilerin
durağının önünden geçerken kulağıma çarpıyor. Gülüyorum. Durağa ulaşır ulaşmaz,
kalabalıktan ringin epeydir gelmediğini anlıyorum. Bir sigara içimlik bekler,
gelmezse yürürüm diyorum kendime. Yürüyesim var aslında, neden yokuşa sürdüğümü
de bilmiyorum. Çantamdan sigarayı çıkarmak için verdiğim uğraşın bir benzerini
çakmak için verirken, duraktaki kadınlardan birinin bakışlarının beğenmezlikle
üstüme kilitlenmiş olduğunu fark ediyorum. Gülemem, ağzımda henüz yakmadığım
bir sigara var. İyilik ve kötülük birer algı meselesidir sadece, diye araya
giriyor düşüncem. Yersiz. Dur bir şimdi. Çakmak yok. Semt sakinlerinin, geciken
ring ve belediye hakkındaki nazik eleştiri cümleleri işitiliyor bir yandan. Çantanın
az önce kontrol ettiğim kısmına tekrar uzanan parmaklarım çakmağın kaygan,
metalik zeminine değiyor. Çıkarıp sigaramı ateşliyorum. Yan gözle süzülüşüme
aldırmadan savuruyorum ilk nefesin dumanını. İyi geliyor. Ciğerlerinin aynı
fikirde olduğunu sanmam, diye araya giriyor düşüncem. Susturulmaktan haz
etmemiş besbelli. Peki, diyorum. Yürüyelim.
Hafif bir yokuş var önümde. İyi ve kötü ile işimiz bitti
sanıyordum ya, aklıma düşüveriyor geçen gece okuduğum o cümle: “ Diyalektik,
bir tür protez diş!” Bunu bir tür boşluk övgüsü olarak algılayışımın nedenini
henüz bilmiyorum. Ana caddeyi tüketip,
bahçeleri çiçeğe boyanmış evlerin sıralandığı ara sokaklara dalana kadar cümle
defalarca tekrarlanıyor zihnimce. Gözüm çiçeklerin göz alıcı renklerine
takılıyor. Daha dün çoraktı bu bahçeler, sararmış otlar titriyordu ayazın zalim
keskinliğinde. Leylak kokusu sarıveriyor bir sokaktan diğerine saptığımda. İçimin
kabardığını hissediyorum. İşte bak, diyor o esnada düşüncem. İyilik de kötülük
de olduğun yerle ilgili. Bazı insanlar bazı sokaklardan hiç geçmez. Veya geçemez.
Bunların hiçbirine itirazım yok. Nasıl olsun? Benim derdim boşlukla.
Boşluk düşüncesinin zihnimde giderek belirgin ve yinelenen
bir korkuya dönüşmesinin, aslında diyalektiğe inancımın zayıflamasıyla ilgisi
olup olmadığını soracak gibi oluyorum. Cıvıldaşan kuşlar dikkatimi dağıtıyor. Çevredeki
ağaçlara bakınıyorum görebilmek için, görünürde bir tanesi bile yok. İşitilebiliyor
olman yetmeli, diyorum. Görmek, lüks.
Bahçeli güzel evlerin yanından geçiyorum, şık eşofmanlı
insanların yürüyüş yaptıkları parkların kıyısından. Baharın her türlü kokusunu
burada, bu mahallede mümkün kılmış güçlülüğün tiksindirici burnu büyüklüğünün sokaklarını
adımlıyorum. Çiçeklerin renkleri, kuşların ötüşü, ağaçlardan yayılan koku mide
bulandırıcı bir pişmanlığa dönüşüyor evimin sokağı uzaktan görünür oldukça. Otobüsü
beklemeydim, diyorum. Çünkü diyalektik, ‘ bir tür protez diş’.
Böyle böyle yaklaşıyoruz birbirimize. Boşluk ve ben. Ve anlıyorum. Bildiklerimin bir kısmının
hepten yanlışlığını. Boşluktan korkmaz insan. Tarafından çevrelenip, ona
dönüştüğünde alacağı şekli merak eder olsa olsa. Zihnimdeki onulmaz kaşıntı
şiddetini artırıyor bu sıra. Evimin önündeyim. Anahtarımı çıkarırken beni bu
noktaya sürükleyen düşünceme fısıldıyorum: bakışlarının şeklini de alırmış,
hazır mısın?
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)