30 Mayıs 2015 Cumartesi

İyicil.../ Haiku

Ağır ağır sarıyor,
iyicil bir bulut kentini.
Bunalma!
Unutuş indirecekmiş göğ' ( s) üne...


Mey




25 Mayıs 2015 Pazartesi

Biri / Monad…

Gerçekte bir zaman algısı olabilir miydi yoksa kadın ve çocuğun rutinlerine bağlı yapay bir algı mı oluşturmuştu, bundan emin değil Biri. Onların uyanma dedikleri eylemle başlayanın gün olduğunu biliyor. Eve döndüklerinde yaklaşan akşamın ardında, gece denilen – kendine has bir dokunaklılık içerdiğinden emin olduğu- zaman dilimini sakladığını da biliyor. Onlar uyanıyorlar, çıkıp bir yerlere gidiyorlar ve ardından geri dönüyorlar. Müzik geliyor gelişleriyle. Bir şey geçiyor, bir şey geçmiyor. Çocuk, Biri’nin masumiyet dendiğinde tek aklına gelen şey olan, uykulara yatıyor. Kadın, Biri için aynı anda hem çekim hem de çekince olan o odaya kapanıyor. Bir şey geçiyor, bir şey geçmiyor. Kalıcı olan, tınısı değişse de müzik oluyor.

Yapay ya da değil, zaman algısı geçen bir şeylerle geçmeyen bir şeyler arasına gerili Biri’nin. Örneğin, bir varsayımlar yumağından ibaret olan düşüncelerinin. Günden güne çoğalan sorularına yanıt diye ürettiği varsayımların bir kısmı, meyilli sokaklardan akıp giden su gibi. Bir kısmı, baharın yumuşağıyla çağlayacak buz parçacıkları gibi çakılı zihninde. Evet, artık belledik: Bir şey geçiyor, bir şey geçmiyor. İnanmaya hevesli olduğu varsayımlarını birer olgu olarak kabul etme meylinin tehlikesinin farkında olmaya yanaşmayan bir inatçılığı var Biri’nin.

Bütününü yitirmiş – belki önemsiz ama belki de hayati – bir parça olduğundan neredeyse emin. Kadında varlığını enikonu hissettiren eksiklik, ona ait olduğu fikrine saplanıp kalmasına neden olsa da, bir yandan bir başkasına da ait olabileceği fikrini göz ardı etmemesi gerektiğini biliyor. O parça neydiyse, edilgen olmadığından emin. Yapabildiklerine dayandırıyor bu kesin inancı. Kadına ait olduğu fikri, gelen gidenin, çocuğun hatta kedinin Biri’nin artık kendisine ait gördüğü alanın temizlenip, değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin önerilerinin, kadın tarafından her seferinde etkili veya etkisiz bahanelerle öteleniyor oluşunu gözlemesiyle güçleniyor. Varlığımın farkında, diye düşünüyor Biri. Ya kendi de aynını yaptığından, bir başka insan tarafından buraya tıkıldığımı sezdi; ya da bizzat kendi beni kendinden koparıp buraya attı.

Bir ruha sahip olduğunu, değilse de ruhani bir şeyden pay aldığını düşünecek kadar ileri gidebilir artık. İkincisi daha akla yatkın geliyor. Ancak diğer parçalarla bir aradayken, gerçek anlamını kazanacak ruhani bir parçacık. Reddedilmiş bir monad. İçindeki ezilmeye karşın varsayımına sıkı sıkıya yapışıyor. Bilse adına, tamamlanmaya duyulan özlem, derdi. Henüz bilmiyor. Varken nasıl olduğunu bilmediğiniz bir şeyin yokluğunu hissetmekte olduğunu iddia etmenin akıl dışı olduğunu ona söyleyecek kimse yok. Kadına ait değilse bile, ondaki küçük kendindeki büyük eksikliğin birbirlerinde tamama ereceği ihtimali en yeni heyecanı. Ruhundan çekip koparmış olsa da Biri’ni, o boşluğa – yapabilirse –  resmi bütünleyecek bir puzzle parçası gibi oturacağından emin. İstenmeyişini aklına getirecek gibi değil o anda. Yurduna kavuşma ihtimali belirmiş bir sürgünün, gurbet tutmasını yaşıyor tüm zihni.

Kapı sesi, zaman algısını harekete geçiriyor. Nasıl geçeceği belirsiz bir geceyi eteklerinin ucunda saklayan akşamı hissediyor. Çocuğun gülerek anlattığı hikâyeye kulak kabartmak için kapıya yaklaştığında, önce müziğin sesi duyulur oluyor ardından da daha önce sormadığı bir soru düşüyor aklına: Peki kadın,  artık var olmadığım o yerde bıraktığım boşluğu, doldurmuş olabilir mi? Cevabı bir yana bırakalım, sorunun kendisi başlı başına bir kıvranış bırakıyor Biri’nin zihninde. Müziği işitmez oluyor. Bir şey geçiyor, bir şey geçmiyor...


Mey




22 Mayıs 2015 Cuma

Can Sıkıntısı...

Bir solukta içine çekti: emdi.
Göğ'ümü.
Şimdi, hiç ve boş.
Canı sıkılıyor baktıkça.
Benim de...Baktıkça...
Benim de...


Mey



18 Mayıs 2015 Pazartesi

Çok Kişisel Bir Veda Reddi...

Mine'me...


Sözleşmiştik.
Sen gelemezsen, ben sana gelecektim. Seni görmek istiyorum, diyordun.
Bense seni görmekten, konuşmaktan, son durumu öğrenmekten ölesiye korkuyordum.
Kork ama gel, demiştin.
Telefonun kapalı. İçimde yangın. Sonra rahatlama. Aradım, ulaşamadım. Ama ateş!
Kızının sesi: Bir aydır hastanede. İyi değil.
Kapıdayım.
Girme, diyor içimden bir ses. Girme!
Yıllarımız abanıyor zihnime. Giremem. Sahici iki dostun kahkahalarını işitiyorum ilkin, şiddetli tartışmalar sonra. Darılmalar, barışmalar, ağlaşmalar, gülüşmeler, omuz vermeler ve ayrı düşüş. araya giren mesafelerin bitiremediği o yanyanalık...Giremem.
Kızın şaşırıyor odaya girişime. Ona kentinde olduğumu söylememiştim. Yatağın ucu ve beyaz örtünün altındaki ayaklarını seçiyorum. Bakışlarımın korkaklığı geciktiriyor yüzünü görmeyi. Göz göze geliyoruz. Sen düş sanıyorsun, ben kabustayım.
Dökülmüş saçlarına - benim saçım dökülmez kızım, kemo filan sökmez saçlarımın dalganışına demiştin - incecik kalmış bedenine ve yüzünün solgunluğuna bakıyorum. Düş ve kabus ikimiz için de gerçeklikle yer değiştirdiği  anda süzülüyor yanaklarımızdan yaşlar.
Kızında kınar bakışlar. Ağlama, diyor gözleri. Üzülüyor.
Mutluyum, diyorsun. Geldin.
Tutuyorum kendimi. Geldim ya, diyorum.
Bakışlarımız kenetleniyor. Elin elimde.
Şans işte, diyorsun.
Kabullen, diyor bakışların. Asla!
Yapacak bir şey kalmadı, diyorsun. Olmaz!
Bir daha gelme, diyorsun. Vedalaşalım. Hayır!
Yoruldu, diyor kızın. Git hadi.
Yarın geleceğim, diyorum çıkarken.
Yarın'ın veda olacağını biliyoruz.
Yarın beni tanımayacaksın! Yarın'da beni tanımıyorsun!
Morfin istemişsin her zamankinin aksine. Uyuşmak istedi, diyor kızın.
Orada olduğumun farkında olmak istemediğini, anlatıyor bakışları. Sizi yalnız bırakayım, diyor.
Sana bakıyorum. Bu yatağa çakılmış, gitmeyi bekleyen o yabancı değil baktığım. Şükür ki girdin yaşamıma, dediğim bu öleyazmış beden değil. Ona söyleyecek sözüm yok. Ona söyleyecek tek kelime bulamıyorum.
Şans işte, diye mırıldanıyorum durmaksızın. en fazla üç - dört hafta sürermiş artık!
Şans işte'ymiş!
Bilesin diye söylüyorum Mine, sevdiğim kahkahan üzerine yemin ederim ki o telefon çaldığında açmayacağım...

Mey




10 Mayıs 2015 Pazar

Durduğumda…

Daha önce durmuş muydum, hatırlamıyordum ama durmuş olsaydım; salt durmaz, durma eyleminin dibine kadar sorardım: Niye durdum, durmak mümkün mü, ne kadar duracağım, birden bire durabilmiş olmaya beni iten şey nedir veya kimdir ve sorulabilir diğerleri.
Daha önce değildi oysa. Şimdiydi.

Sorum yoktu. Durmuştum.

İyi bir yerde durmamış olduğumu fark edene kadar geçen zamanda, durmayı sevmiş olmam kimsenin kabahati değildi. Zaten, epeyce bir süre de durduğum yer ile ilgili bir sıkıntım olmadı; durabilmenin bir deneyim olarak getirdiklerini izlemeye dalıp gitmişliğimdendir belki de. Hareketsizlik ve kımıldamayı bırakması sana ait ne varsa; görebilmenin üzerinde beklenmedik bir etki yaratıyordu örneğin. Görmeyi hem çoğaltıyor hem azaltıyordu şaşırtıcı bir biçimde. Baktığın yer sabit de ondan, diye açıklıyordum durumu kendime. Aynı şeye ve aynı noktadan bakıp durmak çokça körleştirirken, bir o kadar da görünür kılıyordu baktığın şeyi. Açıklamam umurumda değildi doğrusu. Acısı da eksik olmayan tuhaf bir mutluluk içinde durup duruyordum.

Durduğumda baktığım şey… Baktığım şeyin bir önemi yoktu aslında. Bunu fark etmemle, durduğum yerin münasipsizliğini anlamam aynı zamana denk düşüyor. Ama olan şey olmuştur. Geri alınamaz, berbat bir güzellik duygusunu içime çeke çeke duruyordum işte.

Durduğumda, durmazdan önceki hayatımı düşünüyordum. Nasıl bir insan olduğumu örneğin, sonra yapmaktan keyif aldığım şeyleri, sevdiğim insanları, yerleri, şarkıları ve çiçekleri. Nasıl güldüğüm geliyordu aklıma -  ki güleç biriydim, bundan emindim –  gülmenin güzelliği bir de. Sevdiğim kitapları düşünüyordum en çok. Ezberimde kalmış yerleri yineliyordum sık sık. Şiiri boş veriyordum, durmuyorken de boş vermişliğimden. Oynak şarkılar mırıldanıyor, nedensiz neşeleniyor; durmanın hem de o noktada durmanın şimdiye kadarki en güzel eyleyişim olduğuna inanıyordum. Durmaktan cayayım diye sunulan pek çok nedene gülümseyerek bakıyor; orada durmuş olmamın neresinin kötü olduğunu anlamakta zorlanıyordum. Böyle iyiyim, diyordum. Olmam gereken yerdeyim.

Sorum yoktu. Durmuştum.

Durmamın herhangi bir şeyi bekliyor olmamla ilgisi olup olmadığını merak edenlerin sorularını geçiştirmeyi kısa zamanda öğrenmiştim. İnsan durunca, daha hızlı öğreniyor. İçten içe bunu ben de merak edecek gibi oluyorduysam da, gelip geçici bir heves gibi, parlayıp ardından derhal sönüyordu merakım. Durmak, durma eyleminin dışında bir meşguliyeti kaldıramıyor olmalıydı. Bekleyip beklemediğimin de bir önemi yoktu. Durmak beklemeyi de kapsayacak genişlikteydi nasılsa.
Öylece durup dururken ben, düş gelip musallat olmasaydı iyiydi ya.  Ama olan şey olmuştur. Tuhaf bir düşün yakama yapışıp, istenmezliğini görmezden gelerek yerleşmesi beklenmedik bir durumdu. Durmanın doğalı budur belki, düşüncesiyle varlığını kabul etmeye çalıştım. Zamanla alışabileceğimi söyledim kendime sık sık. İhtimal dışı olan, bir düş’ün yokluğu olasılığının yaşamsal bir eksikliğe dönüşmesiydi. O da oldu. Düş’üm ve ben, ilkin yan yana, ardından omuz omuza ve derken iç içe durduk. Birbirimizin ayaklarını yerden keserek ve bunun yaşayabileceğimiz en dehşetli, en unutulmaz an olduğunu bilerek durduk.

Nedenimiz yoktu. Durmuştuk.

Durduğumuzda baktığımız şeyin… Baktığımız şeyin bir önemi yoktu.  Onu baktığımız şey kılan bakışımızın, bizim dışımızda kalan dünyada olup bitenlerin acısını yok saymadan onu sarıp sarmalamaya çalışan yumuşaklığının kendiliğindenliği ve sahiciliğinin verdiği sevinç dolu şaşkınlık dışında hiçbir şeyin önemi yoktu. İnsan kendi bakışını göremez, itirazı mümkün ve mantıklıydı. İtiraz eden olmadıysa da, hazırlıklıydık cevaba. İçimizin bakışımıza yansıyacağından bir an bile şüphemiz olmamıştı çünkü.

Durduğumuzda, bizim dışımızdaki dünyadan soyutlanmış olduğumuz iddiası, külliyen yalandır. İnsan durduğunda, üstelik içine yayılmış bir düş’ün eşliğinde durduğunda, güzellik zıddını algılamaya çok daha meyilli olur. En küçük acıyı, kabul edilebilir ve edilemez çirkinliği, insan türünün alçaklığını, zalimliğini, kirlenmeyi gözler. Bencildir güzellik duygusu, varlığını lekeleyebilecek her durumu kollar ki, oluşunu riske sokmasın. Kendine dönük kaygısındandır ki, olup bitene daha çok acır içi. Hep daha çok acıdı içimiz.

Aldırışsız değildik. Sadece durmuştuk.

Durduğumuzda, duruyor olmaktan ilk vazgeçip, pes eden olacağıma yönelik öngörülere aklım yatmıyor değildi. Kendimden bekleyebileceğim bir şey olurdu, yalan değil şimdi. Bir sabah uyandığımda, düş’ümün yokluğuna şaşırmadım yine de. Bir düş’ün pes etmesinin akla yakın olup olmadığını da sorgulamadım.

Sorum yoktu. Durmuştum.

Durduğumda baktığım şeyin… Baktığım şeyin hala bir önemi yoktu. Düş’ün , bu kez onun içine yayılmış olması dışında…



Mey



                                                        Anna Gillespie

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Ağaç.../ Haiku

uykusu deli bir ağaç,
rüya diziyor  dallarına
- senin için -
baharına çiçek olacaklar...


Mey




4 Mayıs 2015 Pazartesi

Bakışlarının Şekli ve Olmama Cesareti

İyi günleri olur insanın. Kötü olanları da elbet. Bilirim. İyi ve kötünün birbirine muhtaçlığını. Şeytansız tanrıların olamayacağını bildiğim gibi. Ve yine bilirim, birinin diğerinin yolunu açtığını. Yazgının birbirini dinlendiren oyunbazlarıdır iyi ve kötü. Oynasınlar oyunlarını, alıp veremediğim yok. Hayattan gelen düğün bayram bana. Asıl sorun, birinin yerini diğerine değil de,  boşluğa bırakması olurdu. Yaşamaya dair en büyük korkulu öngörüm boşluk ihtimali olmuştur. İçinde iyi ve / veya kötü barındırmayan devasa bir boşluk. Çünkü boşluk, esnektir; çevrelediğinin şeklini alır ve onu kendine  - kendinden bir şeye ya da – dönüştürür.

İyi, lütuftur insan algısında.
Kötü’ye rıza gösterir.
Boşluk. İşte bu korkutucudur. Bilirim.

Bunları bilerek doğmadım elbette, diye geçiriyorum aklımdan. Bunları hep bilerek doğmadım elbette’yi aklımdan geçirirken o mekanik sesin ineceğim durağın yaklaştığını haber verdiğini fark edip, düşünceyi erteliyorum. Toparlanıp, inmeye hazırlanıyorum. Ringi yakalayabilir miyim, sorusuyla saatime bakıyorum. Mümkün. Tren durağa girerken yavaşlıyor, üniversiteliler iniş kapısına yığılıyor, peşlerindeyim. Nihayet yer üstüne çıktığımda, esintili bahar havasının yaydığı türlü kokuyla bir an sersemliyor, gözlerim de henüz uyum sağlamadığı ışığın verdiği rahatsızlıkla hafifçe kısılıyor. Durak caddenin karşısında. Görünürde otobüs yok. Beklemekle yürümek arasında kararsız, durağa doğru ilerliyorum. Kesintiye uğramış düşüncenin canı bir sigara çekiyor. Caddenin karşısına geçmek zor iş. Bu noktada genellikle büyük şehir belediyesine küfredilir. Ediyorum. Benzer sözcükler ring bekleyen üniversitelilerin durağının önünden geçerken kulağıma çarpıyor. Gülüyorum. Durağa ulaşır ulaşmaz, kalabalıktan ringin epeydir gelmediğini anlıyorum. Bir sigara içimlik bekler, gelmezse yürürüm diyorum kendime. Yürüyesim var aslında, neden yokuşa sürdüğümü de bilmiyorum. Çantamdan sigarayı çıkarmak için verdiğim uğraşın bir benzerini çakmak için verirken, duraktaki kadınlardan birinin bakışlarının beğenmezlikle üstüme kilitlenmiş olduğunu fark ediyorum. Gülemem, ağzımda henüz yakmadığım bir sigara var. İyilik ve kötülük birer algı meselesidir sadece, diye araya giriyor düşüncem. Yersiz. Dur bir şimdi. Çakmak yok. Semt sakinlerinin, geciken ring ve belediye hakkındaki nazik eleştiri cümleleri işitiliyor bir yandan. Çantanın az önce kontrol ettiğim kısmına tekrar uzanan parmaklarım çakmağın kaygan, metalik zeminine değiyor. Çıkarıp sigaramı ateşliyorum. Yan gözle süzülüşüme aldırmadan savuruyorum ilk nefesin dumanını. İyi geliyor. Ciğerlerinin aynı fikirde olduğunu sanmam, diye araya giriyor düşüncem. Susturulmaktan haz etmemiş besbelli. Peki, diyorum. Yürüyelim.

Hafif bir yokuş var önümde. İyi ve kötü ile işimiz bitti sanıyordum ya, aklıma düşüveriyor geçen gece okuduğum o cümle: “ Diyalektik, bir tür protez diş!” Bunu bir tür boşluk övgüsü olarak algılayışımın nedenini henüz bilmiyorum.  Ana caddeyi tüketip, bahçeleri çiçeğe boyanmış evlerin sıralandığı ara sokaklara dalana kadar cümle defalarca tekrarlanıyor zihnimce. Gözüm çiçeklerin göz alıcı renklerine takılıyor. Daha dün çoraktı bu bahçeler, sararmış otlar titriyordu ayazın zalim keskinliğinde. Leylak kokusu sarıveriyor bir sokaktan diğerine saptığımda. İçimin kabardığını hissediyorum. İşte bak, diyor o esnada düşüncem. İyilik de kötülük de olduğun yerle ilgili. Bazı insanlar bazı sokaklardan hiç geçmez. Veya geçemez. Bunların hiçbirine itirazım yok. Nasıl olsun? Benim derdim boşlukla.

Boşluk düşüncesinin zihnimde giderek belirgin ve yinelenen bir korkuya dönüşmesinin, aslında diyalektiğe inancımın zayıflamasıyla ilgisi olup olmadığını soracak gibi oluyorum. Cıvıldaşan kuşlar dikkatimi dağıtıyor. Çevredeki ağaçlara bakınıyorum görebilmek için, görünürde bir tanesi bile yok. İşitilebiliyor olman yetmeli, diyorum. Görmek,  lüks.

Bahçeli güzel evlerin yanından geçiyorum, şık eşofmanlı insanların yürüyüş yaptıkları parkların kıyısından. Baharın her türlü kokusunu burada, bu mahallede mümkün kılmış güçlülüğün tiksindirici burnu büyüklüğünün sokaklarını adımlıyorum. Çiçeklerin renkleri, kuşların ötüşü, ağaçlardan yayılan koku mide bulandırıcı bir pişmanlığa dönüşüyor evimin sokağı uzaktan görünür oldukça. Otobüsü beklemeydim, diyorum. Çünkü diyalektik, ‘ bir tür protez diş’.

Böyle böyle yaklaşıyoruz birbirimize. Boşluk ve ben.  Ve anlıyorum. Bildiklerimin bir kısmının hepten yanlışlığını. Boşluktan korkmaz insan. Tarafından çevrelenip, ona dönüştüğünde alacağı şekli merak eder olsa olsa. Zihnimdeki onulmaz kaşıntı şiddetini artırıyor bu sıra. Evimin önündeyim. Anahtarımı çıkarırken beni bu noktaya sürükleyen düşünceme fısıldıyorum: bakışlarının şeklini de alırmış, hazır mısın?


Mey