Kelebekler gitmiş, orada öylece, yüzüm boynunda
kalakalmıştık. Bir şey – ama ne? – durmuş gibi. Zaman olabilir, diye düşünen
hangimiziz, o belirsiz. Bellek durmuştur belki, düşüncesi şöyle bir geçip
gidiyor zihnimden, o aklımda kalmış. Ömrümüz boyunca anımsayacağımız tek bir an
kalmıştır belki. Yanılıyorum elbette!
Aşağıyı, az önce bizi nasıl da büyülediklerini umursamadan
çekip gitmiş kelebeklerin su içtiği göletin yanını işaret eden parmağını da
anımsıyorum. Az kemikli, incemsi ve uzun. Oraya gidelim, diyorsun sesinde
rüyanın sona erebileceğine ilişkin hafif bir endişe tınısı var. Elin elimde,
ayaklarımı kaymamak için hafif yan basarak peşin sıra aşağı iniyordum.
Düşmekten korkmadığımı biliyorsun ya, yine de avuçların elimi hapsetmiş sıkıyorsun.
Kıyıdaki geniş gövdeli ağacın yanında duruyoruz.
Aydınlanmaya yüz tutmuş havanın da acelesi yok gibi, rüyanın da. Ağacın türü
ikimize de yabancı, varlık nedeni ise değil. Olmaya ramak kalmış sabahın serini
de başka bir neden. Sanki.
Serin, diyorum. Başını sallıyorsun. Bir bildiği olan
yalnızca kelebekler olamaz.
Battaniye. Soluk kahverengi, yumuşak ve sıcak.
Sırtına geçirip, iki ucunu tutarak ağacın dibine,
bacaklarını iki yana açarak oturuyorsun. Sırtın ağacın gövdesine yaslı.
Kanatlarını sonuna dek açmış bir kuş gibi açılarak yer gösteriyorsun. Oturuyorum.
Senin başın ağacın gövdesine, benim sırtım senin göğsüne yaslı. Açtığın kolları
kapatıyorsun bu sıra. Battaniyenin sıcağı, sıcağımıza karışıyor.
Sabaha az kaldı, diyorum sırf sesin var mı, merakımdan.
Rüya bitecek, diyorsun.
İyice yaslanıyorum sana. Saçımda küçük bir öpücük.
Yanılıyorsun elbette!
Rüya sürüyor…