“Ürperten
yaralara çıplak
Havaların değmesi
Acır. “ B. Necatigil
Havaların değmesi
Acır. “ B. Necatigil
Epey eski bir iz gibi duruyor, dedi. Gözümle kaşım
arasındaki o incecik çizgi. Eskiydi. Tespitmiş gibi görünen sorusuna cevap
bekler gibi bakıyordu. Elimi kaldırıp sorunun nesnesine, o eski yara izine
dokunmayı, yerinde durup durmadığından emin olmayı ister gibiydim. Beni
durduran neydi bilmiyorum ama son anda dokunmaktan vazgeçip yaranın oldukça
eski olduğunu söylemekle yetindim. Konu
kapansın istiyordum. Yapmaktan son anda vazgeçtiğimi yapacağını ise
düşünmemiştim. Uzandı ve dokundu. Gözlerim kendiliğinden kapanırken, teması
buyur eden tenim, bir dokunuşun parmaklarının şefkatle titreyebileceğini
şaşkınlıkla fark ediyordu. Uzun süren temasın içine yerleştirilmiş kısa bir
soru geldi ardından: Nasıl oldu bu?
Nasıl oldu bu, diye bağıran annemin sesiydi beni asıl
korkutan, başımıza toplanmış komşuların Allah korumuş gözüne bir şey olmamış,
yorumları annemim sesinin daha da yükselmesine, az önce dallarına çarpa çarpa
tepesinden düştüğüm ağacın dibinde yatmakta olan zedelenmiş bedenimdeki
sızıları olduğundan daha yoğun hissetmeme neden oluyordu. Annemim korku dolu
gözlerindeki panik yatışmaya başladıkça, kaşımın altında açılmış yaradan sızan
kanın yüzümden boynuma doğru yol alıyor olduğunun farkına varıyordum. İz kalmasa
bari diyen çokbilmiş kadınlardan hiçbirinin ama en çok da annemin beni kucağına
almaya, yattığım yerden kaldırmaya yeltenmemesi yerine o çok sevdiğim ağacın beni
koynundan atışına hayıflanıyordum. Sevdiğince itelenmenin açtığı yaranın çok
acıyacağını küçük yaşta öğrendim ben. Günler süren iz kalacak mı kalmayacak mı
tartışmalarının, annemin ağaçlara tırmanmam konusunda koyduğu yasağın, düşmenin
etkisiyle berelenmiş bedenimin ve kaşımın hemen altına atılan üç dikişin bile
önüne geçemediği o atılmışlık hissi ile bahçedeki ağaçları bir süre küskünlükle
izledim. Ağaçların soyundan geldiğine
inanan ilk kadın değildim ve sonuncusu da olmayacaktım. Düşmeye devam ettim.
Ağaca değil kendime küstüğümden bahsetmedim ona. Karşısına çıkarmaya cesaret edebildiğim ilk
adamın, yaramaz bir çocuk olup olmadığımı sorması üzerine annemin beni mutfağa
çekip, daha koskoca yara izini görmemiş,
hayır gelmez bundan, deyişini anlattım bunun yerine. Gülüştük. Komşu kadınların endişesi, yüzündeki efsunkâr
olmuş bana kalırsa, dediğini işitmemiş gibi davranırken tepelere doğru dallar
incelir uyarısını aklımda tutabilmenin yollarını aramaktaydım.
Kendi yarasına dokunmaktan, dokunurken kendini acıtmaktan
haz duyan insanlardan olmadım hiç. Yarayla oynama, iz kalır uyarıları değildi
buna sebep. İz bırakmayan yara olmayacağını erken yaşlarda öğrenmişliğime ek, onu
kendinden bilmedikçe iyileşmeyeceğinin ve dokunmanın sende olanı dışlaştırmaktan
başka işe yaramayacağının bilgisiydi temassızlığı mümkün kılan. Bir başkasının
dokunuşuna ise alışık değildim.
Bastığım en ince dal olduğunu görmezden gelerek, kaşımdaki
yara izine bir kez daha uzanmakta olan, o eli tutup parmak uçlarından öpmemin
tek açıklaması vardı: Ağaçların soyundan
geldiğine inanan ilk kadın değildim, sonuncusu da olmayacaktım. Düşmeye devam
edebilirdim.
Melek Ekim Yıldız / Mey