22 Nisan 2018 Pazar

Sus-pus

Sabahına yetişemeyen
öykünün,
karanlık korkusu
bu:
- işitiyorsun -
Sus
pus.
Cılız işte hepten ışık.
- gözün üstünde -
Görmüyorsun.
Bir söz, bir boynundan öpüş,
teninde bir diğer ten kurgudan
- elin boynunda,
hissetmiyorsun -
Yine de
günü, bir de geceyi kaplayacak cüreti öykünün
- biliyorsun -
Sen bildiğine gülünce,
öyle elin boynunda
ağızda sus, kalpte pus
genişliyor.
- sığmıyorsun -

Mey



8 Nisan 2018 Pazar

İZ


“Ürperten yaralara çıplak
Havaların değmesi
Acır. “ B. Necatigil

Epey eski bir iz gibi duruyor, dedi. Gözümle kaşım arasındaki o incecik çizgi. Eskiydi. Tespitmiş gibi görünen sorusuna cevap bekler gibi bakıyordu. Elimi kaldırıp sorunun nesnesine, o eski yara izine dokunmayı, yerinde durup durmadığından emin olmayı ister gibiydim. Beni durduran neydi bilmiyorum ama son anda dokunmaktan vazgeçip yaranın oldukça eski olduğunu söylemekle yetindim.  Konu kapansın istiyordum. Yapmaktan son anda vazgeçtiğimi yapacağını ise düşünmemiştim. Uzandı ve dokundu. Gözlerim kendiliğinden kapanırken, teması buyur eden tenim, bir dokunuşun parmaklarının şefkatle titreyebileceğini şaşkınlıkla fark ediyordu. Uzun süren temasın içine yerleştirilmiş kısa bir soru geldi ardından: Nasıl oldu bu?

Nasıl oldu bu, diye bağıran annemin sesiydi beni asıl korkutan, başımıza toplanmış komşuların Allah korumuş gözüne bir şey olmamış, yorumları annemim sesinin daha da yükselmesine, az önce dallarına çarpa çarpa tepesinden düştüğüm ağacın dibinde yatmakta olan zedelenmiş bedenimdeki sızıları olduğundan daha yoğun hissetmeme neden oluyordu. Annemim korku dolu gözlerindeki panik yatışmaya başladıkça, kaşımın altında açılmış yaradan sızan kanın yüzümden boynuma doğru yol alıyor olduğunun farkına varıyordum. İz kalmasa bari diyen çokbilmiş kadınlardan hiçbirinin ama en çok da annemin beni kucağına almaya, yattığım yerden kaldırmaya yeltenmemesi yerine o çok sevdiğim ağacın beni koynundan atışına hayıflanıyordum. Sevdiğince itelenmenin açtığı yaranın çok acıyacağını küçük yaşta öğrendim ben. Günler süren iz kalacak mı kalmayacak mı tartışmalarının, annemin ağaçlara tırmanmam konusunda koyduğu yasağın, düşmenin etkisiyle berelenmiş bedenimin ve kaşımın hemen altına atılan üç dikişin bile önüne geçemediği o atılmışlık hissi ile bahçedeki ağaçları bir süre küskünlükle izledim.  Ağaçların soyundan geldiğine inanan ilk kadın değildim ve sonuncusu da olmayacaktım. Düşmeye devam ettim.

Ağaca değil kendime küstüğümden bahsetmedim ona.  Karşısına çıkarmaya cesaret edebildiğim ilk adamın, yaramaz bir çocuk olup olmadığımı sorması üzerine annemin beni mutfağa çekip,  daha koskoca yara izini görmemiş, hayır gelmez bundan, deyişini anlattım bunun yerine. Gülüştük.  Komşu kadınların endişesi, yüzündeki efsunkâr olmuş bana kalırsa, dediğini işitmemiş gibi davranırken tepelere doğru dallar incelir uyarısını aklımda tutabilmenin yollarını aramaktaydım.
Kendi yarasına dokunmaktan, dokunurken kendini acıtmaktan haz duyan insanlardan olmadım hiç. Yarayla oynama, iz kalır uyarıları değildi buna sebep. İz bırakmayan yara olmayacağını erken yaşlarda öğrenmişliğime ek, onu kendinden bilmedikçe iyileşmeyeceğinin ve dokunmanın sende olanı dışlaştırmaktan başka işe yaramayacağının bilgisiydi temassızlığı mümkün kılan. Bir başkasının dokunuşuna ise alışık değildim.

Bastığım en ince dal olduğunu görmezden gelerek, kaşımdaki yara izine bir kez daha uzanmakta olan, o eli tutup parmak uçlarından öpmemin tek açıklaması vardı:  Ağaçların soyundan geldiğine inanan ilk kadın değildim, sonuncusu da olmayacaktım. Düşmeye devam edebilirdim.

Melek Ekim Yıldız / Mey





2 Nisan 2018 Pazartesi

BİR MEKTUP ATANIN

Demini aldığı kokusundan belliydi. Taze demlenmiş çayın kokusunu içine çekiyordu ki bahçe kapısının çıngırağının sesi duyuldu. Sabah sabah kim acaba, merakıyla elindeki havluyu bırakmadan açtı dış kapıyı ve postacının gülümseyen yüzünü görerek şaşırdı. Kocaman bir gülümseyiş vardı postacının yüzünde. Bahçe kapısına mektuplar için astığı sepetin yerinde olup olmadığını kontrol etti ister istemez. Koyduğu yerde duruyordu sepet. O halde? Bu sırada günaydın diye şakıdı postacı. Şaşkınlığını üzerinden atamamışken, bu günaydın daha da anlamsız geldi. Günaydınına karşılık verdi yine de ona doğru ilerlerken. Komşu bahçeden gelen leylak kokusu o sırada çarptı burnuna. Sersemledi. Postacıya baktı benzer bir sarsılmayı onda da görme umuduyla. Görebildiği kendinden memnun bir tebessümdü.

Bir mektubunuz var, dediğini duyduğunda bahçe kapısına ulaşmıştı. Postacının uzattığı zarfa baktı, bildik fatura ya da reklam zarflarından değildi. Zarfın üstündeki el yazısına çarptı gözü. Leylak hafif bir esintinin peşi sıra doldu burnuna yeniden. Postacının zarfı tutan eli havadaydı ve şaşalayışını anlayışla karşılıyor gibi bakıyordu bir yandan da. Mektup mu, diye sordu. Mektup ya, diye cevapladı postacı, uzaklardan geliyor. Uzaklardan gelen bir mektup düşüncesi leylağın kokusundan daha sersemleticiydi. Uzanıp almadığı zarfa gözlerini dikip, ne dediğini bilmeden konuştu: Çay içer misiniz? Postacının çay teklifini kutlama gibi algılayışına daha sonra gülecekti, bunu biliyordu. Adamın daveti ikiletmeden bahçe kapısını açacak mandala yönelişine anlam veremedi yine de. Eliyle küçük masayı işaret etti, gözü hala zarftaydı. Buyurun, dedi. Çay için içeri girerken göz ucuyla adamın zarfı masaya özenle bıraktığını gördü. Zihni el yazısının tanıdık olmadığını söylüyordu, kalbinin şiddetle çarpışı bundan olabilirdi.

Mutfağa geçip raftan çay bardaklarını çıkardı. Bir mektup, diye düşünüyordu bir yandan. Gerçek bir mektup mu acaba şüphesini elden bırakmıyordu. Şimdilerde reklam amaçlı broşürlerin de adreslerinin el yazısıyla yazıldığı oluyordu. İçine bakmadan çöpe atılmasını bu yolla engelleyebileceğini düşünen kimi ısrarlı tanıtımcılar bu küçük hileyi çare görüyor olmalıydılar. Ama uzaklardan, demişti postacı. Uzaklardan gelen bir tanıtım zarfı akla yakın değildi. Çayları doldurdu, bahçeye yönelecekken şeker geldi aklına. Mektubu getiren çayını şekerli içiyor olabilirdi. Tepsiyi bırakıp dolapları karıştırmaya başladı. Birisi ona bir mektup yazmıştı, yazmakla kalmamış mektubu okuyabilmesini mümkün kılacak, çoğunluğun çoktan unuttuğu eylemleri de yapmıştı. Uzaklardan biri. Kim olabilir sorusu zihnini didiklerken aklına hiçbir ismin gelmeyişinin de tuhaf olduğunu düşünüyordu. Sonunda şekeri buldu.

Postacı gözünü masanın üzerindeki zarfa dikmiş, yüzünde tuhaf bir gülümseyişle oturuyordu. Mektubu bırakıp gitmek istemiyor gibiydi. Çay davetini reddetmemesinin nedeni de bu olmalıydı. Dağıtacak faturaları, paketleri, tanıtım zarfları yok mu bu adamın diye düşündü çay tepsisini masaya bırakırken. Bahar erken geldi, dedi bu sırada gözünü hala zarftan ayırmamış olan postacı. Dikkatini mektup zarfından uzaklaştırmaya çalışıyor gibiydi. Başıyla onayladı diğer sandalyeye yerleşirken zarfın sahibi. Onun da gözü zarftaydı. Leylaklar bile erken açtı, dedi bir şey söylemiş olmak için. Postacı uzatılan şekeri reddetti. Bardağın yanındaki çay kaşığını kenara aldı. Gözüyle zarfı işaret ederek, açmayacak mısınız diye sordu. Açarım diye atıldı beriki ama zarfı almak için davranmadı. Bunun yerine çayından bir yudum aldı, başını çevirip komşu bahçedeki leylak ağacına baktı. Postacının, uzun zamandır gerçek bir mektup ulaştırmadım sahibine dediğini işitince ondan yana döndü. Gülümsedi. Zarfı açmadan gitmeyecek, diye düşündü. Onun yanında açmak istemiyordu. El yazısının yabancılığı umudu ve umutsuzluğu aynı şiddetle duyumsatırken zarf uzak bir hayale dönüşüyordu zihninde. Kimseler mektup yazmıyor artık, diye başlayacak bir konuşmanın kapıda olduğunun bilincinde, yapması gerekeni düşündü. Posta merkezine döndüğünde, arkadaşlarına haberi vermek için emin olmak istiyordu postacı besbelli. Uzandı zarfı eline aldı. Parmaklarının arasında tuttuğu şeyin kalbini yakıyor oluşuna şaştı ilkin, sonra zarfın kalınlığına. Uzunca bir mektup diye düşündü, kötümser yanı hemen ekledi: eğer bu bir mektupsa. Zarftaki yazıyı var eden, az sonra zihnini ve belki kalbini okşayacak, parmakları düşündü. İçinden sevdi onları ve postacının sabırsız bakışlarını görmezden gelerek zarfı burnuna götürüp kokladı. Alabildiği tek koku, geldiği yol boyunca rastladığı onlarca elin zarfta bıraktığı yıpranmışlığın kokusu oldu.

Postacının boş çay bardağını tabağa bırakışının sesiyle irkildi. Adama haksızlık etme, aç şu zarfı diye çıkıştı kendine. Zarar vermemeye çalışarak yapıştırılmış kapağı yerinden ayırmaya başladı. Zarftan çıkan katlanmış sayfaları açtı. Artık tanıdık olan el yazısına baktı uzunca. Mektubun bitimindeki imzayı görebilmek için sayfaları çevirdi. Leylağın kokusundan sarhoş olmuş kalbindeki titremeyi saklayabilmek mümkün olmadı. Mektubun gerçekliğinden emin olarak rahatlamış olan postacının ayağa kalkışındaki gururu fark etmedi. Güzel haberler vardır içinde inşallah, temennisiyle kapıya yönelen postacının ardından bakıp,  fark eder mi, diye mırıldandı.

* Edip Cansever

Melek Ekim Yıldız/ Mey