25 Mart 2018 Pazar

SOBELENMİŞİN KENDİNE SORDUĞUDUR


Rahat bırakılmak istiyorum, diyordum. Bunu kendime söylüyordum üstelik. Gün içinde, bu talebi yüksek sesle kendime bildirirken yakalıyordum kendimi. Bunu niçin yaptığımı bilememekten daha tuhaf olan ise, aslında kimse tarafından rahatsız edilmiyor oluşumdu. Aksine, hemen hiç kimsenin bana herhangi bir şey, basit bir şey bile, sormadığı günlerdi. Yine de ben, dikkatlice yapılmış bir robot gibi, rahat bırakılmak istediğimi söyleyip duruyordum. Benden başka kimsenin haberdar olmadığı, olmasının da anlam taşımadığı, bu talep; dillendirmekten haz duyduğum bir dize gibi dilime yapışmıştı.

Delirdiğimi düşünüyor fakat bu olasılıktan ürkmüyordum. Epeydir delirmeyi beklemekte olduğumdan, rahatlamış hissetmem gerekirdi. Olması gereken’le hayatım arasındaki uymazlık, bu durumda da kendini yok sayacak değildi ya. Saymadı.

Delirmeyi beklediğim doğruydu; günün birinde delireceğime dair mutlak bir inanç taşıyordum gizlice. Biten her günün ardından, bugün de delirmedim, hesabına girmiyordum elbette ama bekliyordum. İnsanın kendine katlanarak ve kendine rağmen yaşamayı sürdürmesinin başkaca bir yolu olmadığını düşünüyordum sadece.

Kendime ağırdım. Bunu biliyor, hem de bu bilgiyi bir tür bilgelik olarak kabul ediyordum. Başkalarının seyrine açık tuttuğum, aslında kurmaca olan bir hayat ile yalnızca kendime farkındalık izni verdiğim zihinsel kaosum arasındaki çelişki, beni bana ağır kılıyordu.

“ Taşıması ne kadar ağır olursa, o kadar memnun olacağım…” diyen adamı ilk okuduğum günkü kadar cesur değildim artık. Memnun da değildim. Aklını yitirmek tek çıkış yolu gibi görünüyordu bana iyiden iyiye. Okuduğum kitaplardan, “ Deli, aklını kaybetmiş biri değildir. Deli, aklından başka her şeyini kaybetmiş biridir.” Gibi cümleler bulup, önce altlarını renkli kalemlerle çiziyor; ardından bu işlemi yetersiz bularak sürekli yanımda taşıdığım defterlere aktarıyordum onları. Bu eylemin adını “ kendini kaçınılmaza hazırlama” koymuştum. Geleceğe, geleceğime, ilişkin kehanetlerime bağlı sabırlı bekleyişimin tutarlılığından şüphelenmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ya delirecek ya da komaya girecektim. Kendimi sık sık koma halinde hayal etmeye başlamamdan kısa bir süre sonra, o cümle aniden gelip, dilime yerleşti: Rahat bırakılmak istiyorum.

Bu saçma talebin anlamını çözmeye çokça dalmışlığımdan mıdır, yoksa nasılsa delirdim fikrinin verdiği rahatlıktan mıdır, şimdi çözemiyorum, tedbiri elden bırakmış olmalıyım. Bu böyle olmalı. Aksi halde, olmuş olanın açıklamasını kendime yapamamanın sonuçlarından korkarım.


Rahat bırakılma isteğimin zihnimi esir aldığı o günlerden birinde, bir masada, o gün ilk kez karşılaşmış olduğum birinin karşısında oturuyordum. Tedirgin değildim, rahat bırakılma arzusu ile kıvranan zihnimin aksine oldukça rahattım. Sunduğum sahtenin yutturulabilirliğinden emin olarak konuşmaları izliyordum. Kurmaca ben’in üstüne düşeni yapıyor oluşundan mesut bir şekilde de tebessüm ediyordum.

Paranoyaya meyilli zihnim hiçbir uyarı yollamadı ne kaslarımda bir gerilme oldu ne de duyarlı burnum tehlike kokusu aldı. Karşımdaki konuşurken; ilgiyle dinlemekte olduğunu konuşana belli etme gereğinin en temel iletişim becerisi olduğunu öğrenmiş her görüntü karakter gibi, başımı kaldırıp gözlerine dikkatli gözlerimi diktim.

Hadi canım sende, diyen böbürlenme meraklısı zihnimin yadsıma kalkışması, gördüğümün şiddeti karşısında cılızdı. Karşımda oturana sahte bir ilgiyle bakarken, gördüğünü gördüm. Henüz aklım başımdan gitmemişti; içimden titredim. Sadece içimden tir tir titredim. Bana bakıyor, sunduğum yerine sakındığımı görüyordu. Ben de onun görebildiğini görüyordum. Karmakarışık bir “görme” meselesi nefesimi kesiyordu.

O esnada delirebilirdim. Delirmedim. Koma çok daha iyi bir seçenek olmasına karşın, uzak ihtimaldi.

Rahatımız kaçtı, dedim günlerdir rahat bırakılmak istediğini tekrarlayıp duran kendime. Şimdi memnun musun?

Cevap veren olmadı.


Melek Ekim Yıldız / Mey