Rahat bırakılmak istiyorum, diyordum. Bunu kendime
söylüyordum üstelik. Gün içinde, bu talebi yüksek sesle kendime bildirirken
yakalıyordum kendimi. Bunu niçin yaptığımı bilememekten daha tuhaf olan ise,
aslında kimse tarafından rahatsız edilmiyor oluşumdu. Aksine, hemen hiç
kimsenin bana herhangi bir şey, basit bir şey bile, sormadığı günlerdi. Yine de
ben, dikkatlice yapılmış bir robot gibi, rahat bırakılmak istediğimi söyleyip
duruyordum. Benden başka kimsenin haberdar olmadığı, olmasının da anlam
taşımadığı, bu talep; dillendirmekten haz duyduğum bir dize gibi dilime
yapışmıştı.
Delirdiğimi düşünüyor fakat bu olasılıktan ürkmüyordum.
Epeydir delirmeyi beklemekte olduğumdan, rahatlamış hissetmem gerekirdi. Olması
gereken’le hayatım arasındaki uymazlık, bu durumda da kendini yok sayacak
değildi ya. Saymadı.
Delirmeyi beklediğim doğruydu; günün birinde delireceğime
dair mutlak bir inanç taşıyordum gizlice. Biten her günün ardından, bugün de
delirmedim, hesabına girmiyordum elbette ama bekliyordum. İnsanın kendine
katlanarak ve kendine rağmen yaşamayı sürdürmesinin başkaca bir yolu olmadığını
düşünüyordum sadece.
Kendime ağırdım. Bunu biliyor, hem de bu bilgiyi bir tür
bilgelik olarak kabul ediyordum. Başkalarının seyrine açık tuttuğum, aslında
kurmaca olan bir hayat ile yalnızca kendime farkındalık izni verdiğim zihinsel
kaosum arasındaki çelişki, beni bana ağır kılıyordu.
“ Taşıması ne kadar ağır olursa, o kadar memnun olacağım…”
diyen adamı ilk okuduğum günkü kadar cesur değildim artık. Memnun da değildim.
Aklını yitirmek tek çıkış yolu gibi görünüyordu bana iyiden iyiye. Okuduğum
kitaplardan, “ Deli, aklını kaybetmiş biri değildir. Deli, aklından başka her
şeyini kaybetmiş biridir.” Gibi cümleler bulup, önce altlarını renkli
kalemlerle çiziyor; ardından bu işlemi yetersiz bularak sürekli yanımda
taşıdığım defterlere aktarıyordum onları. Bu eylemin adını “ kendini
kaçınılmaza hazırlama” koymuştum. Geleceğe, geleceğime, ilişkin kehanetlerime
bağlı sabırlı bekleyişimin tutarlılığından şüphelenmek aklımın ucundan bile
geçmiyordu. Ya delirecek ya da komaya girecektim. Kendimi sık sık koma halinde
hayal etmeye başlamamdan kısa bir süre sonra, o cümle aniden gelip, dilime
yerleşti: Rahat bırakılmak istiyorum.
Bu saçma talebin anlamını çözmeye çokça dalmışlığımdan
mıdır, yoksa nasılsa delirdim fikrinin verdiği rahatlıktan mıdır, şimdi
çözemiyorum, tedbiri elden bırakmış olmalıyım. Bu böyle olmalı. Aksi halde,
olmuş olanın açıklamasını kendime yapamamanın sonuçlarından korkarım.
Rahat bırakılma isteğimin zihnimi esir aldığı o günlerden
birinde, bir masada, o gün ilk kez karşılaşmış olduğum birinin karşısında
oturuyordum. Tedirgin değildim, rahat bırakılma arzusu ile kıvranan zihnimin
aksine oldukça rahattım. Sunduğum sahtenin yutturulabilirliğinden emin olarak
konuşmaları izliyordum. Kurmaca ben’in üstüne düşeni yapıyor oluşundan mesut
bir şekilde de tebessüm ediyordum.
Paranoyaya meyilli zihnim hiçbir uyarı yollamadı ne
kaslarımda bir gerilme oldu ne de duyarlı burnum tehlike kokusu aldı.
Karşımdaki konuşurken; ilgiyle dinlemekte olduğunu konuşana belli etme gereğinin
en temel iletişim becerisi olduğunu öğrenmiş her görüntü karakter gibi, başımı
kaldırıp gözlerine dikkatli gözlerimi diktim.
Hadi canım sende, diyen böbürlenme meraklısı zihnimin
yadsıma kalkışması, gördüğümün şiddeti karşısında cılızdı. Karşımda oturana
sahte bir ilgiyle bakarken, gördüğünü gördüm. Henüz aklım başımdan gitmemişti;
içimden titredim. Sadece içimden tir tir titredim. Bana bakıyor, sunduğum
yerine sakındığımı görüyordu. Ben de onun görebildiğini görüyordum.
Karmakarışık bir “görme” meselesi nefesimi kesiyordu.
O esnada delirebilirdim. Delirmedim. Koma çok daha iyi bir
seçenek olmasına karşın, uzak ihtimaldi.
Rahatımız kaçtı, dedim günlerdir rahat bırakılmak istediğini
tekrarlayıp duran kendime. Şimdi memnun musun?
Cevap veren olmadı.
Melek Ekim Yıldız / Mey