Bakabildiğince uzağa bakmak. Çözüm buydu. Hatırlamaya ve
unutmaya. Gözünü dik, düşün, anımsa, karar ver ve gülümse. Dikkatle bak,
düşünme, unut, rahatla ve gülümse. Basit değil mi? “Hayat çok acımasız” dediydi
geçende konuştuğum biri. Kendine bir şey demediydim de düşünekaldıydım sanki.
Hayat mı? Hayat’la kasıt ne? Doğanın düzeni mi, yoksa hayat denilen şeyin
içinde yer alan akıllı varlıklar mı, yoksa bunların toplamı mı? Doğanın acımasızlığı
ne olabilir? Hem doğa bilir mi, acıma ne, acımasızlık ne? Soruları birbiri ardına
sıralarken karşımdaki konuşuyor, anlatmayı sürdürüyordu. Ne anlatıyordu diye
soran olsa, bilmem dinlemedim ki. Bazıları konuşur, bana benzeyenler o
konuşmanın bir yerinden yakaladığı sorunun doğurduğu soruların peşine düşer.
Soru peşindeyim, deme bana bir şey.
Acımasız olanın hayat olduğunu hiç sanmıyordum. Yine de bir
sanıydı benim ki. Yanılıyor olmam mümkün. İçimden kuvvetle bir ses, acımasız
olanın sorular olduğunu söylüyordu. Sorabilme lüksünün ironik acısı. Belki de
burada hakkını vermeliyim. Hayat büyük bir soru işaretiyse, acılığı oradandır.
Başka ne olacaktı? Başka ne olabilirdi? Devasa bir cevap olsa iyi olurdu ya da
belki olmazdı. Belki, asıl acımasızlık, acımasızlık sözcüğünü bulmakla kalmayıp
ona anlamını atfeden zihinlere sahip olmaktır. Yargı cümlesi gibi görünen soru
cümleleri kurduğumu biliyorum. Başka türlü yapamam, başka türlü olamam. Başka
türlüsünü hiç yapmadım, başka türlü hiç olmadım. Bakabildiğimce baktım,
sorabildiğimce sordum. İnatçı bir keçiye benzediğimi söyleyen birini sevmiştim.
Teşhisten haz etmediğimi söyleyecek kadar sevgimin azalmasını beklemem
gerektiğini düşünmüştüm o vakit, o kadar sevmediğimde artık söyleme istediğimin
kalmadığını görüp bakabildiğimce uzağa bakmıştım. Dikkatle bak, düşünme, unut,
rahatla ve gülümse. Basitti. Bir keçi olsaydınız, “inat” ne demek
bilmeyeceğiniz gibi umurunuzda da olmayacaktı. Bir umurunuz olmayacağını da
eklemeye kalksam başka eklemeler peşinden gelecek ve hiç haz etmediğim teşhisin
kollarında debelenmek kaderini sakince kabullenmem gerekecek. Bunu yapamam. Bu
teşhis bataklığını, hayvan olmadığını kendine kanıtlamaktan bitap düşmüş insan
cıvıklığı yarattı. Bazen tutunup, kendini çıkaracağın bir dal yoktur etrafta. Adımlarını
dikkatli at.
Seni içine almayan bir şeye ait olamazsın. Etrafında
dolanma. Gözünü dik, düşün, anımsa, karar ver ve gülümse. Hayatın fark
edilebilir acımasızlığı, acımasızlıksa eğer, dolaylarında gezinmeni görüp
kılını kıpırdatmamasıdır. Dertlerine dertlenen insanlar görürsün. Dert ne? Sonra
gülümseyenleri kaydeder zihnin. Neye gülüyor bu insanlar? Bir şarkının
melodisinin ıslıkla çalınışı gibi geçici, küçük, nikbin bir esintinin mutluluk
verdiğini sezersin diğerlerine. Neye dönüyor insanlar yüzlerini böyle? Acıkmışlığına
denk gelirsin koca koca açılmış gözlerin. Açlık nerededir? Elle tutulur öfkenin
kararttığı yüzlere bakarsın. Öfkenin o dipsiz kaynağı nerede? Korkunun titrettiği
elleri uzanıp tutasın gelir kiminde. Korkudan insan yapan ne? Diz çökmüşlüğün,
boyun eğmişliğin, yitirmişliğin ardına gizlendiği kibri seçer gözlerin. Bu ne
kibir kardeşim? Aklın alacak gibi olur bunları, aklın almayacak aslında onları,
onu çer çöple doldurdun. Yer yok. Gereksiz kalabalığından kurtul.
Bakabildiğince yakına bakmak. Yakında kendin var. Çözüm
belki budur. Sen makası yaratırsın, Tanrı seni. Sen makasla ne yapacağını
bilirsin, Tanrı seninle ne yapacağını asla bilmedi. En yakında ‘kendin’. Oraya
bak. Makasla oynayan çocuk Tanrı’yı göreceksin. En nihayetinde kırpılmışsın.
Çözüm belki budur. Kendine başka bir Tanrı bul ve dikkat et elinde makası
olmasın.
Mey