Sakindi. Sakinim, dedi. Heyecanlı olması için bir neden yoktu. Heyecanlı olmak
için nedenim yok, diye düşündü. Yine de ellerinin buz kesmiş olmasına anlam
veremiyordu. Ellerim neden soğuk peki, diye sordu. Soruyu kime sorduğu belli
değildi. Kiminle konuşuyorum ki, burada kimse yok; var mı yoksa, diye seslendi.
Ellerinin soğukluğunun hayra alamet olmadığını düşünüyor, bir yandan da onları
birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyordu. Bu iyiye işaret değil, dedi. Güldü
sonra. Gülebilmek güzel, diye geçirdi içinden bu kez de.
Aydınlığı
içeri taşıyan geniş pencereye doğru yürüdü. Pencereden içeri süzülen yalnızca
ışık değil, dedi yüksek sesle. Pencerenin dış dünya, onun içinde yer almadığı
dünya hakkında söylemekte olduklarına kulak kabarttı. Pencere gevezedir, dedi
bilmiş bilmiş. Uzunca baktı, pencerenin gösterdiği dünyaya; orada olmamaktan,
olamamaktan doğrusu, duyduğu iç sıkıntısından kurtulmak istercesine sırtını
döndü. Sırtımı dönüyorum çünkü duyumsamadığımı yok kılabilme becerisine
minnettarım, diye düşündü. İçinde bulunduğu geniş salonu, aslında bir hangara
benziyordu, adımlamaya başladı. Adım adım azalabilirim, diye mırıldandı. Ruhumu
hangar gibi boşaltabilirim. Ruhunu hangar gibi boşaltmak ifadesinin saçmalığı
bir yana, böyle bir şey mümkünse, bunun kendisine ihanet anlamına
gelebileceğini aklına getirmedi. Saçmaladım yine, diyerek kabul etti sonunda.
Bir süre susalım, dedi. Bir süre sustu. Susmanın bir süresi bile yorucu, diye
itiraf etti. Hangar-salonu adımlamayı sürdürüyordu. Yürümekten vazgeçmeyeceğim,
dedi kendi kendine bir söz verir gibiydi. Çünkü, diye devam etti. Yürümenin
dışında bütün eylemler kaçıştır, diye okumuştum bir zaman bir yerde. Kendini “
şahane kaçan” olarak tanımladığı zamanları anımsamıyor gibiydi. Muhteşem
kaçabildiğim zamanlar olmuştu herhalde, diye mırıldandı. Anımsamak için çaba
sarf etmedi. Hatırlamaya çalışmayacağım, diye karar bildirdi.
Hala sakindi ve salonu adımlamayı sürdürüyordu. Sakince yürüyorum, diye
düşünüp sevindi. Ellerinin soğukluğunun hayra alamet olmayışıyla ilgili
sezisini unutmuş görünüyordu. Unutmadım, dedi ama unutabilirim; umudu terk
etmeyebilirim. Salonun uzaktaki
duvarına, fotoğrafların asılı olduğu duvara doğru yürüyordu. Fotoğraflara bakma
zamanı, diye geçirdi içinden. Onlara bakmayı güvenli buluyordu. Onlara
bakmaktan yana çekincem yok, dedi o tarafa yaklaşmaya yüz tutmuşken. Duvara
yaklaştıkça nereden geldiği belirsiz bir seziyle içi burulmaya başladı. Ne
oluyor, diye panikle sordu boşluğa.
Aynı paniğin
anlatıcı olarak beni de sarmalamaya başlamış olması şaşırtıcıydı, bu yüzden
yazarı arandı zihnim. Yok gibiydi. Anlatıcı..?
Yazar..? Tiz bir sesle her
ikimize birden sesleniyordu. Duvara bakan gözleri korkuyla açılmıştı.
Duvarın
karşısında büyülenmiş gibi kıpırdamadan duruyordu. Durdum, kıpırdamalıyım oysa,
diyordu bir yandan da. İstemli bir yaşam düzeneğini güvenli bir biçimde
sergileyen fotoğraflar altüst olmuş, peş peşe geliş sıraları birbirine
geçmişti. Bu durumu kaldıramayacağından korkuyordu. Bunu kaldıramam, diye
fısıldadı. İlk sırada olması gereken fotoğrafın yerinde beşincisi, beşincinin
yerinde dokuzuncu, dokuzuncunun yerindeyse ikincisi duruyordu. İlkinin yerinde
sekizinci, sekizincinin yerinde altıncı, altıncının yerinde üçüncü var, diye
söylendi. Yüreği sıkışıyordu. Yüreğim beni öldürecek, dedi. Tutunacak,
dayanacak bir destek arandı. Yaslanacak bir gerçeklik, yok dedi. Hepsi altüst
olmuş. Yerli yerinde duranın yalnızca sonuncu fotoğraf olduğunu henüz fark
etmemişti. Göremediğim ne, diye bağırdı. Seslendi yine: Anlatıcı… ? Yazar…
? Yazar çağrısına yanıt vermeme izin
vermeyecekti, sessiz kaldım. İçimden sonuncuyu fark edebilmesini diliyordum.
Özenle inşa ettiği yaşam öyküsünün yitip gitmesine yanıyordu. İtina ve
zor dolu onca çaba boşa gitti, diye hayıflandı. Gerçeksediği yalanın kaybı
düşüncesi yere yığılacakmış gibi hissetmesine neden oluyordu. Düşüyorum, dedi.
Zihnini boşluğa göndermeye razıyken, olması gereken yerde durmaya devam eden o
son fotoğrafı gördü. Geçmiş altüst oluş önsezisini ve çıldırmayı anımsadı. Bu
fotoğraf, dedi. Anımsıyorum.
Yaslanacak bir gerçeklik bulmanın rahatlamasıyla gülümsedi. Tebessüm ediyorum
işte yeniden, dedi. Bir yalanı tazelemek ne kolay. Fotoğrafın içinde süzüldüğü çerçeveyi
yerinden çıkarıp ilk sıraya astı. Altüst oluşun önsezisi adını vermişti çok
önce bu fotoğrafa. Çıldırasıya, diyerek onayladı anıyı. Öylece duruyordu
fotoğrafın ve anının karşısında.
Hareket bitmiş, her şey donmuş gibiydi. Bir şeyler dondu, dediğini
duydum. Bu hikâyenin anlatıcısı olarak ilerleyeceğim yönü kestiremiyordum.
Şimdi ne olacak, diye sordum yazara. Yeni bir altüst oluş önsezisiyle şahane
kaçışını yineleyecek, diye cevap verdi yazar. Çıldırasıya ama. Unutma bunu diye
ekledi hikâyenin kahramanı.
Anlatıcı olarak
üzerime düşeni yapıp, hikâyeye nokta koydum. Hala içime sinmeyen şeyler
vardıysa da, bu yazarın sorunuydu artık. O günden sonra bir daha ne kahramana
rastladım ne de yazara. Bana kalan, önce
son sonra ilk sırayı kapan o fotoğrafın gizlice aldığım bir kopyası oldu.
Melek Ekim Yıldız / Mey
*Başlığı oluşturan sözcükler Maurice
Blanchot’un Sonradan Sonsuz Yineleme’sinden ayrı ayrı çekilmiştir.