Örtü desem, değil. Kalınca bir perde belki. Işığı, ısıyı,
geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen
kötücül bir barikat daha çok. Varlığını ilk fark ettiğimde hain olduğunu
düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin koyduğunu meraktan önce. Sorma,
sorgulama çok sonra geldi. Kötü ile karşılaşmanın bir tür andavallık yarattığı,
o ilk şaşkınlık geçene dek anlamayı mümkün kılacak araçlara sahip olunduğunu
unutturduğunu sağda solda duymuştum. Salt kötü’nün doğasına dair okuduğum onca
şeyi unutmuş olmam bir yana, ortaya anlaşılabilir ve nihayetinde açığa
çıkarılabilir bir nedensellik bağının konulabileceğini hiç akıl etmemiş
olduğumu şimdi itiraf etsem neye yarar? Duyum, düşüncenin önünde engeldir,
diyenler bir parça haklı bulunabilirler bu yüzden. İnsanı soluksuz, görüsüz,
sessizlikle baş başa bırakanla kaplanmışlığımdan akılsız bir varlık gibi, orada
öylece hareketsiz ve düşüncesiz kalışımdır, olan bitenin nedeni.
Durumumdan kim haberdardı, kim farkında değildi, farkında
olanlardan kim gerçekten umursuyordu, bilmediğim gibi bunları düşünecek halde
de değildim. İşin aslı, dışarıdan bakıldığında gözlemlenebilir bir fark
taşımadığım için, birilerinin ayrımında olabileceğini de sanmıyordum. Anneme
sorsanız her şey yolundaydı. İyi bir işim, güzel bir evim vardı; seviliyordum,
gösteremesem de sevdiğim insanlar vardı. Neyin nesiydi bu bunalmalar, bu
susmalar, bu içine kapanmalar? Neyin nesi, ben de bilmiyorum diyordum anneme.
Bilinecek bir şey olup olmadığından emin de olmadığımdan, yetindiğimle o da
yetinsin istiyordum. Yetinmeye genetik
olarak yatkın bir aile olmadığımızı bildiğimden, çok da umudum yoktu.
Gürültülü bir sessizlikti benimki esasında, işitilebilirliği
yalnızca karşımdakinin saflığına bağlı olan. Kedilerin duyabildiğinden çokça
emindim, çiçekler de işitiyor gibiydi, sanki biraz da yağmurlar anlıyordu
sessizliğimin içindeki şamatayı. Ondandır ki yakındık birbirimize. Kediler,
çiçekler ve yağmurlar. Ondandır ki sevmeye başlamıştık birbirimizdeki sükûtu ve
o sükûtun içine gizlenmiş mırıldanışı. Kediyle uyuyor, çiçeklerle konuşuyor ve
yağmurlarla yürüyordum şamatanın işitilmez sağır ediciliği içimi oymaya başladığı
her seferinde. İyi geliyordu. İyi hissettiriyordu. Her şey yolunda algısını –
gerçekliğinden kimse emin olmazdı – getirip yerleştiriyordu içime bu eylemlerin
tümü. Her şey yolundaysa da değilse de tam olarak bağlanamadığım gibi, hepten
de kopmuyordum yaşamanın elzem işleyişinden. Zaman akıyor, akışına yetişip
yetişemediğimi de pek umursamıyordu. Benim de ondan bir şey beklediğim yoktu. Akacaktı
elbet. Aksındı. Kedisiz, çiçeksiz ve yağmursuz kalmadığım sürece bir sorun
yoktu.
Nasıl bir arzu ve kararlılıkla gömdüysem, gömdüğümün ne ya
da kim olduğunu hatırlayamadığım bir sırrım vardı. Doğrusu böyle bir sırrım
olduğunu seziyor; arada bir eşip çıkarma merakına kapılıyorsam da sonrasında
haklı bir gereksizlik hissiyle vazgeçiyordum. Gömülmüşse gömülmesi
gerektiğindendir, diyerek vazgeçişime omuz veriyordum. Oysaki dünya yüzünde ne
kadar kedi varsa tümünün de çok iyi bildiği şey, sırların yaramaz ve benci
oluşudur. Çiçeklerin de onay vereceği gibi bencil değil, benci. Üstelik yağmurlarla
yürünmesini severler. Yağmurların yumuşattığı toprağın içinde kımıldanmayı ve
varlıklarını belli belirsiz haber vermeyi.
Sır’lığını bilen bir sırra kim rastlamış? Durduğun yerde
dur, değil mi? Kediler bilir, durmaz. Çiçekler daima söylemiştir: Sır ruhun
dikenidir. Yağmurlarla yürümeyi sevenler’i kolay hedef beller ve inatçı bir
devinimle yükselir gün ışığına doğru.
Örtü desem, değil. Kalınca bir perde belki. Işığı, ısıyı,
geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen
kötücül bir barikat daha çok. Varlığını ilk fark ettiğimde hain olduğunu
düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin koyduğunu meraktan önce. Şimdi şimdi
anlıyorum. Hain değildi. Onu oraya kedi koymuş olabilirdi çiçeğin de
desteğiyle. Altında yürümeyi sevdiğim yağmurlar da onaylamıştı besbelli. Kötücül
görünsün gözüne, önemi yok diye düşünmüşlerdi mutlaka. Barikattı ve görevini
hakkıyla yerine getiriyordu. Bana düşen de kıpırdamamak, eylemeden, düşüncesiz
bir kalakalıştı. El birliğiyle koruyorduk sırrın kendini açık etme çabasından
ben’i. Yetecek miydi? Yetmezdi. Akmaktan
başka derdi olmayan zaman kaçınılmazı kendi belirlediği hızla sürüklerdi
ayaklarınızın dibine. Çünkü kediler uyurdu nihayetinde, çiçeğin ömrü belliydi
üstelik. Yağmurlar da sürekli kılamazdı kendini. Ve siz hatırlardınız sonunda. Sessizliğin
gürültüsü dayanılmaz, örtünün kapatıcılığı yetersiz geldiğinde.
Annem yetinmedi. Sordu ve soruşturdu durmaksızın. Kedi uyudu.
Çiçek canlılığını kaybetti. Yağmur mevsimi geçti. Sessizliğin gürültüsünün
içinden bir Chet Baker melodisi işitilmeye başladı. Benim de barikata ekleyecek
bir şeyim kalmamıştı. Kendimden başka. Ve anlıyordum ki sır, Chet Baker
müziğine deli oluyordu.
Mey