15 Mayıs 2016 Pazar

Caz Seven Sır

Örtü desem, değil. Kalınca bir perde belki. Işığı, ısıyı, geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen kötücül bir barikat daha çok. Varlığını ilk fark ettiğimde hain olduğunu düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin koyduğunu meraktan önce. Sorma, sorgulama çok sonra geldi. Kötü ile karşılaşmanın bir tür andavallık yarattığı, o ilk şaşkınlık geçene dek anlamayı mümkün kılacak araçlara sahip olunduğunu unutturduğunu sağda solda duymuştum. Salt kötü’nün doğasına dair okuduğum onca şeyi unutmuş olmam bir yana, ortaya anlaşılabilir ve nihayetinde açığa çıkarılabilir bir nedensellik bağının konulabileceğini hiç akıl etmemiş olduğumu şimdi itiraf etsem neye yarar? Duyum, düşüncenin önünde engeldir, diyenler bir parça haklı bulunabilirler bu yüzden. İnsanı soluksuz, görüsüz, sessizlikle baş başa bırakanla kaplanmışlığımdan akılsız bir varlık gibi, orada öylece hareketsiz ve düşüncesiz kalışımdır, olan bitenin nedeni.

Durumumdan kim haberdardı, kim farkında değildi, farkında olanlardan kim gerçekten umursuyordu, bilmediğim gibi bunları düşünecek halde de değildim. İşin aslı, dışarıdan bakıldığında gözlemlenebilir bir fark taşımadığım için, birilerinin ayrımında olabileceğini de sanmıyordum. Anneme sorsanız her şey yolundaydı. İyi bir işim, güzel bir evim vardı; seviliyordum, gösteremesem de sevdiğim insanlar vardı. Neyin nesiydi bu bunalmalar, bu susmalar, bu içine kapanmalar? Neyin nesi, ben de bilmiyorum diyordum anneme. Bilinecek bir şey olup olmadığından emin de olmadığımdan, yetindiğimle o da yetinsin istiyordum.  Yetinmeye genetik olarak yatkın bir aile olmadığımızı bildiğimden, çok da umudum yoktu.

Gürültülü bir sessizlikti benimki esasında, işitilebilirliği yalnızca karşımdakinin saflığına bağlı olan. Kedilerin duyabildiğinden çokça emindim, çiçekler de işitiyor gibiydi, sanki biraz da yağmurlar anlıyordu sessizliğimin içindeki şamatayı. Ondandır ki yakındık birbirimize. Kediler, çiçekler ve yağmurlar. Ondandır ki sevmeye başlamıştık birbirimizdeki sükûtu ve o sükûtun içine gizlenmiş mırıldanışı. Kediyle uyuyor, çiçeklerle konuşuyor ve yağmurlarla yürüyordum şamatanın işitilmez sağır ediciliği içimi oymaya başladığı her seferinde. İyi geliyordu. İyi hissettiriyordu. Her şey yolunda algısını – gerçekliğinden kimse emin olmazdı – getirip yerleştiriyordu içime bu eylemlerin tümü. Her şey yolundaysa da değilse de tam olarak bağlanamadığım gibi, hepten de kopmuyordum yaşamanın elzem işleyişinden. Zaman akıyor, akışına yetişip yetişemediğimi de pek umursamıyordu. Benim de ondan bir şey beklediğim yoktu. Akacaktı elbet. Aksındı. Kedisiz, çiçeksiz ve yağmursuz kalmadığım sürece bir sorun yoktu.

Nasıl bir arzu ve kararlılıkla gömdüysem, gömdüğümün ne ya da kim olduğunu hatırlayamadığım bir sırrım vardı. Doğrusu böyle bir sırrım olduğunu seziyor; arada bir eşip çıkarma merakına kapılıyorsam da sonrasında haklı bir gereksizlik hissiyle vazgeçiyordum. Gömülmüşse gömülmesi gerektiğindendir, diyerek vazgeçişime omuz veriyordum. Oysaki dünya yüzünde ne kadar kedi varsa tümünün de çok iyi bildiği şey, sırların yaramaz ve benci oluşudur. Çiçeklerin de onay vereceği gibi bencil değil, benci. Üstelik yağmurlarla yürünmesini severler. Yağmurların yumuşattığı toprağın içinde kımıldanmayı ve varlıklarını belli belirsiz haber vermeyi.

Sır’lığını bilen bir sırra kim rastlamış? Durduğun yerde dur, değil mi? Kediler bilir, durmaz. Çiçekler daima söylemiştir: Sır ruhun dikenidir. Yağmurlarla yürümeyi sevenler’i kolay hedef beller ve inatçı bir devinimle yükselir gün ışığına doğru.

Örtü desem, değil. Kalınca bir perde belki. Işığı, ısıyı, geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen kötücül bir barikat daha çok. Varlığını ilk fark ettiğimde hain olduğunu düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin koyduğunu meraktan önce. Şimdi şimdi anlıyorum. Hain değildi. Onu oraya kedi koymuş olabilirdi çiçeğin de desteğiyle. Altında yürümeyi sevdiğim yağmurlar da onaylamıştı besbelli. Kötücül görünsün gözüne, önemi yok diye düşünmüşlerdi mutlaka. Barikattı ve görevini hakkıyla yerine getiriyordu. Bana düşen de kıpırdamamak, eylemeden, düşüncesiz bir kalakalıştı. El birliğiyle koruyorduk sırrın kendini açık etme çabasından ben’i.  Yetecek miydi? Yetmezdi. Akmaktan başka derdi olmayan zaman kaçınılmazı kendi belirlediği hızla sürüklerdi ayaklarınızın dibine. Çünkü kediler uyurdu nihayetinde, çiçeğin ömrü belliydi üstelik. Yağmurlar da sürekli kılamazdı kendini. Ve siz hatırlardınız sonunda. Sessizliğin gürültüsü dayanılmaz, örtünün kapatıcılığı yetersiz geldiğinde.

Annem yetinmedi. Sordu ve soruşturdu durmaksızın. Kedi uyudu. Çiçek canlılığını kaybetti. Yağmur mevsimi geçti. Sessizliğin gürültüsünün içinden bir Chet Baker melodisi işitilmeye başladı. Benim de barikata ekleyecek bir şeyim kalmamıştı. Kendimden başka. Ve anlıyordum ki sır, Chet Baker müziğine deli oluyordu.

Mey