Kalbime kıyanlardan başlayarak, dedi. Ne bir gemi ne bir liman kalmayasıcaya kadar'ım.
Görünüşe,
görüntüye,
gerçeği gizlemeye gösterecek yüzüm yok!
Kibriti tutuşturdu, attı.
Cürüm de yandı, cürmün yeri de...
Mey
27 Mayıs 2016 Cuma
23 Mayıs 2016 Pazartesi
Sözcüklerin Arasında Susku...
Hiç bu kadar içtenlikle
susmamıştım, diye geçirdi aklından.
Peş peşe sıraladığı cümlelere henüz hiç es vermemişken...
Mey
susmamıştım, diye geçirdi aklından.
Peş peşe sıraladığı cümlelere henüz hiç es vermemişken...
Mey
22 Mayıs 2016 Pazar
Yapabilirsen.../ Haiku
Yalnız kendisini ıslatan
o yağmura seslen.
De ki;
üşüyeceksin, ömründen.
Sonra ısıt. Yapabilirsen...
Mey
o yağmura seslen.
De ki;
üşüyeceksin, ömründen.
Sonra ısıt. Yapabilirsen...
Mey
18 Mayıs 2016 Çarşamba
Arka Vagonda…
Girizgâh
07.40. Çayyolu yeraltı tren hattındayız. Tren henüz çok kalabalık değilse de boş da
değil. Üç büyük vagondan oluşan trenin en tenha kısmı her zaman arka vagondur. Sabah
saatlerinin tenhalığı ayakta veya oturarak yolculuk ederken okumayı sevenleri
bu vagona çeker. Yolcuların yarısına yakınının okuduğu bu vagona bakıp bambaşka
bir ülkede olduğunuzu düşünmeniz işten değildir. Gün önümde, eninde sonunda
indireceğim izlenimi verene kapalı bir mayıs gününün sakinliğini henüz koruyan
ilk saatleri ve bu hikâye kendine kahramanlar bulmanın derdine düşmüş arka
vagonu sıkı bir taramadan geçiriyor. Yolcuların özellikle oturuyor olanlarının
bir kısmı başını ellerindeki kitaba gömdüğünden, bir kısmının da gözleri güne
açılmaya hazır olmamaktan kaynaklanan, zamandan birkaç uyku dakikası çalma
umuduyla kapalı. Yine de umutsuzluğa kapılmıyor hikâye ve dikkatini
kaybetmeksizin izliyor görüş alanında ne kadar insan varsa. Trenin durup yolcu
alacağı duraklar bitmedikçe hikâyenin can bulma umudu da bitmez, diye
yüreklendiriyor kendini. Hikâye.
Hâlihazırda olanı
görünür kılan
İkinci kahraman Beytepe istasyonundan bindi trene. Biner binmez,
trenin bitiminde insanların sırtlarını yasladığı duvarı taradı gözleriyle. Dört
kadın yaslanmıştı, dördü de okuyordu. O kısmı arzuladığı yüzünden belliydi,
ayaktaysanız ve okuyacaksanız trenin en rahat yeriydi çünkü. Kendisine yer
olmadığını fark edince, küçük bir ‘ hay
allah! ‘ bulutu geçti yüzünden. Neyse ki o kısmın hemen önündeki tutunma
direğinin önü boştu. Direğe tutundu, hemen arkasına sıralanmış, yaslanmışlara
şöyle bir baktı. Küçük sırt çantasından kitabını çıkardı. İnce ve kırmızı
kapaklı bir kitaptı. Birkaç saniye kaldığı yeri aradı sayfalara göz gezdirerek.
O da diğerleri gibi gömüldü kitabına. Hikâyenin umudunu yitirmemekte haklı olduğunun
gün yüzüne çıkabilmesine yalnızca iki durak kalmıştı. Direğe tutunmuşa kayan
varlığının bir bildiği de vardı üstelik. Daha çok durak var nasılsa ve her
durak bir başka olasılığı alabilir trenin içine diye düşünüyordu, aradığı
kahramanların tümünün gözü önünde durduğunun farkında değildi. Beytepe’den
sonraki durak Tarım Bakanlığı ve sonraki Bilkent durağıydı. Olay örgüsünün ilk
düğümü Bilkent durağında atılacaktı. Bilkent durağında trene binen olmadı. Aksine
arka vagondan bir kişi indi. Direğe tutunmuş olan boşalan yere daha yakındı,
aynı anda harekete geçmiş olmalarına karşın avantajını kullandı ve kendisiyle
aynı anda boş koltuğa hamle yapan hemen arkasında, sırtını trenin duvarına
yaslayarak okuyan kadından önce ulaştı. Hikâye dikkat kesildi.
Özdeş ürpertiler
Direğe tutunan ile arkasına yaslanmış olanın boş koltuğa
aynı anda hamle yapmalarında bir hikâyeyi heyecanlandıracak ne olabilir ki,
sorusunun cevabı birbirini takip eden iki küçük anda gizliydi. Bunlardan ilki,
koltuğun boşaldığını aynı anda fark ettiklerinde her ikisinin de hamle yapmadan
bir iki saniye tereddüt etmiş olmasıydı. Oturmak isteyecek ve bunu kendisinden
daha fazla hak etmiş birilerinin olabileceğini düşünmüş olduklarından hikâye
neredeyse emindi. Ama hikâyenin akıl edemediği söz konusu tereddüttün bir
yarışı göze alamamaktan kaynaklanıyor olabileceğiydi. Görünürde olmayan bir
yarış olasılığı o hamleyi yapma kararını getirmiş olabilirdi. Kimileri yarış
sevmez, kaybetmeyi sevmediklerinden. Yine de tereddüt kısa sürdü. Tutunma direğinde
olan boş koltuğa atıverdi kendini. O esnada hem oturmayı başarmış olan hem de hikâye
aynı anda fark ettiler, hamlesi boşa gidenin sırtını yeniden trenin duvarına
yaslarken hızlıca vagonu tarayan gözlerindeki ifadeyi. Oturmayı başaran, sabah
sabah gelen bu gereksiz başarısızlığa tanık olan başka birilerinin olup
olmadığını tarayışında fırsatı değerlendiremeyişin diğerlerinin gözbebeklerine
yansıma şeklini görme çabası olduğunu düşündü ve kadının yerinde olsaydı aynı
şeyi hissedeceğini. Görüldüğünün
bilincinde olan kadınla aynı anda ürperdi. Onun yerinde değildi ve biraz daha
rahat bir pozisyonda okumayı sürdürebilirdi. Hikâyeye göre ise, ayakta kalanın
yüzünde bir an için beliren o ifade tüm yaşamı boyunca, arzu edilip de elde
edilemeyenlerin, boşa harcanmış çabaların, düş kırıklıklarının, yeterince
istenmemişin gelmeyişinin yarattığı düş kırıklıklarının bir resmigeçidiydi. Nafilelik
duygusuna eklenen yeni bir nafilenin içindeki yırtığa küçük bir ekiydi.
Kendisinden önce davrananla göz göze geldiğinde, oturanın gözlerinde bir ‘kazandım
‘ ifadesinin olmayışı bir parça içine su serptiyse de, sırtını eski yerine
dayamadan az önce yüzünde dolanan utancın ürpertisini gizleyememişti.
Olur böyle şeyler
Hikâyenin kendisini bulmasını mümkün kılan bu iki küçük an
çabucak geçti. Sonraki iki durak boyunca her iki kadın da, oturan ve
oturamayan, okumayı sürdürdüler ama
birbirilerinin varlığını unutmuş değildiler. ODTÜ durağında birileri bindi,
birileri indi. Oturmayı başarmış ama diğerinin yüzünde bir an için gördüğü o
ifadeyi zihninden uzaklaştıramamış olan okuduğu kitaba bir türlü girememesinin
suçunu çevirinin iyi olmayışına yüklemeye meyilliydi, bu yüzden ikide bir
kitabın kapağındaki çevirmenin adına göz atıyor ama diğer kadından yana
bakmıyordu. Kadının saç modelinin, kısacık kestirmeden önceki saç modelini
andırdığını düşünüyordu anlamsız bir biçimde. Saçmaya sığınmasının bir nedeni
olduğunun da pekâlâ farkındaydı. Gerçekleşmeyenin ağırlığının ne demek olduğunu
anımsatmış bir ana tanıklık etmenin yarattığı sarsıntının düşündüğünden ağır
oluşuna kızıyordu besbelli. MTA durağında tam karşındaki koltuğun boşalmasıyla
ister istemez diğer kadına döndü. Göz göze geldiler o ifadeye tanıklık ettiği
andan sonra ilk kez. Kadın bakışlarını kaçırdı ama geçip boş koltuğa oturdu. Ardından doğruca baktı ilk oturandan yana. Oldu
olacak gibidir ama olmaz. Eylersin, eylemelerine eylemeler eklersin; sonuç
dolmayacak gibi görünen bir boşluk olur. Yola çıkarsın, büyüklü küçüklü ama en
çok da umutlu adımlar atarsın gittiğin yer bir varamayıştan başka bir şey
olmaz. Birbirlerinin gözlerinde okudular benzer düş kırıklıkları ve
başarısızlıkların sonraki hayatı ürkekçe yaşamaya zorlayan izlerini.
Gülümsediler belli belirsiz. Böyle şeyler olur, dedi ağızlarının kıvrımında
oluşan o küçük gülüşleri okudukları kitaba dönmelerinden hemen önce. Çeviri o
kadar da kötü değil diye düşündü ilk oturan, diğeri romanın olay örgüsüne
takılıp unuttu olan biteni. Ve bu hikâyeyi o ikisinden biri yazdı gün sona
ermeden.
Mey
15 Mayıs 2016 Pazar
Caz Seven Sır
Örtü desem, değil. Kalınca bir perde belki. Işığı, ısıyı,
geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen
kötücül bir barikat daha çok. Varlığını ilk fark ettiğimde hain olduğunu
düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin koyduğunu meraktan önce. Sorma,
sorgulama çok sonra geldi. Kötü ile karşılaşmanın bir tür andavallık yarattığı,
o ilk şaşkınlık geçene dek anlamayı mümkün kılacak araçlara sahip olunduğunu
unutturduğunu sağda solda duymuştum. Salt kötü’nün doğasına dair okuduğum onca
şeyi unutmuş olmam bir yana, ortaya anlaşılabilir ve nihayetinde açığa
çıkarılabilir bir nedensellik bağının konulabileceğini hiç akıl etmemiş
olduğumu şimdi itiraf etsem neye yarar? Duyum, düşüncenin önünde engeldir,
diyenler bir parça haklı bulunabilirler bu yüzden. İnsanı soluksuz, görüsüz,
sessizlikle baş başa bırakanla kaplanmışlığımdan akılsız bir varlık gibi, orada
öylece hareketsiz ve düşüncesiz kalışımdır, olan bitenin nedeni.
Durumumdan kim haberdardı, kim farkında değildi, farkında
olanlardan kim gerçekten umursuyordu, bilmediğim gibi bunları düşünecek halde
de değildim. İşin aslı, dışarıdan bakıldığında gözlemlenebilir bir fark
taşımadığım için, birilerinin ayrımında olabileceğini de sanmıyordum. Anneme
sorsanız her şey yolundaydı. İyi bir işim, güzel bir evim vardı; seviliyordum,
gösteremesem de sevdiğim insanlar vardı. Neyin nesiydi bu bunalmalar, bu
susmalar, bu içine kapanmalar? Neyin nesi, ben de bilmiyorum diyordum anneme.
Bilinecek bir şey olup olmadığından emin de olmadığımdan, yetindiğimle o da
yetinsin istiyordum. Yetinmeye genetik
olarak yatkın bir aile olmadığımızı bildiğimden, çok da umudum yoktu.
Gürültülü bir sessizlikti benimki esasında, işitilebilirliği
yalnızca karşımdakinin saflığına bağlı olan. Kedilerin duyabildiğinden çokça
emindim, çiçekler de işitiyor gibiydi, sanki biraz da yağmurlar anlıyordu
sessizliğimin içindeki şamatayı. Ondandır ki yakındık birbirimize. Kediler,
çiçekler ve yağmurlar. Ondandır ki sevmeye başlamıştık birbirimizdeki sükûtu ve
o sükûtun içine gizlenmiş mırıldanışı. Kediyle uyuyor, çiçeklerle konuşuyor ve
yağmurlarla yürüyordum şamatanın işitilmez sağır ediciliği içimi oymaya başladığı
her seferinde. İyi geliyordu. İyi hissettiriyordu. Her şey yolunda algısını –
gerçekliğinden kimse emin olmazdı – getirip yerleştiriyordu içime bu eylemlerin
tümü. Her şey yolundaysa da değilse de tam olarak bağlanamadığım gibi, hepten
de kopmuyordum yaşamanın elzem işleyişinden. Zaman akıyor, akışına yetişip
yetişemediğimi de pek umursamıyordu. Benim de ondan bir şey beklediğim yoktu. Akacaktı
elbet. Aksındı. Kedisiz, çiçeksiz ve yağmursuz kalmadığım sürece bir sorun
yoktu.
Nasıl bir arzu ve kararlılıkla gömdüysem, gömdüğümün ne ya
da kim olduğunu hatırlayamadığım bir sırrım vardı. Doğrusu böyle bir sırrım
olduğunu seziyor; arada bir eşip çıkarma merakına kapılıyorsam da sonrasında
haklı bir gereksizlik hissiyle vazgeçiyordum. Gömülmüşse gömülmesi
gerektiğindendir, diyerek vazgeçişime omuz veriyordum. Oysaki dünya yüzünde ne
kadar kedi varsa tümünün de çok iyi bildiği şey, sırların yaramaz ve benci
oluşudur. Çiçeklerin de onay vereceği gibi bencil değil, benci. Üstelik yağmurlarla
yürünmesini severler. Yağmurların yumuşattığı toprağın içinde kımıldanmayı ve
varlıklarını belli belirsiz haber vermeyi.
Sır’lığını bilen bir sırra kim rastlamış? Durduğun yerde
dur, değil mi? Kediler bilir, durmaz. Çiçekler daima söylemiştir: Sır ruhun
dikenidir. Yağmurlarla yürümeyi sevenler’i kolay hedef beller ve inatçı bir
devinimle yükselir gün ışığına doğru.
Örtü desem, değil. Kalınca bir perde belki. Işığı, ısıyı,
geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen
kötücül bir barikat daha çok. Varlığını ilk fark ettiğimde hain olduğunu
düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin koyduğunu meraktan önce. Şimdi şimdi
anlıyorum. Hain değildi. Onu oraya kedi koymuş olabilirdi çiçeğin de
desteğiyle. Altında yürümeyi sevdiğim yağmurlar da onaylamıştı besbelli. Kötücül
görünsün gözüne, önemi yok diye düşünmüşlerdi mutlaka. Barikattı ve görevini
hakkıyla yerine getiriyordu. Bana düşen de kıpırdamamak, eylemeden, düşüncesiz
bir kalakalıştı. El birliğiyle koruyorduk sırrın kendini açık etme çabasından
ben’i. Yetecek miydi? Yetmezdi. Akmaktan
başka derdi olmayan zaman kaçınılmazı kendi belirlediği hızla sürüklerdi
ayaklarınızın dibine. Çünkü kediler uyurdu nihayetinde, çiçeğin ömrü belliydi
üstelik. Yağmurlar da sürekli kılamazdı kendini. Ve siz hatırlardınız sonunda. Sessizliğin
gürültüsü dayanılmaz, örtünün kapatıcılığı yetersiz geldiğinde.
Annem yetinmedi. Sordu ve soruşturdu durmaksızın. Kedi uyudu.
Çiçek canlılığını kaybetti. Yağmur mevsimi geçti. Sessizliğin gürültüsünün
içinden bir Chet Baker melodisi işitilmeye başladı. Benim de barikata ekleyecek
bir şeyim kalmamıştı. Kendimden başka. Ve anlıyordum ki sır, Chet Baker
müziğine deli oluyordu.
Mey
9 Mayıs 2016 Pazartesi
‘ Kendi ‘nin Akışı…
Sezenler olduysa da, kimsenin sezgisini yüksek sesle ifade
edecek cesareti yoktu. Sayıları da azdı. Handiyse yoktular. Geriye kalanlar,
yani o kör çoğunluk inanmaya çoktan hazır, inandığına kendini kaptırmaya
hevesli, kabullendiklerini olumsuzlayacak her söyleme direnç göstermeye de
meyilliydi. Bunu rahatça yazabiliyorum, çünkü aralarında yer alıyordum. Uzunca
bir zaman da o aralıkta bulunmanın gözü kapalı mutluluğunu koynunda
büyütenlerdendim. Heves coşkun bir nehir, bizler de o nehrin debisiyle savrulmaktan
haz alan balık sürüsüydük. Akış başımızı döndürürken bir yandan da geçişin
rotasını takip etmemize olanak bırakmayarak sürüklüyordu bizi içimizden içine
doğru. Bu mükemmel, diye bağırıyordu arada birileri hazla ve hazza ortak
arayarak. Bulmakta da güçlük çekmiyordu elbette. Mükemmellik hissi öncesinde
yabancısı olduğumuz bir yaşantıydı, birileri mükemmel olduğunu söyleyerek
tanıştırıyordu her birimizi tasavvur yetisinden yoksun olduğumuz bir
eksiksizlik haliyle. Eksik olmamak – artık olmamak - içinde birlikte sürüklendiğinle yekvücut
olmak demekti bir yandan da. Yüzü, bedeni, aklı, ruhu en çok da kalbi yabancı
olanla akla hayale gelmeyecek bir bütünleşme ile kendimizden geçiyorduk. Akışın
bir sonraki değişimine dek. Sonra yeni bir yüz, beden, ruh ve kalp hazırda
bekliyordu etkisi çabuk yiten önceki tamamlanmanın yarattığı boşluğu gidermek
için.
Sezenler olduysa da, diğerlerinin onların şüpheci
bakışlarına tahammülü yoktu. Kuşkusunu sözle değilse de, kendisine yanaşmak
için heves edenden uzak duruşuyla ortaya koymaya çalışan hızla kayboluyordu
verdiği rahatsızlıkla birlikte. Özleyenleri veya merak edenleri olmuyordu. Gidenin
yeri doluyor, saflar hızla sıklaşıyor ve akış hızından hiçbir şey kaybetmiyordu.
Kimsenin şikâyet ettiği yoktu. Neden şikâyet edelim ki, zahmetsiz bir devinim
hepimizin işine geliyor; arada bir birilerinin çıkıp, bu mükemmel diye bağırışı
hareketin içindeki hareketsizliğimizden memnuniyetimizi perçinliyordu.
Sezenler olmuştu ve gizleniyorlardı. Kendini akışa kaptırmış
sürünün ta içiydi kendilerini zulaladıkları yer. Daha iyisi can sağlığı diye düşünüyorlardı
besbelli yamacında kendini gidişe kaptırmışın huşusuna bakıp ve belki de içten
içe gülerek. Kuşkunun bulaşıcı olduğunu başlangıçta onlar da bilmiyordu belki
ama çabuk fark ettiler. Böylece fısıltı başladı.
Sezenler vardı ve durmaksızın fısıldamaya başlamışlardı. İşiteni
ilkin sersemleten, aldığı hazzı kesintiye uğratan uğursuz bir fısıltı hastalık
gibi yayılmaya başladı. Sezgi ve kuşkunun aynılaşmasının an meselesi olduğu
ortadayken, inanmışların şaşkınlığı akıştaki ritmi bozmaya, ahengi çözülmez
denilen yerlerinden ilmik ilmik çözmeye başladı. Hızın yalpalayana anlayışı
yoktu. Küçük denilebilecek boşluklar büyümeye başlarken, ‘ mükemmel ‘ algısı
git gide silikleşiyor, haz yerini sorunun, sona ermeyecek gibi görünen,
kaşıntısına bırakıyordu. Fısıltı, sesini
yükseltmek için bu anı kolluyordu.
“ Kendini bil, kendin
bil, kendin ak. Akabildiğince…”
Kimimiz işittik, kimimizin de akışın gürültüsü dışında her
sese tıkalıydı kulakları. Mükemmel ise yoktu sezen’e de sezmeyen’e de…
Mey
3 Mayıs 2016 Salı
Rüyadan Çıkarılmışlığa Dair...
Kalamaz, dedi ödünsüz olan. İtiraza şaşıracakmış gibi bakıyordu bir yandan da.
Hiç mi, diye sordu beriki, bir umut, bir çare aranır gibiydi.
Hiç, dedi kararlı duran.
Yolu yok belli, diye düşündü, elinde tuttuğu bir araya getirilemez iyimser kırıntılara bakakalan.
Anlamış gibi başını salladı nice sonra. Pes etmiş, yenilmiş, vazgeçmişliğinden utanmış görünmüyordu şaşırtıcı biçimde. Salt anlamış, nihayetinde anlamış duruyordu. O kadar.
Yine de,
kalamaz, diye üsteledi güçlü görünen. Kalmamalı.
Derken sessizlik girdi araya. Söze dökülmesi gereksiz bir kabul aynı anda geçiyordu zihinlerinden:
Hiç kimse hak etmediği bir rüyada kalamaz. Kalmamalı.
Mey
Hiç mi, diye sordu beriki, bir umut, bir çare aranır gibiydi.
Hiç, dedi kararlı duran.
Yolu yok belli, diye düşündü, elinde tuttuğu bir araya getirilemez iyimser kırıntılara bakakalan.
Anlamış gibi başını salladı nice sonra. Pes etmiş, yenilmiş, vazgeçmişliğinden utanmış görünmüyordu şaşırtıcı biçimde. Salt anlamış, nihayetinde anlamış duruyordu. O kadar.
Yine de,
kalamaz, diye üsteledi güçlü görünen. Kalmamalı.
Derken sessizlik girdi araya. Söze dökülmesi gereksiz bir kabul aynı anda geçiyordu zihinlerinden:
Hiç kimse hak etmediği bir rüyada kalamaz. Kalmamalı.
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)