Kemiklerimize dek üşüdüğümüz soğuk günlerin ardından, güneş
ve beklenmedik bahar sürpriz bir giriş yapınca sabahımıza, dinlenme saatini
beklemek her zamankinden daha güç olmuştu. Kış bahçelerini iyice ısıtarak
albenisi artıran kafelerde geçirdiğimiz onca günü bir yana bırakırsak, açık
havada ve belki yeni tomurcuklanmış bir ağacın altında yan yana
geçirebileceğimiz bir kırk dakikamız olacaktı. İkimiz de gözümüzü Maden
Mühendisleri Odası binasının bahçesindeki tahta sıraya dikmiştik. İlk günler
çekine çekine oturduğumuz sıra, zamanla mühendis yoldaşların güler yüzlü
selamlamalarından aldığımız cesaretle boş saatlerimize ayırdığımız doğal bir
mekâna dönüşmüştü. Elbette hava dışarıda oturmaya uygun olduğu zamanlarda.
Bahçenin ve o tahta sıranın tek taliplisi olmayışımız yüzünden koşar adım
inmemiz gerekecekti merdivenleri. Doğal bir iş bölümü ile birimiz çayları
dolduracak, diğeri öncen gidip, başka biri gelmeden, sıranın bizde kalmasını
garantileyecekti. Gar katliamının ardından gülümseyişlerine burukluk eklenmiş
oda emekçilerine selam verecek, bakışlarında onaylayan bir ışık görür görmez
kendimizi atıverecektik sıraya. Çayları ben doldururum, demişti. Bana da
merdivenleri olabildiğince çabuk inip kendimi sokağın karşısındaki binanın
bahçesine atmak kalmıştı. Kimsenin gereksiz bir soru veya gevezelikle önümü
kesmesini istemediğimden başımı önüme eğip, bakışlarımı başka bakışlardan
gizleyerek geçecektim yolu. Bu yönteme çok sık başvurduğumdan, kibirli biri
olduğum dedikodusunun ayyuka çıktığının farkındaydım. Üstelik kibrin de maske
gibi koruyucu bir işleve sahip olduğunu düşündüğüm için haksız olmadıklarını
kabule hazırdım.
Çaylarla yolun karşısından görünmesini beklerken, sıranın
kapılmış olduğunu görerek geri dönen meslektaşlarıma, elimde olmadan sırıtmaya
başlamıştım. Gerçekçilik içermeyen o mülkiyet duygusunun arsızlığının yüzüme
yansıdığına emindim. Kendimden utanmalıydım elbette, ama o sıra tek
düşünebildiğim çaydı. Nerede kaldı sabırsızlanması belirginleşmeye başladığı
anda göründü. Sabırsızlandığımı bildiğinden, yettim dedi gülerek çayı
uzatırken. Teşekkürsüz aldım elinden kupayı. Birbirimizi uzun zamandır
tanıdığımızdan, aramızda teşekkür etme, özür dileme gibi nezaket söylemlerinin
yeri yoktu. Yanıma oturdu. Yorulduk he mi, dedi. Yorulduk, dedim. Ama çay iyi
gelmişti. Birer sigara da yaktık mıydı, bir süre konuşmadan öylece otururduk.
Birbirimizin hayatına dair hemen her şeyi bildiğimizden, konuşacak konu kıtlığı
yaşıyorduysak da buna aldırdığımız yoktu.
Benim kadar açık yürekli olamayanın yanımda yöremde, aklımda,
kalbimde işi yok, dedi birden.
Haklısın, dedim. Sırf muzurluğumdan ekledim: Ama sen pek
açık yürekli sayılmazsın. Haklıydı elbette. Dediğimi duyar duymaz hışımla
döndü. Yüzüme baktı. Şaka mı ediyorum, şaka görüntüsünün altında bir gerçeğe mi
işaret ediyorum, bir an emin olamadı. Güldüm. Rahatladı, o da güldü. Hala emin değildi, dayanamadı. Ben de
dayanamayacaktım, ondan önce davrandım.
Açık yüreklilik, insanın kendisinden umduğu ve dolayısıyla
başkasından da beklediği bir gösteri biçimi, dedim. Dediğimin çok açık
olmadığının farkındaydım. Anlamıştı yine
de.
Karamsarlığın beni öldürecek, dedi gülerek.
Açılmaya o kadar da müsait yaratıklar değiliz, dedim. Israrcılığımdan
ölmezse, karamsarlığımın, benden başkasına, bir zararı olmazdı.
Sana dert anlatmaya çalışıyorum, konuyu getirdiğin noktaya
bak dedi. Kızmış mıydı sahiden? Kızmıştı.
Haklısın, dedim. Tutamadım kendimi.
Onu dinlemeye hazır olduğumu söyledim. Anlatmaktan vazgeçmiş
gibi yapsa iyiydi, konuşmaya hareket gelmesi açısından. Yapmayacaktı. Dediği
gibi biriydi o; açık yürekli. Böylesi bir içi dışı birliğe inanmıyor olsam da,
o inanıyordu ve benim neye inandığımın önemi yoktu. Anlattı. Dinledim. Arada kalkıp
çayları tazeledim.
Haksız mıyım, diye sordu bitirince.
Haklısın, dedim.
Peki, açık yüreklilik, diye üsteledi.
Ütopya, dedim. Henüz yazılıyor her birimiz tarafından.
İçeri girme vakti geldi, dedi küskünce. İtirazsız kalktım. Kupanın
dibinde kalan çayı ağacın altına döktüm. Yüreğini açık tutmaz insan, genişletir
kurgusal çer çöpünü sığdırabilmek için, diye düşündüğümü ona söylemedim. Çer çöpümü
kimseye gösterecek değildim…
Mey