“ Senin dışında olan bir şey içinde olan bir şeyin yansıması
senin içinde olan bir şey dışında olan bir
şeyin yansımasıdır.
İşte o
yüzden de, kendi dışında olan bir labirente adım atmak
yoluyla, kendi içindeki labirente de adım
atmış olursun. “ *
Gözlerinin açılmasının ardından gelen sersemlik yüzünden
zamanın hangi diliminde uyandığının ayrımına varamadı. Sabah mıydı, hala geceyi
mi sürüyordu zaman, yoksa günün ortasında bir yerde miydi, bilemedi. Sabah,
gün, gece gibi zamanı geniş dilimlere ayıran sözcüklerin bir anlamı kalmadığını
da hatırlayamamıştı, sersemliği sürdüğünden. Doğa artık bunlara ilişkin ayrımın
bilgisini vermeyi bırakmıştı. Aydınlanma ve kararma söz konusu değildi epeydir.
Gökyüzü, hiç değişmeyen puslu ve koyu gri rengini zamanın her anında koruyordu.
Gözlerini irice açıp yatmayı sürdürdü. Rüzgârın sesi, uyumadan önceki şiddetini
değiştirmemişti. Kalıcı bir uğultu olarak, tıpkı gökyüzünün rengi gibi,
alışılması gereken bir sese dönüşmüştü. Uzanıp saate bakabilirdi; gün mü, gece
mi, sabah mı hesaplayabilirdi. Uzanması ve komedinin üzerinde duran saati eline
alması yeterli olacaktı. Yapmadı. Yattığı yerden odanın karanlığına bakmayı
sürdürerek, zihnindeki bulanıklığın bir parça da olsa dağılmasını bekleyecekti.
Sersem, aklı bulanmış ve tüm bunların üstüne bitkin hissediyordu. Gözlerini tavandan
ayırıp, odada dolaştırdı. Belli belirsiz gölgelerin hareketlerini izledi. Dışarının
kıpırtısının içeriye yansımasıydı gördüğü, biliyordu. Dışarı ve içeri.
Acele etmeksizin doğruldu. Bir süre oturur vaziyette kaldı. Başı
öne eğik, zeminin soğuğuyla temasıyla ürpertiyi alıp oradan tüm vücuduna yayan
ayaklarını izledi. Ev de dışarısı gibi soğuktu. Üşüme duyumu ayılmasına
yardım etmiş, bir parça ısınma arzusuyla harekete geçmesine neden olmuştu. Eğilip
çoraplarını arandı. Bulduğu teki giydi, diğer tek için yatağın altına bakması
gerekti. Uyumadan çıkarıp ayakucuna bıraktığı kalın hırkayı omuzlarına aldı. Önce
banyoya, oradan da mutfağa geçti. Çay için suyu kaynamaya bıraktı, mutfak
penceresinden dışarıyı izledi suyun kaynamasını beklerken. Mevsimsiz kalmış
dünyanın ağaçlarının çıplaklığını görmek her seferinde içini acıtıyordu. Aydınlık
yok, mevsimler yok, mavi yok. Umut? Ondan emin değildi. Umutsuzluk bitmediğinden
umudun da bitmeyeceğini düşünüyordu. İyimserlik mi bu, diye her soruşunda
şimdilerde epeyce bulanmış aklının nereden bulduğunu bilmediği bir güçle şöyle
fısıldadığını fark ediyordu: umutsuzluk biterse, umut da kalmaz. Unutma, salt
tekil’in varlığına dayalı uyum, artık, olmayacak bir dünyanın habercisidir. Var mı
ki? Dünya? Ya da geriye ondan ne kaldı? Rengini yitirmiş bir gökyüzü, artık
gereksiz hale gelen zaman belirteçleri, mevsimsizlik, uğultusu hiç kesilmeyen kötü
niyetli bir esinti, içeride ve dışarıda oynaşıp duran karanlık. En fenası da
neredeyse hiç geçmeyen şu üşüme hali.
Suyun kaynadığını haber veren sesi işitince, pencerenin
önünden çekildi. Dolaptan büyükçe bir fincan alıp, çay poşetini içine bıraktı. Suyu
ekledi. İpin fincanın dışında kalan kısmını hafifçe hareket ettirerek çayın
kıvam bulmasını çabuklaştırmaya çalıştı. Mutfak masasına oturup çayı
yudumlarken, iyiden iyiye alışmaya başladığı loşluğun içine dikti gözlerini. Orada
görülecek bir şey varmış veya yokmuş, bunun önemi olmadığını biliyordu. Göz nicedir
salt bakmak içindi. Görmek, gördüğünü kavramak, kavradığından başka bir
kavrayışa geçmek anlamsızdı. Eski alışkanlıklar, hiç olmamışa
evriliyor; eksikliği her geçen gün daha az hissedilir oluyordu. Alışkanlıklar da
değişir, diyen bir şiir dizesi anımsar gibi oluyor ama belleğinde ne kadar
aranırsa aransın, ne şiirin tamamını, ne şairini hatırlıyor, ne de anımsadığını
düşündüğü cümlenin gerçekten bir şiir dizesi olduğundan emin olabiliyordu. Umutsuzluk
şuradaysa, umut da oralarda bir yerlerde olmalı hatırlatması bazen işe yarıyor
bazen boş laftan öteye geçmiyordu. Çayı bitirip kalktı. Fincanı yıkadı, bulaşık
sepetine koydu. Aç hissetmediği halde, yiyecek bir şey arandı. Hafta başında
görevlilerin bıraktığı erzak kutusundan kalanlara göz attı. Pek bir şey
kalmamış gibiydi. Evde kalması geren haftaların en kötü tarafı, başkalarının
tercihlerini kabul etmek zorunda olmaktı. Neyse ki önümüzdeki hafta dışarıda
olabilecek, seçenek çok olmasa da istediklerini alabilecekti. Bir haftaya
katlanmanın nedeni bir diğer hafta vaadiydi, bunun ne denli zavallıca olduğunu
itiraf etmeye yanaşmak, oralarda bir yerlerde olan sevinç kırıntılarını yok
saymak, onları bir şekilde bulmaktan umudu kesmek demekti.
Uyuduğu odaya geçti. Ne yapması gerektiğini bilmez bir
tavırla durdu odanın ortasında. Rüzgârın sesine kulak kabarttı. Bazen müziğin
yerine geçebiliyordu o ses. Her zaman değil, sadece bazen. Şimdi sadece
uğultuydu. Melodisiz, can sıkıcı bir uğultu. Belki kapı çalar ve biri gelirdi. Seçmediği biri
de olsa, bunu istediğini fark etti. Evde olmanız gereken haftalarda
seçmediğiniz gelirdi, dışarda olduğunuz haftalarda sizi seçememiş olana
giderdiniz. Adil miydi ya da gerekli? Rahatlama ve rahatlamayla sona eren mekanik
birleşmeler, geçici bir ısınma duyumu, yabancı bakışlarla temas, etin açlığını
doyurma ve belki bir iki kelam işitmenin verdiği değişiklik duygusu başlangıçta
kabul edilemez geleni, zorunluluğu kabul edilen bir rutine dönüştürmüştü. Bekleyecek
başka bir şeyi kalmamışlığın ısısız adasında uzaktan geçen hayalet geminin
anlık ayaklandırması gibiydi kazazede ruhlarımızı. Ayaklanan neydi, ondan çok
da emin değil. İnsan olma duygusu belki. Belki o da değil, belki hiçbir şey
değildi. Bir şey veya değil, biri gelse fena olmaz diye düşündü odanın
ortasında ayakta dururken. Orada duruşu anlamsızlaşmaya başlayınca, pencereye
yürüdü. Perdeyi aralayıp, gökyüzüne baktı. Koyu. Bulanık. Gri. Penceresine
doğru uzanan çıplak dalların rüzgârla savruluşuna bakmamaya kararlıydı. Dinmeyen
esintinin kurbanı ağaçlarla kendisi arasında benzerlik kuruyor olduğunu
kabullenecek değildi. Rüzgârı düşman belleme, diye öğütledi kendini. Eskiden severdin
oysa. İnsanın ruhunu okşayan rüzgârları severdin. Bu, onlardan değildi. Hırçın,
yıkıcı, tutunduğumuz kavramların içinde ne var ne yok alıp sürükleyecek kadar gaddardı.
Saçmalama, dedi saçmaladığına kendini ikna etmek ister gibi. Rüzgâr havanın yer
değiştirmesinden başka bir şey değil. İyi veya kötü değil. Rüzgâr işte. İnanmadı
bu son dediklerine. İçi sıkıldı. Pencerenin önünden çekilecekken gördü binaya
doğru ilerleyen insan siluetini. Paltosunun yakalarını kaldırmış, esintinin savuruşundan
sakınmak ister gibi hafifçe öne doğru eğilmiş, çabuk adımlarla yürüyordu. İçeri
haftasındaydılar, binadan biri olamazdı. Utanmasına neden olacak bir sıcaklık
yaladı bedenini. Bana mı acaba, diye düşündü. Bana mı geliyor? Yüz yetmiş beşte
bir olasılık vardı. Olasılıktı yine de. Aceleyle banyoya geçti. Nasıl göründüğüne
bakarken, belki buraya geliyordur ve belki sigarası da vardır, diye düşündü
saçlarını tararken. O sıra rüzgâr, her zamanki şiddetinden biraz daha güçlü
esmeye başladı. Melodinin tam zamanıydı, diyerek gülümsedi sokak kapısının
önüne, o bir olasılığı beklemeye giderken…
Mey
* Sahilde Kafka / Haruki Murakami / sy: 490