Tedirgindik ve haksız da değildik. Her birimizi bir diğer
insana şüpheyle yaklaşmaya iten, ötekinden iyi bir şeyin gelmeyeceğine enikonu
inanmaya başladığımız günlerden geçiyorduk. Bundandır ki, daha önce fakına
varmadığımız ayrıntıları dikkatle gözler olmuştuk. Elimizden lanet okumaktan
başkasının gelmemesi çaresizlik hissini yükseltiyor; karamsarlıkla bezeli bir
şüphecilik içinde günlerin geçip gitmesini izleyen varlıklara dönüştürüyordu
hepimizi.
Ben’de
Örtü desem, değildi.
Kalınca bir perdeydi belki. Işığı, ısıyı, geçebilse hoşnutluk duyabileceğim
başka şeylerin de sızmasını engelleyen kötücül bir barikat daha çok. Varlığını
ilk fark ettiğimde hain olduğunu düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin
koyduğunu meraktan önce. Sorma, sorgulama çok sonra geldi. Kötü ile
karşılaşmanın bir tür andavallık yarattığı, o ilk şaşkınlık geçene dek anlamayı
mümkün kılacak araçlara sahip olunduğunu unutturduğunu sağda solda duymuştum.
Salt kötü’nün doğasına dair okuduğum onca şeyi unutmuş olmam bir yana ortada
anlaşılabilir ve nihayetinde açığa çıkarılabilir bir nedensellik bağının
konulabileceğini hiç akıl etmemiş olduğumu şimdi itiraf etsem neye yarar?
Duyum, düşüncenin önünde engeldir, diyenler bir parça haklı bulunabilirler bu
yüzden. İnsanı soluksuz, görüsüz, sessizlikle baş başa bırakanla
kaplanmışlığımdan akılsız bir varlık gibi, orada öylece hareketsiz ve
düşüncesiz kalışımdır, köşe başındakine rastladığım güne kadar olan bitenin
nedeni.
Duyum ve Algı
Başkalarının yaşadığı gibi yaşıyordum süreci. Günden güne
azalan umut, iyi bir şeyin gelmeyeceğine kesin inanç ve tüm bunların arasında
günlük yaşamı sürdürme çabasıyla yorgundum. Sonra bir sabah, yağmur yağıyordu
havası içeri dolsun istedim, pencereyi açtığımda onu gördüm. İlkin yalnızca
gördüm. Gördüğüme dikkat etmeye başlamam için birkaç günün sabahının aynı
şekilde yinelenmesi gerekecekti. O farkındalık sabahı, boşa geçmiş birkaç güne
hayıflandım elbette. Adamı günlerdir o köşede dikilirken görüyor ancak
gördüğümün anlamını düşünmek aklıma gelmiyordu. Fark etmenin handikabı, fark
ettiğinizi yok saymanın olanaksız hale gelmesiydi. Ardından gelen günler
boyunca, o köşe başında sabah 09.00, akşam 17.00 saatleri arasında dikilip,
kaygılı gözlerle gelen geçeni izleyip elinde tuttuğu dosyaya bir takım notlar
alırken, ben de aralık vermeksizin onu izlemeye başladım.
Köşe Başında
Yaptığını ciddiye aldığı her halinden belliydi. Mesaisini
her sabah saat dokuzda başlatıyor, yaklaşık kırk beş dakikalık bir öğle arası
veriyor ve akşamüstü saat tam beşte, görevini tamamlamışların rahatlığıyla
oradan ayrılıyordu. Üstü başı düzgün, görünüşü dikkat çekmeyecek kadar
ortalamaydı. İşlekçe sayılabilecek iki sokağın kesiştiği noktada, sırtını köşe
başı binasına vermiş duruyor, izliyor ve not alıyordu. Gelen geçen birkaç
kişinin dikkatini çekiyorduysa da, biraz da yaşanılan günlerin etkisiyle,
kimsenin yanına sokulup orada ne yaptığını sorduğu yoktu.
Ben’de
Çağın bunalımının
payıma düşen kısmını yaşadığıma ikna olmuş, hareketsizliği kanıksamış, ihtiyaç
duyabileceğimi en aza indirgemiş günlerin birbirine eklenişinin peşine takılmış
bir halden, dikkatini yeniden kazanmış birine dönüşmemi o adama borçlu
olduğumun bilincindeydim. Bir süredir uzağı görmekte güçlük çektiğimden,
gerçekte yüzünün neye benzediğine dair fikrim yoktu. Uzak gözlüklerinin işe
yarayabileceği yakınlıkta durmuyor oluşu tekniği de çaresiz bırakıyordu. Her
sabah uyandığımda, dışarı çıkacağımı, bir biçimde yakınından geçip gün boyu
izlediğimin yüzünü zihnime kazıyacağımı söylüyordum kendime. Her seferinde
ertelemenin yolunu buluyor; adamın yüzündeki bulanıklığa razı oluyordum.
Kavrayış
Yağmurlu günlerde, açtığı siyah şemsiyenin görüşümü
kapatması canımı sıkıyor, aşağı inememenin acısı en çok o anda belirgin hale
geliyordu. Kolunu bükerek üzerine yerleştirdiği dosyaya aldığı notlar merakımı
kamçılıyor; oraya yazabileceklerine dair tahminler üretip duruyordum. Derken
kentte üçüncü bir patlama oldu. Bulunduğumuz yere çok yakındı; kendimi evin
arka odalarından birine atmadan hemen önce onun olduğu yerde çömelip kollarıyla
başını korumaya aldığını gördüm. Dosyası kolundan kaymış, içindeki onlarca kâğıt
sokağa yayılmıştı. Ses, koku en beteri de çığlıklar caddeye bakan pencereye
yönelmeme izin vermiyor; sokakta bilinçsizce oraya buraya koşturan insanların
ayakları altında ezilen üzerine kim bilir neyin not alınmış olduğu kâğıtların
zihnimde canlanan görüntüsünün bildiğim en hüzünlü şey olduğunu düşünüyordum. Neden
sonra pencereye gidebildiğimde, kâğıtlar gibi kendisinin de yerinde olmadığını
göreceğimi tahmin ediyordum.
Köşe Başında
Her zamanki yerini alması için beş gün geçmesi gerekti.
Sabahtı, tam saatinde geldi. Şemsiyesini binaya dayadı, dosyasını ve kalemini
çıkardı. Yüzünü seçebilseydim, orada kendine, sokağa, sokaktaki insana, kente,
tüm dünyaya olan güvenini yitirmiş çizgiler göreceğimi kurup aynaya baktığımda
kendimde gördüğüm çizgilerle karşılaştıracaktım. O köşe başında ne yaptığına
dair belli belirsiz bir fikrin oluşmasının nedeni bendeki çizgilerdi şüphesiz. Onun
kadar yürekli olmayışımın temelinde, İnsanı soluksuz, görüsüz, sessizlikle baş
başa bırakanla kaplanmışlığım yatıyordu. Bundandır ki, bendeki çizgiler daha
derin, daha kıyıcıydı.
Ben’de
Örtü desem, değildi.
Kalınca bir perdeydi belki. Işığı, ısıyı, geçebilse hoşnutluk duyabileceğim
başka şeylerin de sızmasını engelleyen kötücül bir barikat daha çok. Çok sonra
buna, ‘ suç tedirginliği ‘ adını verecektim. İçine, kendine kapanıklığın
dışarıda olmaya hazırlananı besleyen bir aldırmazlığa dönüşmesiydi masumiyet
fikrinin insanı acıyla gülümseten bir içi boşluğu anlatması. İtiraf et! Suçunu
itiraf et sen de!
Eylemek
Adamın yapmaya çalıştığı şeyin, ‘ dünyanın çehresini değiştirmek ’ ile ilgili olduğunu kavramam zaman
aldıysa da, o andan itibaren onu gözleyişime eşlik eden yanına gitme, tam yanı
başında durma arzusu şiddetlenmeye başladı. İlk birkaç denemem, sokağa inmeyi
zor da olsa başarma, çok fazla yaklaşmadan yakınından geçmekten öteye gidemedi.
Beni fark edebildiğini sanmıyorum. Notlarına öyle derin dalıyor, gelip geçenle
öyle dikkatle ilgileniyordu ki, durup izleyeni görecek durumda değildi. Yanına
gittiğimde, ona söyleyeceklerimi defalarca kurdum. Yalnız kendi sözlerim
değildi aklımdan geçirip durduklarım; onun vereceği cevapları hazırlıyordum
zihnimde. Böylece her şey yolunda gidiyor, orada ne yaptığına bakma hakkı elde
edebiliyordum. Kuramsal olarak hazırdım.
Köşe Başında
Şaşırmadı. Karşısındaydım ilkin.
Kimseyi suçlamıyorum, dedi. Başımı salladım. Kedere de gönül
indirmiyorum, diye sürdürdü sözlerini. Yanına geçtim. Yanımda getirdiğim dosya
ve kalemi hazırlarken, ben de diye cevapladım usulca. Dövüşmeden ölecek
cesaretim yok, dedi bir süre sonra. Dönüp yüzüne baktım, anlaşılabilirliğinden
endişeli gibiydi. Önemi yok, dedim. Bizi kapatanın çehresini az olsa
yırtabilmekti o an önem taşıyan tek şey. Bunda anlaşmış gibiydik, o notlarına
döndü. Ben ilk cümlelerimi yazmaya koyuldum…
Mey