30 Mart 2016 Çarşamba

Köşe Başında...

Tedirgindik ve haksız da değildik. Her birimizi bir diğer insana şüpheyle yaklaşmaya iten, ötekinden iyi bir şeyin gelmeyeceğine enikonu inanmaya başladığımız günlerden geçiyorduk. Bundandır ki, daha önce fakına varmadığımız ayrıntıları dikkatle gözler olmuştuk. Elimizden lanet okumaktan başkasının gelmemesi çaresizlik hissini yükseltiyor; karamsarlıkla bezeli bir şüphecilik içinde günlerin geçip gitmesini izleyen varlıklara dönüştürüyordu hepimizi.

Ben’de

Örtü desem, değildi. Kalınca bir perdeydi belki. Işığı, ısıyı, geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen kötücül bir barikat daha çok. Varlığını ilk fark ettiğimde hain olduğunu düşünmüştüm, onu oraya kimin veya neyin koyduğunu meraktan önce. Sorma, sorgulama çok sonra geldi. Kötü ile karşılaşmanın bir tür andavallık yarattığı, o ilk şaşkınlık geçene dek anlamayı mümkün kılacak araçlara sahip olunduğunu unutturduğunu sağda solda duymuştum. Salt kötü’nün doğasına dair okuduğum onca şeyi unutmuş olmam bir yana ortada anlaşılabilir ve nihayetinde açığa çıkarılabilir bir nedensellik bağının konulabileceğini hiç akıl etmemiş olduğumu şimdi itiraf etsem neye yarar? Duyum, düşüncenin önünde engeldir, diyenler bir parça haklı bulunabilirler bu yüzden. İnsanı soluksuz, görüsüz, sessizlikle baş başa bırakanla kaplanmışlığımdan akılsız bir varlık gibi, orada öylece hareketsiz ve düşüncesiz kalışımdır, köşe başındakine rastladığım güne kadar olan bitenin nedeni.

Duyum ve Algı

Başkalarının yaşadığı gibi yaşıyordum süreci. Günden güne azalan umut, iyi bir şeyin gelmeyeceğine kesin inanç ve tüm bunların arasında günlük yaşamı sürdürme çabasıyla yorgundum. Sonra bir sabah, yağmur yağıyordu havası içeri dolsun istedim, pencereyi açtığımda onu gördüm. İlkin yalnızca gördüm. Gördüğüme dikkat etmeye başlamam için birkaç günün sabahının aynı şekilde yinelenmesi gerekecekti. O farkındalık sabahı, boşa geçmiş birkaç güne hayıflandım elbette. Adamı günlerdir o köşede dikilirken görüyor ancak gördüğümün anlamını düşünmek aklıma gelmiyordu. Fark etmenin handikabı, fark ettiğinizi yok saymanın olanaksız hale gelmesiydi. Ardından gelen günler boyunca, o köşe başında sabah 09.00, akşam 17.00 saatleri arasında dikilip, kaygılı gözlerle gelen geçeni izleyip elinde tuttuğu dosyaya bir takım notlar alırken, ben de aralık vermeksizin onu izlemeye başladım.

Köşe Başında

Yaptığını ciddiye aldığı her halinden belliydi. Mesaisini her sabah saat dokuzda başlatıyor, yaklaşık kırk beş dakikalık bir öğle arası veriyor ve akşamüstü saat tam beşte, görevini tamamlamışların rahatlığıyla oradan ayrılıyordu. Üstü başı düzgün, görünüşü dikkat çekmeyecek kadar ortalamaydı. İşlekçe sayılabilecek iki sokağın kesiştiği noktada, sırtını köşe başı binasına vermiş duruyor, izliyor ve not alıyordu. Gelen geçen birkaç kişinin dikkatini çekiyorduysa da, biraz da yaşanılan günlerin etkisiyle, kimsenin yanına sokulup orada ne yaptığını sorduğu yoktu.

Ben’de

Çağın bunalımının payıma düşen kısmını yaşadığıma ikna olmuş, hareketsizliği kanıksamış, ihtiyaç duyabileceğimi en aza indirgemiş günlerin birbirine eklenişinin peşine takılmış bir halden, dikkatini yeniden kazanmış birine dönüşmemi o adama borçlu olduğumun bilincindeydim. Bir süredir uzağı görmekte güçlük çektiğimden, gerçekte yüzünün neye benzediğine dair fikrim yoktu. Uzak gözlüklerinin işe yarayabileceği yakınlıkta durmuyor oluşu tekniği de çaresiz bırakıyordu. Her sabah uyandığımda, dışarı çıkacağımı, bir biçimde yakınından geçip gün boyu izlediğimin yüzünü zihnime kazıyacağımı söylüyordum kendime. Her seferinde ertelemenin yolunu buluyor; adamın yüzündeki bulanıklığa razı oluyordum.

Kavrayış

Yağmurlu günlerde, açtığı siyah şemsiyenin görüşümü kapatması canımı sıkıyor, aşağı inememenin acısı en çok o anda belirgin hale geliyordu. Kolunu bükerek üzerine yerleştirdiği dosyaya aldığı notlar merakımı kamçılıyor; oraya yazabileceklerine dair tahminler üretip duruyordum. Derken kentte üçüncü bir patlama oldu. Bulunduğumuz yere çok yakındı; kendimi evin arka odalarından birine atmadan hemen önce onun olduğu yerde çömelip kollarıyla başını korumaya aldığını gördüm. Dosyası kolundan kaymış, içindeki onlarca kâğıt sokağa yayılmıştı. Ses, koku en beteri de çığlıklar caddeye bakan pencereye yönelmeme izin vermiyor; sokakta bilinçsizce oraya buraya koşturan insanların ayakları altında ezilen üzerine kim bilir neyin not alınmış olduğu kâğıtların zihnimde canlanan görüntüsünün bildiğim en hüzünlü şey olduğunu düşünüyordum. Neden sonra pencereye gidebildiğimde, kâğıtlar gibi kendisinin de yerinde olmadığını göreceğimi tahmin ediyordum.

Köşe Başında

Her zamanki yerini alması için beş gün geçmesi gerekti. Sabahtı, tam saatinde geldi. Şemsiyesini binaya dayadı, dosyasını ve kalemini çıkardı. Yüzünü seçebilseydim, orada kendine, sokağa, sokaktaki insana, kente, tüm dünyaya olan güvenini yitirmiş çizgiler göreceğimi kurup aynaya baktığımda kendimde gördüğüm çizgilerle karşılaştıracaktım. O köşe başında ne yaptığına dair belli belirsiz bir fikrin oluşmasının nedeni bendeki çizgilerdi şüphesiz. Onun kadar yürekli olmayışımın temelinde, İnsanı soluksuz, görüsüz, sessizlikle baş başa bırakanla kaplanmışlığım yatıyordu. Bundandır ki, bendeki çizgiler daha derin, daha kıyıcıydı.

Ben’de

Örtü desem, değildi. Kalınca bir perdeydi belki. Işığı, ısıyı, geçebilse hoşnutluk duyabileceğim başka şeylerin de sızmasını engelleyen kötücül bir barikat daha çok. Çok sonra buna, ‘ suç tedirginliği ‘ adını verecektim. İçine, kendine kapanıklığın dışarıda olmaya hazırlananı besleyen bir aldırmazlığa dönüşmesiydi masumiyet fikrinin insanı acıyla gülümseten bir içi boşluğu anlatması. İtiraf et! Suçunu itiraf et sen de!

Eylemek

Adamın yapmaya çalıştığı şeyin, ‘ dünyanın çehresini değiştirmek ’ ile ilgili olduğunu kavramam zaman aldıysa da, o andan itibaren onu gözleyişime eşlik eden yanına gitme, tam yanı başında durma arzusu şiddetlenmeye başladı. İlk birkaç denemem, sokağa inmeyi zor da olsa başarma, çok fazla yaklaşmadan yakınından geçmekten öteye gidemedi. Beni fark edebildiğini sanmıyorum. Notlarına öyle derin dalıyor, gelip geçenle öyle dikkatle ilgileniyordu ki, durup izleyeni görecek durumda değildi. Yanına gittiğimde, ona söyleyeceklerimi defalarca kurdum. Yalnız kendi sözlerim değildi aklımdan geçirip durduklarım; onun vereceği cevapları hazırlıyordum zihnimde. Böylece her şey yolunda gidiyor, orada ne yaptığına bakma hakkı elde edebiliyordum. Kuramsal olarak hazırdım.

Köşe Başında

Şaşırmadı. Karşısındaydım ilkin.
Kimseyi suçlamıyorum, dedi. Başımı salladım. Kedere de gönül indirmiyorum, diye sürdürdü sözlerini. Yanına geçtim. Yanımda getirdiğim dosya ve kalemi hazırlarken, ben de diye cevapladım usulca. Dövüşmeden ölecek cesaretim yok, dedi bir süre sonra. Dönüp yüzüne baktım, anlaşılabilirliğinden endişeli gibiydi. Önemi yok, dedim. Bizi kapatanın çehresini az olsa yırtabilmekti o an önem taşıyan tek şey. Bunda anlaşmış gibiydik, o notlarına döndü. Ben ilk cümlelerimi yazmaya koyuldum…



Mey




26 Mart 2016 Cumartesi

Boş Oda...

Devasa bir vazonun içine yerleştirilmiş,
rengi de taze kokusu da,
köklerinden kesildiğini - öleyazdığını yani ki -
bilmeyen şarhoş çiçekler gibiydi. Aşk.
Boş bir odada...


Mey



22 Mart 2016 Salı

Trende...

Tren düşündüğümden hızlı ilerliyor, yine de okumama engel olacak kadar sarsmıyordu. Arada bir bakışlarımı okuduğum kitaptan ayırıp, ona bakıyordum. Bilinçli bir izleme değildi, uyumakta olan birini izlemenin hoş olmadığını bilecek bir terbiye almıştım. Gözlerim gayri ihtiyari kayıyordu, çantasından çıkarıp cama yasladığı küçük yastığa dayalı başına. Saçlarına bakıyordum sanırım en çok. Saçlarının kırçıl renginde beni çeken bir şey görüyor olmalıydım. Belki de kıskanmıştım bir parça, hayatım boyunca o renk saçlarım olmasını arzulamış olmamdan olabilirdi gıpta edişim. Yüzünde de insanı çeken bir hava yok değildi. İnce bir ağız, düzgün denemese de yüzüne uyumlu bir burun, çizgileri belirginleşmiş yanaklar, göz kenarları ve alnına düşen o gri saçlarıyla kendisine baktırıyordu. Uykuda olmanın serbest kıldığı hatlarına bakarken, güzel olduğunu düşünüyordum. Gençliğinde çok daha etkileyici olduğunu tahmin etmek işten değildi. Kaç yaşında acaba, diye düşündüm.

Karşımdaki koltuğa oturduğunda, oradaki varlığından haz etmemiştim ilkin. Yanımdaki koltuğa yerleşecek birinden yeğdi elbette. Ölçülü bir tebessüm ve baş hareketiyle beni selamlamış, çantasından o küçük yastığı çıkarıp aramızda duran masaya yerleştirmiş, el çantasından güneş gözlüklerini çıkarıp çantasının yanına bırakmıştı. Sohbet arayacak, laflayarak epeyce uzun olan yolumuzu, kendisi için, çekilir hale getirmeye çalışacak gibi durmadığını düşünüp rahatlamıştım. Yine de tedbirli olmalıydım. Çantamdan kitabı çıkarıp, okumaya niyetli olduğumu anlaması için masaya koymuştum. Kitaptan yana şüphelerim vardı gerçi. Hiç duymadığım bir yazarın, adına daha önce rastlamadığım bir romanıydı; arkadaş ısrarı üzerine okumaya söz verdiğim. Artık var olmayan bir yayınevi tarafından, neredeyse ben doğmadan önce basılmıştı. Eski kitaplara özgü sararmış yaprakları vardı ve o sayfalara dokunulduğunda toza temas ettiğin sanısı yaratıyordu. Başlangıçta neden elim gitmedi kitaba, bilmiyorum. Kitabı elime tutuşturan arkadaşımın ısrarına içten içe tepki duymuştum belki ya da biraz önce hareket etmiş olan trenin geçtiği yerleri bir süre izleme arzum baskın çıkmıştı.  Hangisiyse, sonuçta bir süre dışarıyı izledim. Trenin hızı, çok da keyifli bir izleme sunmuyordu dışarı bakan için, yine de o camdan dışarı bakmanın büyüleyici bir yanı vardı. Baktığın dışarısı, gördüğün için. Belleğinde saklamakta olduğunu bile unuttuklarınla, aklının reddettikleri aynı anda doluşuyordu dışarıdan baktığın içinde. Hipnotize olmuş gibiydim, bunu fark etmemle fark ettiğimin tehlikesini akıl etmem bir olmuştu. Kendimi bu dışarısı – içerisi girdabından kararlılıkla kurtarıp ona baktığımda anlayışlı bir gülümsemeyle beni izlemekte olduğunu görüp, yakalanmış çocuk edasıyla karşılık vermiştim tebessümüne. O sıra masaya bıraktığı küçük yastığa uzanıp, uyku kısa tutar yolu, demişti. Yastığı başı ile cam arasına yerleştirip gözlerini kapamıştı. İşte o sıra çok güzel olduğunu düşünmüştüm.  İnsan uyurken gördüğü birinden asla nefret edemez, diyen Canetti aklıma düşmüştü de, onun karşımda kapanmış gözlerine bakıp sevinmiştim biraz da. Sonra aklıma gelmişti, uyuyan birine gözünü dikip bakmak ayıptı.

Romanı elime alıp, evirip çevirdim ayıbı sürmemek için. Bazı kitaplara başlamayı çabucak bitmesin diye geciktiririz, kiminde ise bizi iten anlam veremediğimiz bir yan vardır. Bu kez itildiğimi baştan biliyordum da, itenin ne olduğu o an için muammaydı. Bakınıp durmanın manası olmadığına karar verip kitabı açtım. Aynı anda üç şey oldu: Yağmur başladı, romanın ilk cümlesi kalbimde bir yere bel altı bir darbe indirdi, incecik bir ‘ ah ‘ zihnimden sesime giden yolu izinsiz aşıverdi. Önce karşımda uyuyana, ardından cama vuran yağmur damlalarına, sonunda da kitaba bakıp girdabın boyutunu anlamaya çalıştım. Bir şey anladığım yoktu, o yüzden sırası değişmeden bu üç eylemi yapmayı sürdürdüm yaklaşık bir saat boyunca.
Altmış beş – yetmiş yaşlarında görünen çok güzel bir kadın karşımda uyuyordu, yağmur şiddetini artırmıştı ve okuduğum kitapta kesinlikle bir terslik vardı.
Sevmediniz mi yoksa kitabı, diyen sesini işitip şaşkınlıkla başımı kaldırdım. Uyanmış, uykulu gözlerini kırpıştırırken, mavi bir merakla bakıyordu yüzüme. Ne deseydim? Bildiğim en iyi kaçış yolunu kullanarak başka bir soruyla karşılık verdim: Okumuş muydunuz? Belli belirsiz baş hareketi tam bir cevap değildi elbette. Kitabı biliyor olduğuna yorumlama meyilliydim. Bir terslik var, dedim dürüstçe. Eliyle kitabı istermiş gibi bir hareket yapınca, uzattım. Ellerinin ne denli yaşlı göründüğünü o an fark etmiş olmalıyım. En çok elleri yaşlanırmış insanın. Neden acaba, sorusunun yeri değildi. Başka zaman erteledim. Kitabı alıp, hafifçe titreyen parmaklarına engel olamıyormuş gibi sayfalarını çevirdi. Nasıl bir terslik, diye sordu. Nasıl bir terslik? … Nasıl? ... Terslik? Onuncu sayfasını okurken sezdiğim şey değildi asıl sorun. Yine de doğru cevaba henüz sahip olmadığımdan ve karşımdaki ısrarlı bir tebessümle yanıt beklediğinden sezgimden söz edecektim.

Bu kitabı bir erkek yazmamış bence, dedim. Fark etmemiş gibi çevirip yazarın adına baktı. Öyle mi, diye sordu. Gülümsedi. Gülümsemesi de güzel diye düşündüm. Temiz bir gülümsemeydi her şeyden önce. Neden öyle düşündünüz, sorusu doğaldı. Bilmiyorum, diye başlayıp bir dolu gerekçe sıralayan cümleler kurmayı sevmezdim ve genellikle sakındığımı yapar konumda bulurdum kendimi. Bilmiyorum, diye başladım söze. Kadın duyarlılığı – ki böyle bir şeyin varlığına inanmam – hissettiğimden değil, ama satır aralarında okura ‘ seni kandırıyorum ‘ diyen bir ses işitiyorum sürekli ve o ses bir erkeğe ait değil, dedim. Dediklerimin anlaşılmazlığından ürkerek baktım yüzüme. Tebessümü yerindeydi, bana bakmıyor kitabın sayfalarını çevirip rastgele cümleler okuyordu. Siz okumuş muydunuz bu romanı, diye soruverdim. Yine o gülüş. Uzun zaman önce, dedi. Sesindeki okşar tını, ancak bir öyküde karşımıza çıkabilecek bir olasılığın aklıma yatmaya başlamasına neden oldu. Böyle şeyler düşünmeye oldum olası meyilliydim ve olasılığa tutunmaya çoktan hazırdım. Veriye ihtiyacım vardı. Yazarı ilk kez okuyorum, öncesinde duymuşluğum da yok, dedim. Başka kitabı var mı, onu da bilmiyorum. Düz bir cümlenin içine gizlediğim soruyu anlayacağından eminim. Anladı. Kitabı kapatıp, almam için uzattı. Ben de bilmiyorum, dedi bir yandan da. İma ve şüphe dolu yüzüme bakıyor ve gördüğünü ya gerçekten anlamıyor ya da çok iyi rol yapıyordu. Kitaba devam etmekle – ki şiddetle arzuluyordum o andan itibaren bunu – konuyu biraz daha eşelemek arasında kararsız başımı pencereden yana çevirip, yağmura baktım biraz. Dilediğimce çarpıtabileceğim belirsiz bir gerçeğin ucundan tutmuştum ve zihnim hızlıca örmeye başlamıştı; elimde tuttuğum kurgunun bana ettiklerine kurguyla karşılık vermek içimi soğutacakmış gibi hırsla inşa etmeye başlamıştım bana gerçekmiş gibi görünen olasılığın evrenini.

Zamanında sevmiştim sanırım, diyen sesinin yarım bıraktırdığına içerleyebilirdim başka bir anda. Dikkat kesildim. Ama sizin gibi, yazarın cinsiyetinden şüphe ettiğimi hatırlamıyorum, diye sürdürdü sözlerini. Bak işte, beni ikna etmeye çalışıyor diye düşündüm fesatça. Alttan alacaktım. Benim ki öyle bir sezgi, yanılıyor olabilirim dedim. Bu arada başından beri hissettiğim tersliğin adını koyabilsem, ilerlemenin daha kolay olacağını söylüyordum kendime. Bir yükseliş ve düşüş öyküsüydü yanlış hatırlamıyorsam, diye konuşmayı sürdürdü. Yükseliş ve düşüş! Oysa ben daha usulca tırmanış kısmında kalmıştım. Fazla anlatmayayım, siz okuyacaksınız daha, dedi yine. Konuşmayı sonlandırmak istiyor ama bir yandan da bunu yapamayışına içerliyor gibi bir bakış yakalamıştım gözlerinde. Haklıyım işte, sezgimde diye gazladım kendimi. Aynına onun da ihtiyacı vardı bence. Anlatımı güzel, dedim. Okuru peşi sıra sürükleyecek, ölçülü bir hızı var ve aynı anda okuyucunun öyküye tam katılımını talep ediyor. Şaşkın bir gülümseme işte yüzünde. Az utandı da sanki. Öyle mi, diye sordu. O kadarını hatırlayamıyorum. Samimi gibiydi bunu söylerken. Kuşku gelip oturdu içime. Yanılıyor muydum? Muhtemelen yanılıyordum ve sanıma bunca sıkı tutunmamın temelinde, kitabın bana yapmaya hazırlandıklarını savuşturma arzusu vardı. Kurguyu bir üst kurguyla tarafımca istenir hale getirme çabası daha doğrusu. Zekice bakan mavi gözlerinde, bunu anlamış bir bakış görür gibi oluyor, onu daha fazla konuşturmayacağımı fark ediyordum.

Yol beni tutuyor, biraz daha kestireyim, diyerek önümü tıkadı. Çaresiz gülümsedim. Gri saçların çevrelediği başı yeniden yastığa dayandı; gözlerini kapadı. Ben de açlıkla kitaba kapandım. Okudum ve izledim. İzledim ve okudum. Kurdum ve sevdim kurduğumu. Canımı yakması muhtemel cümlelerin ateşini dayanılır kıldım böylelikle. Yağmur bir an için kesilmedi. Önce tırmandı öykü acele etmeksizin, ardından yükseldi epeyce, sonra bildik bir düşüş. Kendini hızla giden tren camına çarpan yağmurun sakınmasızlığını andıran o düşüş. Çarpmanın etkisiyle o ince ‘ ah ‘ ağzımın kıvrımına yerleşirken tren yavaşladı, yolculuğun sonunu haber veren bir eda ile girdi kentin acılı garına.

Gara girişi haber veren sesle gözlerini açtı karşımdaki güzel kadın. ‘ Uyuyunca geçiyor ‘  deyişine tebessümünü ekleyerek. Aceleyle toparlandık. Etrafa saçtıklarımızı çantalarımıza tıktık ve ayaklandık. Romanı bitirebildiniz mi, sorusunu bekliyordum. İma sesimde değildi: Hayır, dedim. Kurguyla daha epey bir işim var. Yine o gülüş. Haklıysam da değilsem de içi rahat ayrılsın istiyordum kurgudan. Belki de, dedim. Yanılıyorumdur yazarı hakkında. Yılların leke içinde bıraktığı ellerini saçlarının arasından geçirdi, belli belirsiz bir kararsızlığı hissetmemi mümkün kılacak bilinçli bir bakış vardı yüzünde. Belki de, dedi trenin kalabalık koridoruna çıkmadan az önce. Neyse ki yağmur sakinlemişti…



Mey



19 Mart 2016 Cumartesi

Evden Çıkmayacaklar İçin Şarkı

               
                Senin dışında olan bir şey içinde olan bir şeyin yansıması
                   senin içinde olan bir şey dışında olan bir şeyin yansımasıdır.
                  İşte o yüzden de, kendi dışında olan bir labirente adım atmak
                 yoluyla, kendi içindeki labirente de adım atmış olursun. “ *


Gözlerinin açılmasının ardından gelen sersemlik yüzünden zamanın hangi diliminde uyandığının ayrımına varamadı. Sabah mıydı, hala geceyi mi sürüyordu zaman, yoksa günün ortasında bir yerde miydi, bilemedi. Sabah, gün, gece gibi zamanı geniş dilimlere ayıran sözcüklerin bir anlamı kalmadığını da hatırlayamamıştı, sersemliği sürdüğünden. Doğa artık bunlara ilişkin ayrımın bilgisini vermeyi bırakmıştı. Aydınlanma ve kararma söz konusu değildi epeydir. Gökyüzü, hiç değişmeyen puslu ve koyu gri rengini zamanın her anında koruyordu. Gözlerini irice açıp yatmayı sürdürdü. Rüzgârın sesi, uyumadan önceki şiddetini değiştirmemişti. Kalıcı bir uğultu olarak, tıpkı gökyüzünün rengi gibi, alışılması gereken bir sese dönüşmüştü. Uzanıp saate bakabilirdi; gün mü, gece mi, sabah mı hesaplayabilirdi. Uzanması ve komedinin üzerinde duran saati eline alması yeterli olacaktı. Yapmadı. Yattığı yerden odanın karanlığına bakmayı sürdürerek, zihnindeki bulanıklığın bir parça da olsa dağılmasını bekleyecekti. Sersem, aklı bulanmış ve tüm bunların üstüne bitkin hissediyordu. Gözlerini tavandan ayırıp, odada dolaştırdı. Belli belirsiz gölgelerin hareketlerini izledi. Dışarının kıpırtısının içeriye yansımasıydı gördüğü, biliyordu. Dışarı ve içeri.

Acele etmeksizin doğruldu. Bir süre oturur vaziyette kaldı. Başı öne eğik, zeminin soğuğuyla temasıyla ürpertiyi alıp oradan tüm vücuduna yayan ayaklarını izledi. Ev de dışarısı gibi soğuktu. Üşüme duyumu ayılmasına yardım etmiş, bir parça ısınma arzusuyla harekete geçmesine neden olmuştu. Eğilip çoraplarını arandı. Bulduğu teki giydi, diğer tek için yatağın altına bakması gerekti. Uyumadan çıkarıp ayakucuna bıraktığı kalın hırkayı omuzlarına aldı. Önce banyoya, oradan da mutfağa geçti. Çay için suyu kaynamaya bıraktı, mutfak penceresinden dışarıyı izledi suyun kaynamasını beklerken. Mevsimsiz kalmış dünyanın ağaçlarının çıplaklığını görmek her seferinde içini acıtıyordu. Aydınlık yok, mevsimler yok, mavi yok. Umut? Ondan emin değildi. Umutsuzluk bitmediğinden umudun da bitmeyeceğini düşünüyordu. İyimserlik mi bu, diye her soruşunda şimdilerde epeyce bulanmış aklının nereden bulduğunu bilmediği bir güçle şöyle fısıldadığını fark ediyordu: umutsuzluk biterse, umut da kalmaz. Unutma, salt tekil’in varlığına dayalı uyum, artık,  olmayacak bir dünyanın habercisidir. Var mı ki? Dünya? Ya da geriye ondan ne kaldı? Rengini yitirmiş bir gökyüzü, artık gereksiz hale gelen zaman belirteçleri, mevsimsizlik, uğultusu hiç kesilmeyen kötü niyetli bir esinti, içeride ve dışarıda oynaşıp duran karanlık. En fenası da neredeyse hiç geçmeyen şu üşüme hali.

Suyun kaynadığını haber veren sesi işitince, pencerenin önünden çekildi. Dolaptan büyükçe bir fincan alıp, çay poşetini içine bıraktı. Suyu ekledi. İpin fincanın dışında kalan kısmını hafifçe hareket ettirerek çayın kıvam bulmasını çabuklaştırmaya çalıştı. Mutfak masasına oturup çayı yudumlarken, iyiden iyiye alışmaya başladığı loşluğun içine dikti gözlerini. Orada görülecek bir şey varmış veya yokmuş, bunun önemi olmadığını biliyordu. Göz nicedir salt bakmak içindi. Görmek, gördüğünü kavramak, kavradığından başka bir kavrayışa geçmek anlamsızdı. Eski alışkanlıklar, hiç olmamışa evriliyor; eksikliği her geçen gün daha az hissedilir oluyordu. Alışkanlıklar da değişir, diyen bir şiir dizesi anımsar gibi oluyor ama belleğinde ne kadar aranırsa aransın, ne şiirin tamamını, ne şairini hatırlıyor, ne de anımsadığını düşündüğü cümlenin gerçekten bir şiir dizesi olduğundan emin olabiliyordu. Umutsuzluk şuradaysa, umut da oralarda bir yerlerde olmalı hatırlatması bazen işe yarıyor bazen boş laftan öteye geçmiyordu. Çayı bitirip kalktı. Fincanı yıkadı, bulaşık sepetine koydu. Aç hissetmediği halde, yiyecek bir şey arandı. Hafta başında görevlilerin bıraktığı erzak kutusundan kalanlara göz attı. Pek bir şey kalmamış gibiydi. Evde kalması geren haftaların en kötü tarafı, başkalarının tercihlerini kabul etmek zorunda olmaktı. Neyse ki önümüzdeki hafta dışarıda olabilecek, seçenek çok olmasa da istediklerini alabilecekti. Bir haftaya katlanmanın nedeni bir diğer hafta vaadiydi, bunun ne denli zavallıca olduğunu itiraf etmeye yanaşmak, oralarda bir yerlerde olan sevinç kırıntılarını yok saymak, onları bir şekilde bulmaktan umudu kesmek demekti.

Uyuduğu odaya geçti. Ne yapması gerektiğini bilmez bir tavırla durdu odanın ortasında. Rüzgârın sesine kulak kabarttı. Bazen müziğin yerine geçebiliyordu o ses. Her zaman değil, sadece bazen. Şimdi sadece uğultuydu. Melodisiz, can sıkıcı bir uğultu.  Belki kapı çalar ve biri gelirdi. Seçmediği biri de olsa, bunu istediğini fark etti. Evde olmanız gereken haftalarda seçmediğiniz gelirdi, dışarda olduğunuz haftalarda sizi seçememiş olana giderdiniz. Adil miydi ya da gerekli? Rahatlama ve rahatlamayla sona eren mekanik birleşmeler, geçici bir ısınma duyumu, yabancı bakışlarla temas, etin açlığını doyurma ve belki bir iki kelam işitmenin verdiği değişiklik duygusu başlangıçta kabul edilemez geleni, zorunluluğu kabul edilen bir rutine dönüştürmüştü. Bekleyecek başka bir şeyi kalmamışlığın ısısız adasında uzaktan geçen hayalet geminin anlık ayaklandırması gibiydi kazazede ruhlarımızı. Ayaklanan neydi, ondan çok da emin değil. İnsan olma duygusu belki. Belki o da değil, belki hiçbir şey değildi. Bir şey veya değil, biri gelse fena olmaz diye düşündü odanın ortasında ayakta dururken. Orada duruşu anlamsızlaşmaya başlayınca, pencereye yürüdü. Perdeyi aralayıp, gökyüzüne baktı. Koyu. Bulanık. Gri. Penceresine doğru uzanan çıplak dalların rüzgârla savruluşuna bakmamaya kararlıydı. Dinmeyen esintinin kurbanı ağaçlarla kendisi arasında benzerlik kuruyor olduğunu kabullenecek değildi. Rüzgârı düşman belleme, diye öğütledi kendini. Eskiden severdin oysa. İnsanın ruhunu okşayan rüzgârları severdin. Bu, onlardan değildi. Hırçın, yıkıcı, tutunduğumuz kavramların içinde ne var ne yok alıp sürükleyecek kadar gaddardı. Saçmalama, dedi saçmaladığına kendini ikna etmek ister gibi. Rüzgâr havanın yer değiştirmesinden başka bir şey değil. İyi veya kötü değil. Rüzgâr işte. İnanmadı bu son dediklerine. İçi sıkıldı. Pencerenin önünden çekilecekken gördü binaya doğru ilerleyen insan siluetini. Paltosunun yakalarını kaldırmış, esintinin savuruşundan sakınmak ister gibi hafifçe öne doğru eğilmiş, çabuk adımlarla yürüyordu. İçeri haftasındaydılar, binadan biri olamazdı. Utanmasına neden olacak bir sıcaklık yaladı bedenini. Bana mı acaba, diye düşündü. Bana mı geliyor? Yüz yetmiş beşte bir olasılık vardı. Olasılıktı yine de. Aceleyle banyoya geçti. Nasıl göründüğüne bakarken, belki buraya geliyordur ve belki sigarası da vardır, diye düşündü saçlarını tararken. O sıra rüzgâr, her zamanki şiddetinden biraz daha güçlü esmeye başladı. Melodinin tam zamanıydı, diyerek gülümsedi sokak kapısının önüne, o bir olasılığı beklemeye giderken…


Mey

* Sahilde Kafka / Haruki Murakami / sy: 490




18 Mart 2016 Cuma

Uyur Uyanık...

Uyku inmiş gözlerindeki direnç, her bir gözün kapağına
sığınmışların hatrınaydı.
Varlıklarından memnun şimdi. Hep memnundu.
Merak etme az sonra yataktayım, dedi birine. Kıpırtısını yatıştırdı.
Aklımdasın, birazdan kalem elimde, diye teskin etti diğerini.
Sağ
ve
sol göz'de. İki yerleşik.
Birinde eski bir rüya,
diğerinde taze öykü...


Mey


                                                                   Ayşe Mıhçı

12 Mart 2016 Cumartesi

İşte Böyle...

Kavrayışın kuytusu loş'a itti kurguyu.
Işık gerekmezdi, dil'in düş'ü tekrarına.
Sığar mıyız şimdi, sığmaz mıyız yoksa bu dar'ın,
dahası loş'un yanı başına kuşkusu bir elinde. Öteki elin,
söz üstüne söz söylemek yok adetinde'yi kavramış sıkıca.
Ayakların ve zihnin ortak tez
canlılığından bütün o kıpırdanış. Yana döne
sığıştınız.
Perdeyi çekmeden hemen önce aydın. Güldün sonra.
İşte böyle,
duruldu ağzın...


Mey






8 Mart 2016 Salı

Henüz Yazılıyor...

Kemiklerimize dek üşüdüğümüz soğuk günlerin ardından, güneş ve beklenmedik bahar sürpriz bir giriş yapınca sabahımıza, dinlenme saatini beklemek her zamankinden daha güç olmuştu. Kış bahçelerini iyice ısıtarak albenisi artıran kafelerde geçirdiğimiz onca günü bir yana bırakırsak, açık havada ve belki yeni tomurcuklanmış bir ağacın altında yan yana geçirebileceğimiz bir kırk dakikamız olacaktı. İkimiz de gözümüzü Maden Mühendisleri Odası binasının bahçesindeki tahta sıraya dikmiştik. İlk günler çekine çekine oturduğumuz sıra, zamanla mühendis yoldaşların güler yüzlü selamlamalarından aldığımız cesaretle boş saatlerimize ayırdığımız doğal bir mekâna dönüşmüştü. Elbette hava dışarıda oturmaya uygun olduğu zamanlarda. Bahçenin ve o tahta sıranın tek taliplisi olmayışımız yüzünden koşar adım inmemiz gerekecekti merdivenleri. Doğal bir iş bölümü ile birimiz çayları dolduracak, diğeri öncen gidip, başka biri gelmeden, sıranın bizde kalmasını garantileyecekti. Gar katliamının ardından gülümseyişlerine burukluk eklenmiş oda emekçilerine selam verecek, bakışlarında onaylayan bir ışık görür görmez kendimizi atıverecektik sıraya. Çayları ben doldururum, demişti. Bana da merdivenleri olabildiğince çabuk inip kendimi sokağın karşısındaki binanın bahçesine atmak kalmıştı. Kimsenin gereksiz bir soru veya gevezelikle önümü kesmesini istemediğimden başımı önüme eğip, bakışlarımı başka bakışlardan gizleyerek geçecektim yolu. Bu yönteme çok sık başvurduğumdan, kibirli biri olduğum dedikodusunun ayyuka çıktığının farkındaydım. Üstelik kibrin de maske gibi koruyucu bir işleve sahip olduğunu düşündüğüm için haksız olmadıklarını kabule hazırdım.

Çaylarla yolun karşısından görünmesini beklerken, sıranın kapılmış olduğunu görerek geri dönen meslektaşlarıma, elimde olmadan sırıtmaya başlamıştım. Gerçekçilik içermeyen o mülkiyet duygusunun arsızlığının yüzüme yansıdığına emindim. Kendimden utanmalıydım elbette, ama o sıra tek düşünebildiğim çaydı. Nerede kaldı sabırsızlanması belirginleşmeye başladığı anda göründü. Sabırsızlandığımı bildiğinden, yettim dedi gülerek çayı uzatırken. Teşekkürsüz aldım elinden kupayı. Birbirimizi uzun zamandır tanıdığımızdan, aramızda teşekkür etme, özür dileme gibi nezaket söylemlerinin yeri yoktu. Yanıma oturdu. Yorulduk he mi, dedi. Yorulduk, dedim. Ama çay iyi gelmişti. Birer sigara da yaktık mıydı, bir süre konuşmadan öylece otururduk. Birbirimizin hayatına dair hemen her şeyi bildiğimizden, konuşacak konu kıtlığı yaşıyorduysak da buna aldırdığımız yoktu. 

Benim kadar açık yürekli olamayanın yanımda yöremde, aklımda, kalbimde işi yok, dedi birden.
Haklısın, dedim. Sırf muzurluğumdan ekledim: Ama sen pek açık yürekli sayılmazsın. Haklıydı elbette. Dediğimi duyar duymaz hışımla döndü. Yüzüme baktı. Şaka mı ediyorum, şaka görüntüsünün altında bir gerçeğe mi işaret ediyorum, bir an emin olamadı. Güldüm. Rahatladı, o da güldü.  Hala emin değildi, dayanamadı. Ben de dayanamayacaktım, ondan önce davrandım.
Açık yüreklilik, insanın kendisinden umduğu ve dolayısıyla başkasından da beklediği bir gösteri biçimi, dedim. Dediğimin çok açık olmadığının farkındaydım.  Anlamıştı yine de.

Karamsarlığın beni öldürecek, dedi gülerek.
Açılmaya o kadar da müsait yaratıklar değiliz, dedim. Israrcılığımdan ölmezse, karamsarlığımın, benden başkasına, bir zararı olmazdı.
Sana dert anlatmaya çalışıyorum, konuyu getirdiğin noktaya bak dedi. Kızmış mıydı sahiden? Kızmıştı.
Haklısın, dedim. Tutamadım kendimi.

Onu dinlemeye hazır olduğumu söyledim. Anlatmaktan vazgeçmiş gibi yapsa iyiydi, konuşmaya hareket gelmesi açısından. Yapmayacaktı. Dediği gibi biriydi o; açık yürekli. Böylesi bir içi dışı birliğe inanmıyor olsam da, o inanıyordu ve benim neye inandığımın önemi yoktu. Anlattı. Dinledim. Arada kalkıp çayları tazeledim.
Haksız mıyım, diye sordu bitirince.
Haklısın, dedim.
Peki, açık yüreklilik, diye üsteledi.
Ütopya, dedim. Henüz yazılıyor her birimiz tarafından.

İçeri girme vakti geldi, dedi küskünce. İtirazsız kalktım. Kupanın dibinde kalan çayı ağacın altına döktüm. Yüreğini açık tutmaz insan, genişletir kurgusal çer çöpünü sığdırabilmek için, diye düşündüğümü ona söylemedim. Çer çöpümü kimseye gösterecek değildim…



Mey




5 Mart 2016 Cumartesi

Biraz da...

Gün'ün
önünde,
ortasında,
bi'de sonunda sana not düşmek'ti. Yazmak.
Biraz da...


Mey





3 Mart 2016 Perşembe

Distopik Boşluk..

Bir efsaneye göre, yılanların en zeki olanları kalbini bedeninden ayrı bir yere gizler. Bu yüzden bir yılanı öldürmeye kalkışacaksan, dışarıda olduğu bir gün yuvasına gitmen ve atan kalbini bulup iki parçaya ayırman gerekir. “

Kedi sobanın önüne atılmış minderin üstünde uyuyordu. Soba, sıcak hava üfleyen, yeni nesil elektrikli sobalardandı ve oldukça küçük olan salonu ısıtmaya yeterli oluyordu. Kedinin beyazlığı, üzerinde uyuduğu minderin kırmızısı ile daha da belirgin bir hale gelmişti. Dışarıdaki fırtına şiddetlenip, yağmurun ama en çok dalgaların sesini yükselttiğinde kedi gözlerini açıp, başını kaldırdı.  Sessiz bir miyavlayış döküldü ağzından. Gücüm yetmez ki, diyen bakışlarını görebilse hoşuna giderdi, o esnada kedinin karşısındaki kanepede uyumakta olan Nazlı’nın. Üstüne aldığı battaniyeye sıkıca sarılmış, başı kanepenin yastığından yana düşmüş uyuyordu. Okurken uyuyakalmış olmalıydı ki, göğsündeki açık sayfası soluk alışverişleriyle hafifçe titriyordu. Adı Nazlı’ydı. Dışardaki fırtınaya karşın uyuyabilmiş, dingin soluklanışıyla kediyi de uykuya sürüklemişti.

Kedi evin verandasına asılmış rüzgâr çanlarının sesinden hoşlanmıyor, fırtınanın etkisiyle yükselen sesini duymamanın çaresini bulamadığından uykuya sığınıyor gibiydi. Nazlı’nınkinin aksine rahatsız bir uykuydu onun ki. Önünde yattığı sobanın yaydığı sıcaklığın keyfini alaşağı eden çanın sesi canını sıkıyor gibi arada bir gözlerini açıp, huzursuzca kırpıştırıyordu. Gün çekilip, hava kararalı çok olmuşsa da henüz saat erken sayılırdı. Patilerini öne uzatıp gerinen kedi, kalkmakla yerinde kalmak arasında ikircikli bir titreyişteyken, Nazlı’nın uykusunda mırıldandığını işitip dikkat kesildi. Sarı – yeşil gözlerini dikkatle üzerinde gezdirdi. Oraya gidip, ayakucuna çıkıp uzanmakla yerinde kalmak arasında kararsız kalmış gibiydi. Hareketlenecekken yükselen dışarısının uğultusu olduğu yere sinmesine neden oldu. Birkaç gün öncenin erken baharını andıran havası aklına düştü o sıra.

Birkaç gün öncenin erken baharı andıran havası, o günün sabahında yerini çok da soğuk olmayan bir yağmura bırakmıştı. Çalıştığı binadan çıktığında hızını azaltmış yağmurun altında biraz yürümenin iyi geleceğini düşünmüştü Nazlı. İçinde yükselen bunaltıyı bir parça hafifleteceğini düşünmüştü çok da uzun sayılmayan yürüyüş mesafesinin. Çantasındaki şemsiyeyi çıkarmamasının sebebi içini karartan günü, her adımda ve saçlarının arasına düşen her damlada geçtiği yollara serpebileceği umudu olmuştu. Zihninde dolanıp duran fikri içsesi fısıldamıştı beklenmedik bir anda. Kendine yakalanmış hissetti, içsesinin reddedemeyeceği cümleyi işittiğinde: belirgin bir biçimde bir distopyanın içindeymişsin gibiydin; saklama, yok sayma, bir yolunu bul! Doğruydu. Sıkışma, bir dakika daha dayanamayacakmış gibi hissetme, o boğulma duygusu. Böyle devam edemezsin, demişti içses peşinden. Bunda da haklıydı. Yürümeyi sürdürürken bir yandan da seçenekleri düşünmüştü. Her şeyi bırakıp, ara verme diyelim hadi buna, uzaklaşabilme olasılığını tartmıştı bir yandan da. Olurdu olmazdı derken yağmurun hızlanıp, kendisini enikonu ıslattığını fark edememişti. Yanından geçen, şemsiyelerinin altına sığınmış insanların bakışlarını da gördüğü yoktu. Gidersin gidemezsin, gidilir gidilmez, yapılır yapılmaz tartışması süredururken içinde, onu eve götürecek araca bineceği durağa ulaşmıştı. İlk kez sabırsızlanmamış, bir an önce eve ulaşmayı istememiş, araca binip kitabını açıp okuma arzusu duymamıştı. Boş, görmesiz bakışlarını yağmur damlalarının düştüğü küçük su birikintisine dikmişti sadece. Bilmesi gerektiğini düşünmüştü: Distopya olduğum yer mi, yoksa içim mi?

Ertesi gün harekete geçmiş; istifa dilekçesini – sözleşmeyi ihlal ettiği, bunun sonuçları olacağı tehditlerine kulak tıkayarak – şirkete teslim etmiş, annesinden evin anahtarını ve bitmeyecek gibi gelen talimatları almış, kediyi ve eşyalarını hazırlamış yola düşmüştü. Yağmurlu bir akşamüstünde başlamış bir yolun gerçekte nerede sona ereceğinin bilinmemesinden kaynaklanan çekiciliğine bırakmışlardı kendilerini. Nazlı da kedi de. Kedinin huysuzluk etmemesini, nereye gideceklerini sezmiş olmasına bağlamıştı Nazlı. Denize mesafesini güvenli, suyun sesini istenir bulduğu o evi hep sevmişti kedi. Şehirdeki apartman dairesinde kovaladığı hayali yaratıkların yerini, gittikleri evin bahçesinin gerçek varlıklarına bırakıyor olmasının yanında, tırmanacak bir dolu ağacın varlığı da etkendi bu sevgide.

Eve ulaşma, yaşanılır hale getirme, hava koşulları için düzenleme derken on gün geçmişti. Birkaç gün önce başlayan yağmurların fırtınayı çağırabileceğini düşünmediklerinden eve kapanmak her ikisinin hoşuna gitmedi önce. Sonra, sobanın yaydığı sıcakla gevşeyen okumalar, gerinmeler, uzunlu kısalı uykular, huzurlu huzursuz rüyalar başlayınca bundan da keyif almayı öğrendiler. Evin önündeki büyük limon bahçesinin sahibi olan huysuz ihtiyarın torunu Ayşegül’ün önce temkinlilikle, sonra kabullenme ve daha da sonrasında memnuniyetle karşılanan ziyaretleri günün eğlencesine dönüşmeye başladı. Lisenin ilk yılını okuyan Ayşegül için bu beklenmedik ikili, hayatındaki önemli bir değişiklik olmuştu. Önceleri belirgin bir çekingenlik hissetmiş ve Nazlı’nın ama daha çok kedinin soğuk duruşlarına aldırmayacak ölçüde ilginç bulmuştu onları. Ziyaretlerindeki inadı, kabullenmeye ve hoş karşılanmaya dönüştüğünde, vazgeçmemiş oluşuna sevinmişti içten içe. İçeri buyur edilip oturduğunda ayaklarının dibine gelip kendini sevdirmek için debelenen tombul kediyi okşarken de, Nazlı’nın kentten getirdiği kitapları karıştırırken de inadında haklı olduğunu anlıyordu. Eli boş gelmiyordu. Bazen birkaç köy yumurtası, biraz keçi sütü, dedesinin bahçesinden – besbelli habersiz – topladığı henüz sarıya dönmemiş limonlardan getirmiş oluyordu her seferinde. Nazlı bunu yapmasına gerek olmadığını söylese de, Ayşegül orada geçirdiği keyifli, uzun ve her seferinde yeni bir şey öğrenmeyle sona eren saatlerin karşılığını vermek zorunda hissediyor olmalıydı kendisini. Kediyi eğlenceli buluyordu. Nazlı’nın bakışlarındaki, adını koyamadığı, üzünce benzer solgunluğu anlamlandırması gerektiğini düşünüyordu. Çok konuşkan değildi Nazlı. Genellikle Ayşegül’ün hevesle anlattıklarını cansız bir tebessümle dinliyor, akıl istendiğinde çoğunlukla sessiz kalıyor ama yine de Ayşegül’ün varlığından rahatsız olmuşa benzemiyordu. Nazlı’nın sabah saatlerinde sahilde uzun yürüyüşler yaptığını annesinden duymuştu, o vakitte okulda olma zorunluluğu canını sıkıyordu bunu duyduğundan beri. Okul sonrası uğradığı günlerden birinde, Nazlı eline kitap tutuşturup, hadi biraz okuyalım dediğinde, okuldaki zorunlu okuma saatlerinde duyduğu sıkıntıyı duymadığını fark edip şaşırmıştı. İlk kitabı ikincisi izlemiş, okul sonrası Nazlı’nın demleyip ince belli bardaklara doldurduğu çay eşliğinde sessiz sessiz okumayı sevmeye başlamıştı. Nazlı’nın müzikten uzak durması dikkatini çekiyor, nedenini sormaya cesaret edemiyordu. Tıpkı onu üzen, belki de bu kış vakti buraların ıssızlığına sürükleyenin ne olduğunu soramadığı gibi.

Distopya’sını içinde getirmişti elbette. Bunu daha ilk günlerinin sabahında sahilde yürürken fark etmişti. Karanlık ve boşluk duygusu, varlığını ilk hissettirdiği gün olduğu gibi, oradaydı yine. İçine çöreklenmişin uzun tarihini gözden geçirmenin ve sonrasında onu olması gereken yere, tarihin derinliklerine gömmenin kolay olmayacağının farkındaydı. Önemli olan yapabilir hale gelmekti. Geldiği yerin ek sıkıntılarından sıyrılırsa, asıl problemle saf bir karşılaşmayı mümkün kılabilirse, devam edebilecek gücü toplayabileceğini düşünmüştü. Belki de henüz erkendi. Kendinden çıkardığı, belli ki hayati, bir şeyin yerine konulabilirliğinin imkânıydı ihtiyaç duyduğu. Hissizliği ürkünç boyutlara ulaşmasa belki buna soyunmayı aklına getirmeyecek, kendisini kaplamasına izin verdiğinin, deyim yerindeyse tarafından işgal edildiğinin varlığına alışarak yaşamayı öğrenecekti. Ne pahasına?

Fırtınaya eklenen gök gürültüsüyle sıçradı uykusundan Nazlı. Aynı anda kedi de. Bakışları buluştu ama Nazlı’nınkiler hala uyur uyanıklığın sersemliğindeydi. Hafifçe doğruldu. Ağrıyan boynunu ovuşturdu. Kalkıp pencereden dışarı baktı. Ağaçlar tutunduğu kökten her an ayrılacakmış gibi sarsılıyor, gök delinmişçesine yere akıyordu. Ürktü gördüğü manzaradan, perdeyi çekti. Saate baktı, genelde bu saatlerde Ayşegül gelirdi bir koşu. Kolunun altında ders kitapları, gözlerinde gülücüğü eksik olmayan bir ışıkla. Bu havada gelemez, diye seslendi kediye. Kedi oyun arkadaşından mahrum kalacağının bildirilmesine surat astı, gidip az önce Nazlı’nın boşalttığı kanepeye kıvrıldı. Gök patladı o sıra. Şiddetinden daha korkunç olan elektriğin kesilip, onları karanlık ve üşüme tehlikesiyle baş başa bırakmasıydı. Mum arandı, mum bulundu. Panik, çakmağı üçüncü çakışında ancak yakabilmesine neden oldu. Sonunda yanan mumun getirdiği görece aydınlıkta bakındı çevresine. Loş ışık, zaten küçük olan salonun biraz daha küçülmüş görünmesinin nedeniydi. Canı sıcak bir şey, yani çay istedi. Üşenmeyip demlesem mi yoksa sallama çaya razı olsam mı diye düşündü. Sallama çay, kent sabahlarına özgüydü. Kısıtlı zamanda, alelacele ağza atılan birkaç lokmayı ıslatıp, çay içmeden evden çıkmadım avuntusunu yol boyunca yanında taşımak için vardı. Mutfağa geçip çayı koydu. Çalmaya başlayan telefonun sesi kediyi yine uyandırdı. Ekranda Ayşegül’ün adı belirince şaşırdı. Bu saatte gelmeye kalkmasın deli kız, diye düşündü. Nazlı abla seni merak ettim, iyi misin diyen sesi endişesini yatıştırdı. Elektrik de gitti, korkmadın değil mi, diye soruyordu. İyiyiz, dedi. Merak etme. Ürkütücü bir gece, diye ısrar etti Ayşegül. Böyle gecelerin ne getireceği belli olmaz. Kızın zaman zaman böyle yaşından büyük sözler etmesi şaşırtıyordu Nazlı’yı. Bakışlarında da doğal bir bilgelik gizliyor gibiydi. Nazlı’ya bakarken, onun göremediklerini gördüğünü düşündüren bir ışık parlıyordu gözlerinde. Elinden geldiğince teskin etti Ayşegül’ü. Telefonu kapattı ve son sözlerini düşündü. Sana doğru çalışıyorlar. Kuşağına özgü bir jargon olabileceğini söyledi kendine bu sözlerin. Yine de aklına takılı kaldı cümle: Sana doğru çalışıyorlar. Hafifçe titredi. Sobanın sönmesi, soğuğu hissedilir kılmıştı. Aceleyle çayı demleyip, battaniyenin altına girdi. Kedi sokuldu, Nazlı izin verdi.

Kalbinden kendini çıkarttın mıydı, boşalan yeri doldurmak için harekete geçerler, demişti bir keresinde de Ayşegül.  O zaman da, Nazlı’nın ne demek istediğini anlamaya yönelik sorularını cevapsız bırakıp, bilmiş bilmiş yüzüne bakmıştı. Sana doğru çalışıyorlar’ın önceki bu cümleyi anımsatmasının tek nedeni, her iki söylemin de Ayşegül ya da başka biri için oldukça tuhaf olmasıydı. Evin camlarına vuran uğultuyla irkildi, çayın demlendiğini haber veren kokunun duyumuyla sakinleşmeye çalışarak kalkıp kapıyı, pencereleri kontrol etti. Kapı – kalbinden kendini çıkarttın mıydı…- kilitli, pencereler – sana doğru çalışıyorlar -  kapalıydı. Ne tuhaf kız, diye söyleniyordu çayı doldururken. Düş gücü tuhaftan yana meyleder. Fırtınanın gürültüsünü, uğultusunu aşan sesler işitir gibi olduğunda, bunu kendisine hatırlatması gerekmişti. Mumun titreyen alevine bakarken güldü. Bacak kadar kıza da bak sen, dedi. Kalbindeki hazırlığı o zaman hissetti. Geleceği içine almak için yer açmaya çalışıyor gibi esnetiyordu kendisini göğüs kafesindeki et yığını. Panikle doğruldu yerinden. Bana doğru çalışıyorlar! Kedi de tuhaflığı hissetmiş, kuyruğunu tedirgince hareket ettirmeye başlamıştı.

kabul et!

Sesi işitir işitmez dondu. Buz gibi bir korku yaladı içini, dışını. Rüzgârın uğultusu bu, diye avutacak gibi oldu kendini. Tekrar işitti.

kabul et, incindiğini…”

Kediyi kaptığı gibi yatak odasına koştu. Yatağa girip yorganın tepesine çekti. Korkusundan korkan kedi, koşma esnasında tırnaklarını koluna geçirmiş olmalıydı ya, kolundaki sızlamayla karışık yanmaya aldıracak halde değildi. Dikkat kesilip dinledi. Sadece rüzgâr, sadece cama vuran yağmur, sadece rüzgârın uğultusu. Bir de kalbindeki bariz hazırlığın gıcırtısı vardı. Yanılsama, dedi. Dediğiyle rahatlayacak gibi oldu. Demesine kalmadı.
“ kabul et!
incindiğini…”
“ kabullen ve onar!

Saatlerce sürebilirdi. Fırtına, yağmur, ses…
“ inat etme, kabullen…”

Saatlerce sürdü. Dinlemekten ve itirazdan yorgun düşene, gözlerindeki ağırlığı taşıyamaz hale gelene dek sürdü. Teslim oldu sonunda, cevap verdi.

İncindiğimi değil, incitildiğimi, dedi uyku onu sarmadan hemen önce.

Ertesi sabah uyandığında, dayak yemiş gibi hissediyordu. Kedi ortalıkta yoktu. Güçlükle kalktı. Fırtına dinmişti ama gökyüzü hala koyu griydi. Oraya geldiği günden beri ilk kez sahilde yürüyüşe gitmeyecekti. Bacaklarında derman yoktu, içi mecalsizdi. Ayşegül’ün gelme saatine kadar toparlanması gerektiğini düşündü. Bir açıklamaya ihtiyacı vardı.

Ayşegül o gün de geri kalan dört gün boyunca da görünmedi. Aramalarına, aradığınız numara kullanılmamaktadır karşılığı aldıkça endişesi arttı. Altıncı gün, daha fazla dayanamayacaktı, köye inip her zaman alışveriş yaptığı markete Ayşegül’ü sormaya karar verdi. Adını zikrettiğinde şaşkınlıkla baktı bakkalın karısı. Hangi Ayşegül? Limon bahçesinin sahibi, köy enstitülü İhsan dedenin torunu Ayşegül. Kadın düşünürse hatırlayacakmış gibi gözlerini kıstı. İhsan dedenin torunu yok ki, dedi. Kafasız kadın, diye söylendi bakkaldan çıkarken. Sırayla eczaneye, kasaba, gözlemeci kadınlara en sonunda köyün muhtarına sordu. İhsan dedenin torunu da yoktu, köyde Ayşegül adında o yaşlarda bir genç kız da. İnsanlar delirdiğini düşüneceklerdi, bu belliydi de, delirmediğinden kendi de emin olamadı.

Kalbinden kendini çıkarttın mıydı, boşalan yeri doldurmak için harekete geçerler!
Sana doğru çalışıyorlar!

Eve döndü. Kitabını alıp kanepe geçti. Battaniyeyi çekti üstüne, kedi zıpladı kucağına.
Gelsinler bakalım, dedi. Bahçedeki otların arasından gelen sürünmeyi andıran sesi işitmedi. Yine de gelsinler bakalım, dedi. Kitabı açtı…


Mey