Tepemde dönüp durma, bir yere otur artık, dedi sonunda.
Yaklaşık on beş dakikadır bulunduğumuz odayı arşınlıyordum. Durabilsem
dururdum. Duramayacağımı bildiğimden söylediğini duymazdan geldim. Ne yaptığımı
anlamıştı elbette, ya da ne yapmaya çalışıp aslında hiç beceremediğimi.
Derdin ne, diye sordu bu kez.
Derdimin ne olduğundan çok emin değilim Benedictus’cum,
dedim. En azından nasıl ifade edeceğimi
bilmiyordum.
Saçına toka mı taktın sen, dediğini duyunca gülümsedim.
Dikkatimi dağıtma, diye çıkıştım dozunu
ayarlayamadığım cilveyle.
Dikkatini mi, diye sordu kinayeyle. Sonra itiraz kabul etmez bir tavırla ekledi:
Otur ve anlat.
Önce oturdum, ardından tekrar fırladım yerimden.
Düşkünce duygusal bir iştah’tan bahsediyorsun, dedim. Şu
adama yazdığın mektupta. Adamın adı aklıma gelmediğinden durdum.
Blyenbergh, dedi sakince.
Oydu.
Evet, dedim. O işte.
Keyfi kaçmış gibi bakıyordu. Ne olmuş, diye sordu.
Bir şey olduğu yok aslında, dedim. Gülüştük. Bir şey olduğu
belliydi. Uzatmadan çorabı sökmenin zamanıydı artık.
“ Düşkünce duygusal bir iştah” derken ne demek istediğini
tam anlamadım, anlasam hoşuma gitmeyeceğini bildiğimden çok da çabalamadım,
dedim.
Yüzünde belli belirsiz bir rahatlama ifadesi gelip geçti.
Korktuğu şey değildi asıl derdim. Buna ikimiz de memnunduk. Öyle ki içimden istemsizce,
“ bitti o sevda” dizesi bile geçti bir an. Memnuniyetle gülümsedim.
Asıl sorun, dedim kendime kederli bir tutku yerine neşeli
bir tutku bulmuş olmanın gururuyla. Asıl sorun, bir insanın “ düşkünce bir
zihinsel iştah” taşımasının ne anlama geldiği.
Mutlak olarak hiçbir anlama gelmez, dedi peşin peşin.
Nasıl gelmez, diye itiraz ettim.
Debelenme, diye uyardı.
Bu yalnızca zihnin yaptığı saf bir karşılaştırma.
Düşündüm.
Zihnimin bende bulunan bir durumla, bende bulunmayan bir
durumu karşılaştırması gibi mi, diye sordum. Biraz anlamış, çokça da
anlamamıştım.
Tastamam öyle, dedi. Anlamadığım kısmı çok iyi anlamıştı. Bu
karşılaştırma seni bir yere götürebilir, ama götürmeyebilir de.
Provoke ediyorsun, dedim gülerek.
Olabilir, derken sevimlice gülüyordu.
Peki dedim, aynı şey senin şu “ düşkünce duygusal bir iştah”
içinde geçerli mi?
Orayı geçmemiş miydik, sorusunda bir başa dönme endişesi
seziliyordu.
Elimde değildi. Dizeler zihnimde sıralanıyordu: “ kesildi
çığlıkları martıların…”
Düşkünce bir duygusal iştah’ım var dersem, bu – senin karşılaştırma
iddiana göre – elimdekinden daha yüksek bir aşktan yoksun olduğum anlamına gelebilir,
dedim zihnimin ve onun söylediklerine aldırmadan.
İtiraz edecek hali yoktu. Başını onaylar gibi salladı ama
gidişattan pek hoşnut değildi.
Nereye varmaya çalışıyorsun, diye sordu.
Senin de varacağın yere, dedim. Eğer düşkünce duygusal bir
aşkın hâkimiyetindeysem daha yüksek bir aşktan yoksun değilim. Hiçbir şeyden yoksun
değilim. Özüme ait olan aslında burada ve şimdi algıladığım duygulanıştan
başkası değildir.
Pes, diye bağırdı.
Pes ya, dedim gülerek. Kızma Benedictuscum, aklın yolu
birdir.
Sen, dedi. Fikirlerimi düşkünce duygusal iştahlarını
aklamada kullanıyorsun!
Gitme vaktinin geldiği belliydi. Usulca ayaklanıp;
Aslında Benedictuscum, dedim. Düşkünce zihinsel iştah’ımı
doyurmaya çalışıyorum.
Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bakıyordu. İşim var, şimdi
git dedi sonunda.
Çıkarken, “ su gibi…, suya karşıt gibi…” dizelerini
fısıldayan zihnimin Benedictus’u kandıramadığı gibi kalbimi de kandıramadığının
farkındaydım.
Sonra uğrarım, diye seslendim kapıyı arkamdan çekerken.
Benedictus bir şey demedi…
Mey