30 Kasım 2015 Pazartesi

Rüya'yı Ayırma Çabasına Dair...

Olmadı.
Rüya'yı ayırmak kendinden,
Rüya'yı ayırmak ondan;
yıkmaktı.
Kendini,
onu
en çoķ da rüya'yı.
Koyu uykularının derininde, gözlerin açık kaldı...

Mey



27 Kasım 2015 Cuma

Sırası Değilken...

Sırası değildi,
susku'dan çok çekmiş
bir sevda'dan söz etmenin.
Anlatıp durdum...


Mey







26 Kasım 2015 Perşembe

Bir Neden’den Ölü…

Mevsimin kimseye eyvallah’ı yoktu. Benim niye olsun? Esti miydi, yaprak – dal – çiçek bırakmaz; doğaya verdiği renklerin güzelliğinin gözünün yaşına bakmazdı. Ben niye bakayım? Öfke doluyduk,  mevsim de ben de.  İnsandan arınıklık özlemimize dönüşmeye yüz tutmuş, göze kalabalık görünen her şeyi silip götürmeye ahdetmiş, yolumuza çıkacak herhangi bir engeli yok sayacak kadar aldırışsızlaşmıştık. Mevsim de ben de.

Sağda solda kötü günlerden geçiyoruz, gelecek de iç aydınlatıcı değil, diyenlerin çoğalmaya başladığı bir zamandı. Sokakları dolduran insanları kaplamış umutsuzluk havası elle tutulur hale gelmiş; kötümser kehanette bulunmadan konuşabilmenin geride kaldığı sohbetler evleri, iş yerlerini, mahalle kahvelerini hatta orada kahve içmenin prestije dönüştüğü kafeleri doldurmaya başlamıştı. Bunlarla işim olmazdı. Mevsimin de. Kendini döven denizin karaya vurmuş çer çöpü gibiydik. Ben daha çok kendi yağında kavrulan huzursuzluktum, şimdi düşününce. Gerçekten baktığım, bakabildiğim tek şey mevsimdi. Onun içten içe kaynayan, belki de usulca hazırlık yapan öfkesini görüyor, bir benzerini içinde taşımaktan bunun ne denli yorucu olduğunun bilinciyle becerebildiğim kadar hak veriyordum günden güne sertleşmesine. Hayata öykünen ticari girişimlerin işgalinde neye tutunsun insan? Dil'ine mi yoksa zihnine mi yoksa, yoksa kalbine mi diye soruyordum sık sık. Aslında hiçbirine güvenim kalmamıştı. Ne dil’ime, ne zihnime. Özellikle de kalbime.  Varlığımı öfkeme yaslamış, gözümü mevsime dikmiş, herhangi bir şeye dokunmadan ve herhangi bir şeyin bana dokunmasına tahammül etmeyeceğimi ayan ederek ayaklarımı kendi yolumda sürüyordum. Durumdan şikâyetçi değildim,  durumdan şikâyetçi olabilmeyi mümkün kılacak kadar üzerinde duruyor da değildim.

Sonra orada burada, tek yapabildiği söz’le sevişmek olan kadınları hedef alan bir katilin varlığına ilişkin tedirgin söylentileri işittim. Ölmüş, doğrusu öldürülmüş olduğumu o an anladım. Beni çevreleyen öfkenin;  katilimi, nasıl öldürüldüğümü ve de cinayet silahını bir türlü hatırlamıyor olmamdan kaynaklandığı ise kavrayabildiğim ikinci şeydi. Şaşırmasa mıydım? Epeyce şaşırdım ilkin. İki de bir başparmağımı bileğime götürüp, oralarda atan bir şeyin olup olmadığını kontrol ediyordum. Kiminde, küçük bir kıpırtı hisseder gibi oluyorsam da bunun benim bir ölüye dönüşmüşlüğü kabule yanaşmayan zihnimin yanılgısı olup olmadığından emin olamıyordum. Şaşkınlığın geçeceği yoktu ya, enikonu azalınca asıl meseleyi kurcalamaya başlayacaktım. Kim? Neden? Nasıl? Öfkem de katlanıverdi elbette. Mevsimin de. Ağaçlarda tek bir yaprak kalmadı; üzerinde yürünen yolları kaplayan bir halıya dönüştü sararmış, kahverengiye çalmaya başlamış ya da önce kızarıp sonra parlak bir bordoya dönmüşlükleri. Mevsim soğudukça, artık ölü olduğunun çoktan farkına varmış bedenim de soğumaya başladı. Üşüyüşlerimin arasında beni öldürmüş olanın büyük bir başarıyla belleğimi de allak bullak etmiş olduğunu fark ediyor, handiyse becerisine hayranlık duyuyordum. Onu bulmaya karar verişimde etkili olanın öfke, mi yoksa içten içe duyduğum hayranlık mı olduğuna emin olamadan harekete geçtim. Öncesinde uzak durduğum kalabalıklara sokulmakla, herkesin konuştuğu bu katille ilgili duyabileceğim her bilgi kırıntısının peşine düşmekle başladım işe. Her kafadan başka bir ses çıkıyordu, verilerin karmaşası başımı döndürüyor, doğru izin peşinde olup olmadığımı sorgulamak zorunda bırakıyordu. Toparlayabildiğim veriler kafamın içini çıfıt çarşısına döndürmüştü. Kadınlar. Söz’le sevişen kadınlar. Silahı söz. Tek bir sözcük. Yok yok, onlarca sözcük.  Çokmuş geride bıraktığı cesetler. Sayısını bilen yokmuş. Kimilerinin öldürüldüğünün farkında olmadığı sanılıyormuş ( ilk kesin veri, kendimden biliyordum ). İz bırakmıyor, peşine düşülmesini mümkün kılacak bir başlangıç noktası olmamasını ustalıkla mümkün kılıyormuş.

Katilinin kim olduğunu hatırlayamayan, ben gibi, bir dolu başka kadını düşünüyor, onlardan birini tanıyabilirim umuduyla gördüğüm her yüze dikkatle bakıyordum. Ancak sonuç elde etmek mümkün olmuyordu. Bu sonuçsuzluk ilk çıkış noktamı bulmamı sağladı nihayetinde. Kıyıcılığının, kurbanının bir kurban olduğunu anlayamamasından çok başkalarının da anlayabilmesini olanaksızlaştırmasından geldiğini fark ettim.  Katile katilden gitmezsiniz, kurbandan gidersiniz. Bunu anımsamam iyi olmuştu. Ancak elimde kendimden başka kurban da yoktu. Kendime bakacaktım, kendime bakabildiğim kadar bakacak, nasıl birinin bana bu denli nüfuz edebilmesine izin vereceğimi sorgulayacaktım. İçimden bir ses, kendine bakarken mevsime bakmayı ihmal etme; savruluşu mümkün kılan esintiye dön zihnini diyordu ısrarla. Ama her şeyin bir zamanı vardı. Önce bana, sonra savruluşa, ardından mevsime bakacaktım. Bakacaktım ama boş boş bakmaktan öte gidemiyordum. Belleğimdeki karmaşa, bakışlarımı sabitlememe izin vermiyor; bulanık, anıya dahi benzemeyen görüntülerin çakıp sönmesiyle görüşü imkânsız kılıyordu. Benden iş çıkmayacaktı. Savruluşa bakardım o zaman.  Öldürüldüğüme göre, söz’le sevişen biriydim ve savruluşu mümkün kılacak bir söz’ün peşi sıra sürüklenmeye meyilli olmalıydım. Hangi söz, ne söz’ü?

Zaman geçiyor, ben soğumayı sürdürüyordum. Anımsayamadım bir söz’ün vurduğu yerden ölmüştüm ve katilimi tanımıyordum.  Son çare mevsime bakmaya başladım, bakabildiğim kadar baktım. Ta ki, gözünü mevsime dikmiş bir benzerime rastlayana dek.
-          Söz?
-          Bende yok.
-           Kim?
-          Bir bilsem.
-          Neden?
-          Bir neden’den.

Saatler, günler, aylarca tekrar eden, soranın ve cevaplayanın sürekli olarak yer değiştirdiği bu diyalog kalbimiz gibi ruhlarımızı da çürütmeye başlayana dek sürdü. Birbirimizden tiksinmeye ramak kala uzaklaştık bize kendimizi anımsatan diğerinin varlığından.
Derken hatırladım. Adamı. Söz’ü. Silahını.
Hatırladım ve küçümsedim.
Küçümsedim ve unuttum.
Öfkem dindi.
Neden’i hala bilmiyorum. 



Mey



20 Kasım 2015 Cuma

Oluş'un Öz'ü...

Töz şurada dursun.
Öz'üne değ oluşunun ilkin.
Sonra " aşk " de, bitsin.
Ardından korkarsın!..

Mey




18 Kasım 2015 Çarşamba

Kırmızı ve Karar...

Uzunca düşündü,
ölçtü
biçti.
Gözü bahçeye kaydı. Güz'ün kırmızısını giyinmiş sarmaşığa.
Anlaşıldı, dedi.
Güz'e, kırmızılaşmış sarmaşığa der gibiydi dediğini.
Anlaşıldı. Biraz daha seveceğim.
Az daha...


Mey




15 Kasım 2015 Pazar

Gölgenin Geometrisi...

Bir yansıma
kalbin duvarında bakıp durduğumuz.
Belli belirsiz bir nokta,
biraz daha görünür diğer bir noktaya uzanıyor.
Doğru bu, diyorum ben. Basbayağı bir doğru.
Çember bir yanılgıdır oysa biliyoruz. Yok ki...


Mey




13 Kasım 2015 Cuma

Unutma Belleği...

Dün gibi aklımda.
Adını unuttuğum gün. Dün gibi.
Aklımda...


Mey




11 Kasım 2015 Çarşamba

Küçük Gece Dileği...

rüya'm
( s ) insin uykuna, dedi.
kapattı gözlerini -  gülüşüne saklanmış hınzır'ı göremedik -
uyudu...


Mey




8 Kasım 2015 Pazar

Zorunlu Açıklama...

Bir olmaz hikayenin
terkisine atıp kendimizi,
hızla uzaklaştık kendimizden.
Soluğu yetmedi birimizin.
Hikayenin
ya
da bizim. Böyle düştük kalbim.
Bunu unutma...


Mey




7 Kasım 2015 Cumartesi

Aksi Gibi...

Aksi gibi, pazardı. Rüya bırakmamıştı uykuya. Aksi gibi, uyandım. Canım kahve istedi. Aksi gibi, kahve sevmezdim, sevmediğimden almazdım.

Aksi gibi, okuduğum roman bir gece önce bitmişti. Şiire dermanım yoktu. Aksi gibi, bir sürü çocuk ölüp gidiyordu, hikayelere sığıştırıyordum acıdan şişen yerlerimi.

Dedim ya, pazardı aksi gibi.

Sessizlik iyi gibiydi. Bir şey yapmadan dur işte, diyordum kendime. Aksi gibi, bir şey yapmadan duramazdım. Rüyayı düşünmeye çalıştım. Aksi gibi, insan hatırlamadığı şeyi düşünemiyordu. Üşüme gelmişti, unutmuşluğa kızgınlığın üstüne. Aksi gibi, hava ılıktı.

Gözüm dalıyordu, daldığı yeri incelterek. aksi gibi, inceldiği yerden kopuyordu aşk. Boş ver bir çay koy, dedim kendime. Aksi gibi, yerimden kalkasım yoktu. Dışımdaki dünyanın git gide kararan yüzü canımı sıkıyordu. Aksi gibi kaçacak yer kalmamıştı.

Eskiden gidecek yer vardı, diye düşündüm. Aksi gibi, zihnin gidebileceği yerlerde sen vardın. oralara gidilmez artık, dedim. Aksi gibi, oralar, buralar gibiydi. Görmemek için gözlerimi kapadım. Aksi gibi, dünyaya kapanan sana açıldı.

Aç gözlerini, dedim. Kendini oku. İyi fikirdi.

Kendimi okumak için açtım gözlerimi. Aksi gibi, olmaman gereken yerdeydin.

Aksi gibi. Pazardı...


Mey







Tersine Anka'dan



2 Kasım 2015 Pazartesi

Düşkünce Duygusal Bir İştah! / Spinoza Dikeni…

Tepemde dönüp durma, bir yere otur artık, dedi sonunda. Yaklaşık on beş dakikadır bulunduğumuz odayı arşınlıyordum. Durabilsem dururdum. Duramayacağımı bildiğimden söylediğini duymazdan geldim. Ne yaptığımı anlamıştı elbette, ya da ne yapmaya çalışıp aslında hiç beceremediğimi.

Derdin ne, diye sordu bu kez.

Derdimin ne olduğundan çok emin değilim Benedictus’cum, dedim.  En azından nasıl ifade edeceğimi bilmiyordum.

Saçına toka mı taktın sen, dediğini duyunca gülümsedim. Dikkatimi dağıtma,  diye çıkıştım dozunu ayarlayamadığım cilveyle.

Dikkatini mi, diye sordu kinayeyle.  Sonra itiraz kabul etmez bir tavırla ekledi: Otur ve anlat.
Önce oturdum, ardından tekrar fırladım yerimden.
Düşkünce duygusal bir iştah’tan bahsediyorsun, dedim. Şu adama yazdığın mektupta. Adamın adı aklıma gelmediğinden durdum.
Blyenbergh, dedi sakince.
Oydu.
Evet, dedim. O işte.

Keyfi kaçmış gibi bakıyordu. Ne olmuş, diye sordu.
Bir şey olduğu yok aslında, dedim. Gülüştük. Bir şey olduğu belliydi. Uzatmadan çorabı sökmenin zamanıydı artık.

“ Düşkünce duygusal bir iştah” derken ne demek istediğini tam anlamadım, anlasam hoşuma gitmeyeceğini bildiğimden çok da çabalamadım, dedim.

Yüzünde belli belirsiz bir rahatlama ifadesi gelip geçti. Korktuğu şey değildi asıl derdim. Buna ikimiz de memnunduk. Öyle ki içimden istemsizce, “ bitti o sevda” dizesi bile geçti bir an. Memnuniyetle gülümsedim.

Asıl sorun, dedim kendime kederli bir tutku yerine neşeli bir tutku bulmuş olmanın gururuyla. Asıl sorun, bir insanın “ düşkünce bir zihinsel iştah” taşımasının ne anlama geldiği.
Mutlak olarak hiçbir anlama gelmez, dedi peşin peşin.
Nasıl gelmez, diye itiraz ettim.
Debelenme, diye uyardı.  Bu yalnızca zihnin yaptığı saf bir karşılaştırma.
Düşündüm.

Zihnimin bende bulunan bir durumla, bende bulunmayan bir durumu karşılaştırması gibi mi, diye sordum. Biraz anlamış, çokça da anlamamıştım.
Tastamam öyle, dedi. Anlamadığım kısmı çok iyi anlamıştı. Bu karşılaştırma seni bir yere götürebilir, ama götürmeyebilir de.

Provoke ediyorsun, dedim gülerek.
Olabilir, derken sevimlice gülüyordu.

Peki dedim, aynı şey senin şu “ düşkünce duygusal bir iştah” içinde geçerli mi?
Orayı geçmemiş miydik, sorusunda bir başa dönme endişesi seziliyordu.
Elimde değildi. Dizeler zihnimde sıralanıyordu: “ kesildi çığlıkları martıların…”
Düşkünce bir duygusal iştah’ım var dersem, bu – senin karşılaştırma iddiana göre – elimdekinden daha yüksek bir aşktan yoksun olduğum anlamına gelebilir, dedim zihnimin ve onun söylediklerine aldırmadan.
İtiraz edecek hali yoktu. Başını onaylar gibi salladı ama gidişattan pek hoşnut değildi.
Nereye varmaya çalışıyorsun, diye sordu.

Senin de varacağın yere, dedim. Eğer düşkünce duygusal bir aşkın hâkimiyetindeysem daha yüksek bir aşktan yoksun değilim. Hiçbir şeyden yoksun değilim. Özüme ait olan aslında burada ve şimdi algıladığım duygulanıştan başkası değildir.
Pes, diye bağırdı.
Pes ya, dedim gülerek. Kızma Benedictuscum, aklın yolu birdir.
Sen, dedi. Fikirlerimi düşkünce duygusal iştahlarını aklamada kullanıyorsun!

Gitme vaktinin geldiği belliydi. Usulca ayaklanıp;
Aslında Benedictuscum, dedim. Düşkünce zihinsel iştah’ımı doyurmaya çalışıyorum.
Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bakıyordu. İşim var, şimdi git dedi sonunda.
Çıkarken, “ su gibi…, suya karşıt gibi…” dizelerini fısıldayan zihnimin Benedictus’u kandıramadığı gibi kalbimi de kandıramadığının farkındaydım.
Sonra uğrarım, diye seslendim kapıyı arkamdan çekerken. Benedictus bir şey demedi…


Mey