Kendinden
kül
yaptı.
Savurdu sonsuza. Sonsuzdan kendine.
Defaten...
Mey
31 Ekim 2015 Cumartesi
26 Ekim 2015 Pazartesi
21 Ekim 2015 Çarşamba
Düştüğünde…
Düştüğünü gördüm elbette. İlk anda ayamadım mı yoksa aldırmadım
mı, emin değilim şimdi. Düştüğünü gördüğümü biliyorum. Durup baktım mı, ne oldu
şimdi durup dururken diye aklımdan geçirdim mi, onu da tam bilmiyorum. Durup dururken
değildi belki de. Sebebin sonucu doğal kıldığını düşünmüş olabilirim belli
belirsiz. Her ne düşündüysem, ardından bakmadım. Bekliyor olabilirdim. Bir süredir
bendeliğinin katlanılması gereken bir hal olduğunun farkındaydım. Eli kulağındaydı,
ipleri gevşemiş bir düğme gibi hafif sallantılı oluşuyla hazırlığını belli
ediyordu. Şaşırsa mıydım?
Nereye gidecek, ne kadar uzaklaşabilecek ki diye de düşünmüş
olabilirim. Öyle yapmışsam, bu ne kibir? Tam bu noktada, onun gitmesinin nedeni
olan kibir işte bu, diye araya girecek aklı başında bir yazara ihtiyaç
olabilir. Gerekli olduğunda ortalarda görünmeyen ve destursuz araya girmeye
bayılan bir yazar fikrinin tam da şimdi çıkagelmesi kimseyi umutlandırmasın. Giden
benden gitti, dönerse bana dönecek. Aklına estikçe, seçimlerinin sonucunu
yaşıyorsun’u başıma kakacak varoluşçu zırvalamalarını dinleyecek değilim hiçbir
aklı çok başında yazarın. Yani ki biz bizeyiz hikâye boyunca.
Hikâye filan da yok ayrıca. En azından kalbinize göre olanı yok.
Olan biten şu:
Yağmur az önce durmuştu. Bitmek bilmez gibi görünen bir
yokuşu tersinden kat ediyordum. Kimsenin hak etmediği bir şarkının dilime
yapışmış nakaratını istemsiz mırıldanırken listemi gözden geçirmekteydim. Ayakkabılarım
böyle bir yokuşu düzünden de tersinden de yürümeye uygun değilmiş, onu
anlıyordum bir yandan da. Ayakkabıların mı yoksa ayakların mı uygun olmayan
sorusunu görmezden gelen şarkının pişkinliğine hayran, gülümsüyordum. Listemin o kadar da uzun olmadığını düşünmekten
yanaysam da, aslında epeyce uzundu. Kimi orada olmayı çok hak eden kimi de hak
edip etmediği önem taşımayan bir dolu ad sıralanıyordu. Sıralamayı yaparken çok
da adaletli davranmadığımın farkındaydım. Önemsemediğim bir farkındalık yüzünden,
onu yeniden oluşturmak için mesai harcayacak değildim. Adil veya değil,
listeydi işte. Zihnimi şöyle az geriye çekip, uzaktan baktığımda gözüme güzel
görünüyordu tek tek sıralanışları. Biricik tümellerim benim, diyerek iç
geçirsem abartmış olacaktım. Kendimi tuttum. Bu esnada duydum sinsice araya
girmeye çalışan sesi: Seçimlerinin sonuçları.
Seçimmiş! Sonuçmuş!
Verdim veriştirdim tabii. Demeyeceğim dediklerimi ama şimdi.
İncinirsiniz.
İşte tam ben biraz daha rahatlamış hissettiğimden, şarkıyı
mırıldanmaktan daha yüksek sesle söylemeye geçmiştim ki, düştü.
Şarkı sustu.
Listenin başı bir yana sonu başka yana dağıldı.
Ayakkabıların ayaklarıma verdiği eziyet anlatılır gibi
değildi.
Düştü, dedim kendime enikonu emin olduğumda. Akılsız başın
cezasını ayaklar çeker, demeye hazırlanan yazarın sırıtışı sinirimi bozdu
bozacaktı.
Düştüyse düştü, dedim. Giden benden gitti, dönerse bana
dönecek. Yokuş aşağı vurdum kendimi. Ayaklarım beni öldürüyordu. Ya da içimdeki
boşluk. Hangisiyse artık…
Mey
18 Ekim 2015 Pazar
Bendeki Gece...
Çok görünürsün, dedim. Görünürlüğünden rahatsızlığımı eklemeye gerek yoktu.
Bu kez böyle, diye yanıtladı. Kendinden memnun gibiydi.
Bir gülümseme - biraz alaylı, daha çok sırıtışı andıran - ekledim zihnimden ağzına.
o an aklıma düştü sordum: Senin ağzın var mı?
Kuytularım var, diye atıldı. Senin daha çok işine yarıyor ya, kutularım var benim dedi.
İyi bilirim oraları, dedim. Saklamış ve saklanmışlığımın griliği.
Söz'ü süslemeden de edemezsin, dedi. Göremedim ya, gülmüştür bunu derken. kızmadım. Haklıydı.
Bu kez, bunca görünürlük neden'di aklımdaki soru. Kuytusuz bırakış durup dururken beni örneğin. Neden?
Yüzleşmek için, cevabı geldi.
Yüzleşmekten korkmazdım, yüzleşmekten korkandan korkardım olsa olsa.
Yüzleşmeler umurumda değil, dedim.
Onun umurunda olmalıydı ki biraz daha ışık kattı kendine.
Yapma, dedim. Sen, sen olmaktan çıkıyorsun.
Çıkalım ne olacak, havasındaydı besbelli. Orasına burasına - daha çok kendimden - gizlediğim ne varsa açığa çıkmaktaydı.
Yapma, dedim yine. Ses seda yok.
Gördüm tabii. Gözlerimi kapamanın faydası yoktu.
Endazeyi iyice kaçırdın ama, diye seslendim.
Yine gördüm. Görmem bir şey değil, başkaları da görebilirdi.
Bırak görsünler, dedi.
Bırakılır mı hiç?
Sordum: Bunu neden yapıyorsun?
Cevap yok!
Yapma, dedim.
Belli belirsiz bir kıkırdayış. Yok benim zihnimden değildi bu kez.
Bir de gülüyorsun, dedim. Telaşımı belli etmemeliydim. Telaşını belli etme, diye uyardım kendimi.
Telaşın gün gibi ortada, dedi.
Ne istiyorsun, diye sordum. Bir şey istediği belliydi artık.
Önce sessizlik. Sonra o kıkırdayış. Az sessizlik daha.
Dur bakalım, dedim kendime. Nasılsa diyecek derdini.
Biraz da ben saklanacağım, dediğini işittim nice sonra. Sende, diyordu.
Anlaştık, dedim sevinçle. Ne istese razı gelecektim.
O gündür bende.
Gece. Karanlığı ve tüm kuytularıyla. Şikayetçi değilim...
Mey
Bu kez böyle, diye yanıtladı. Kendinden memnun gibiydi.
Bir gülümseme - biraz alaylı, daha çok sırıtışı andıran - ekledim zihnimden ağzına.
o an aklıma düştü sordum: Senin ağzın var mı?
Kuytularım var, diye atıldı. Senin daha çok işine yarıyor ya, kutularım var benim dedi.
İyi bilirim oraları, dedim. Saklamış ve saklanmışlığımın griliği.
Söz'ü süslemeden de edemezsin, dedi. Göremedim ya, gülmüştür bunu derken. kızmadım. Haklıydı.
Bu kez, bunca görünürlük neden'di aklımdaki soru. Kuytusuz bırakış durup dururken beni örneğin. Neden?
Yüzleşmek için, cevabı geldi.
Yüzleşmekten korkmazdım, yüzleşmekten korkandan korkardım olsa olsa.
Yüzleşmeler umurumda değil, dedim.
Onun umurunda olmalıydı ki biraz daha ışık kattı kendine.
Yapma, dedim. Sen, sen olmaktan çıkıyorsun.
Çıkalım ne olacak, havasındaydı besbelli. Orasına burasına - daha çok kendimden - gizlediğim ne varsa açığa çıkmaktaydı.
Yapma, dedim yine. Ses seda yok.
Gördüm tabii. Gözlerimi kapamanın faydası yoktu.
Endazeyi iyice kaçırdın ama, diye seslendim.
Yine gördüm. Görmem bir şey değil, başkaları da görebilirdi.
Bırak görsünler, dedi.
Bırakılır mı hiç?
Sordum: Bunu neden yapıyorsun?
Cevap yok!
Yapma, dedim.
Belli belirsiz bir kıkırdayış. Yok benim zihnimden değildi bu kez.
Bir de gülüyorsun, dedim. Telaşımı belli etmemeliydim. Telaşını belli etme, diye uyardım kendimi.
Telaşın gün gibi ortada, dedi.
Ne istiyorsun, diye sordum. Bir şey istediği belliydi artık.
Önce sessizlik. Sonra o kıkırdayış. Az sessizlik daha.
Dur bakalım, dedim kendime. Nasılsa diyecek derdini.
Biraz da ben saklanacağım, dediğini işittim nice sonra. Sende, diyordu.
Anlaştık, dedim sevinçle. Ne istese razı gelecektim.
O gündür bende.
Gece. Karanlığı ve tüm kuytularıyla. Şikayetçi değilim...
Mey
5 Ekim 2015 Pazartesi
Hikâye Ortaklığı…
Sözleşmiştik. Hikâye için bir araya gelmeye. Kimse kesin bir
zamandan söz etmemişti. Hazır olunduğunda, diğerinin de hazır olacağı konusunda
hemfikirdik. Güven, söz konusu kişiden çok hikâyeyeydi. Hikâyenin kendisindeki
parçasının kendini açık ettiğini fark eden, diğer parçanın da hazır olduğunu
bilecekti. Bunun için ne kadar beklememiz gerektiğine dair hiçbir fikrimiz
yoktu. Ne kadar gerekiyorsa o kadar beklemeye kararlıydık. Sözleşmiştik. Hikâye
belirginleşip, nihayetinde kendini bizim kıldığı ana kadar geçecek zamanda,
araya başka ve diğerini kapsamayan başkaları da girebilirdi. Biliyorduk bunu ve
kabullenmiştik de. Dahası bu ikimizi birden içine almayacak olan başka
hikâyeler, ikimize ait olandan çok daha etkileyici, çok daha heyecan verici
olabilirdi. Onlara kapılıp, neyi beklemekte olduğumuzu unutmamız da olasılık
dâhilindeydi. Biliyorduk. Yine de sözleşmiştik.
Neyi beklemekte olduğumu unutayazdığım zamanlar oldu
elbette. Güzel, insanı alıp götüren hikâyelerin cazibesine kapıldığım da misal.
Kimileri öyle baş döndürücü, öyle büyüleyiciydi ki, ait olduğumu görmezden gelme meylinin önüne çekebileceğim bir set bulmakta zorlandığım zamanların varlığını
yok sayacak değilim. Başı bende, sonu onda ve nasıl bir gelişme göstereceği
belli olmayan asıl hikâyeye sadakat ise zaman zaman varlığını unutacak kadar
derinlere itsem de, benimleydi. Ne vakit, bir başka hikâyenin peşinde koşma
isteği belirse içimde, gönüllü yerleştiği derinlikte hafifçe kıpırdaması
yeterli oluyordu, varlığını hatırlatmaya. Bazen kızıyordum bu hallerine,
engellenişime ama kimileyin de, hikâyenin beni kendinin kılışındaki zahmetsizliğe
hayran olmaktan kendimi alamıyordum. Zaman geçiyordu ve bir dolu başka güzel hikâyeyi
kaçırıyorum duygusuyla bunaldığımda oluyordu; onun orada – bana ait - bir yerde zamanını beklediğini, vakti
geldiğinde diğer parçayı da içine alarak hepimizden oluşan bir bütünlüğü mümkün
kılacağını bilmenin güveni, o bunaltıyı katlanabilir kılıyordu.
Meylettiğim diğer hikâyelerde yanıldığım da olmuştu. Albenisi
çok, üstüne aldığı isimle bir tür cazibe yayan; kendini yanıltıcı bir haleyle
çevrelemiş olanların çekiciliğine kapılmada kolay lokmaydım. Meyli hikâye
olanın meylettiğine akmasının kaçınılmazlığını yanılgıma bahane edip sonrasında,
zor olsa da, avunmayı becerebilişimi bir tür şans olarak kabul ediyordum. Sahici,
samimi olanın varlığına inancım olmasa, sahtenin vurgunundan kolayına sağ
çıkamayacağımı da pekâlâ biliyordum. Yanılgılarımın en beterinin, sağda solda
istenir bir kalem oluşumdan kaynaklanan bir saman alevi olduğunu fark edebilmem
için hayatımdan upuzun iki buçuk yılın gitmesi gerekmişti. Herkesin peşinde
olduğunu, ben alırsam arzusu o sahteye aitti ve ödettiği bedel de gözüme
görünmemeye başlayacaktı bir süre sonra. Hikâye vardı, oradaydı; benim – bizim –
için kendini hazır etmedeki yavaşlığı bağışlanabilirdi.
Bu arada, hikâyenin diğer ortağının durumundan, neler
yaptığından, bekleyişinin benimkini andıran maceralar içerip içermediğinden
tümüyle habersizdim. Düşüncelerimin kendisine kayması oldukça nadirdi. Yalnızca
bir kez, gerçekten, bakabildiğim gözleri hikâyeyi hak ettiğini düşünmeme neden
olmuş ve bir araya geleceğimiz zaman gelene dek onu neredeyse unutmuştum. Ya da
unuttuğumu düşünmek işime gelmişti, bundan tam olarak emin olmam mümkün değil. Sonuçta
hikâye kendini ikimize aynı anda açık edecekti. O olmadan ben, ben olmadan o yarım
bir oluş olarak kalmak demekti. Onu açık açık düşünmekten neden kaçındığımı
bilmiyorum. Belki yazdığım satırların arasına gizlenmiştir ona dair düşüncem.
Ne de olsa sözleşmiştik. Ne de olsa hikâyenin bize sözü vardı.
O, yani hikâyenin diğer ortağı baharı düşünmüştür
beklediğimizin geleceği mevsim için. Bana
ise güz daha uygun geliyordu. Onun bahar başı yaptığı hazırlığı, ben güzün
sarısı belirginleşmeye başladığında yapıyordum: Kendini açma. Kendini - insan kalabalığını, yaşamanın dayatmacı
işlerini, başka hikâyelerin albenisini dışarıda bırakan – kendine açma. Kendinle
arana doğanın işaretleri – o kokular, renk değişimleri, sesler – dışında hiçbir
şey almadan yüreğin ağzında bir bekleyişin hararetini sürekli kılma. O da
kendine söylüyordu büyük olasılıkla benim söylediklerimi: Sabırlı ol. Oluş’un
döngüsüne güven. Sabırlı, çok sabırlı ol.
Zaman geçiyor.
Çok sayıda bahar mesela ve bir o kadar da güz.
Hikâye orada. Her ikimiz de biliyoruz.
Sözleşmiştik.
Hikâye oluşuyor.
Hikâye düşüncemizde, hikayenin diğer ortağı kalbin
kendimizden gizlediğimiz köşesinde.
Sabırlıyız. Oluş’un döngüsüne güveniyoruz. Sabırlı, çok
sabırlıyız.
Çünkü sözleştik…
Mey
1 Ekim 2015 Perşembe
Çeşni ve Çare...
İnsanların kendilerine ve diğerlerine söyledikleri / söyleyecekleri yalanların çeşnisi olmaktan kaçınmanın yolu yok, dedi.
Sesimi çıkarmadım.
Sürdürdü: ya da bizim başka birilerini günün birinde kendi yalanımızın çeşnisi yapmaktan kaçınmamızın.
Sustu.
Sustu ya, sen bir şey demeyecek misin bakışı gözlerinde.
Demesem de olurdu. Dedim ama.
Yanılıyorsun, dedim. Çaresi var o dediğinin.
İnanmaz baktı, ağzındaki minik hareket gülmeye hazırlıktı.
Neymiş o çare, diye sordu. Bana hiç güveni yoktu.
Sesimi çıkarmayayım, diye düşündüm o an. domuzuna susayım. Öyle susmak yapımda yoktu. Domuzuna konuşurdum daha çok.
Konuştum.
Çare, dedim.
Umursamaz bir kıvrılış - gerçeği, doğruyu ve yalanı dışarıda bırakan -
kendine.
İyi mi oluyor öyle, diye sordu. Dudaklarındaki alaycı kıpırdanış sinirimi bozdu bozacaktı.
Aldırmadım.
Kıvrıldım kendime.
İyi böyle, dedim.
Hangimiz çeşniyiz bilemeden uzunca baktık birbirimize. Ama, iyiydi öyle...
Mey
Aylin Argün
Sesimi çıkarmadım.
Sürdürdü: ya da bizim başka birilerini günün birinde kendi yalanımızın çeşnisi yapmaktan kaçınmamızın.
Sustu.
Sustu ya, sen bir şey demeyecek misin bakışı gözlerinde.
Demesem de olurdu. Dedim ama.
Yanılıyorsun, dedim. Çaresi var o dediğinin.
İnanmaz baktı, ağzındaki minik hareket gülmeye hazırlıktı.
Neymiş o çare, diye sordu. Bana hiç güveni yoktu.
Sesimi çıkarmayayım, diye düşündüm o an. domuzuna susayım. Öyle susmak yapımda yoktu. Domuzuna konuşurdum daha çok.
Konuştum.
Çare, dedim.
Umursamaz bir kıvrılış - gerçeği, doğruyu ve yalanı dışarıda bırakan -
kendine.
İyi mi oluyor öyle, diye sordu. Dudaklarındaki alaycı kıpırdanış sinirimi bozdu bozacaktı.
Aldırmadım.
Kıvrıldım kendime.
İyi böyle, dedim.
Hangimiz çeşniyiz bilemeden uzunca baktık birbirimize. Ama, iyiydi öyle...
Mey
Aylin Argün
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)