31 Temmuz 2015 Cuma

Çoğul Anlamazlık...

Anlamamı sağla, dedi kızgınlığı ortada olan. Anlarsam bağışlarım.
Beriki sessiz kaldı. Kendi anlamazlığı belli olmasın derdindeydi daha çok.
Seni kim bağışlasın, diye düşünüyordu bir yandan da.
Yine sordu  öteki.
Daha sustu diğeri.
Usandı ilki sormaktan.
Yoruldu diğeri susmaktan.
İki anlamazlık bir bağışlama etmedi...


Mey




29 Temmuz 2015 Çarşamba

Orada Kimse Var Mı?

Payandası zayıf
bir kalbi,
mekan tutmuşluğu yatıyor
göçükte.
Ses de veremez söz de...


Mey




12 Temmuz 2015 Pazar

Yer...

Tutamıyorum;
kayıyor hızla,
sana çok inandığım
o yer...


Mey




BİR KUCAKLAŞMA HİKÂYESİ

Ateşi canlı tutmayı başaramadığı için oda serinlemeye başladı. Pilitanın kapağını açıp kapatıyor, sanki böyle yaparsa ateş canlanacakmış gibi çaresizce gazete parçaları yakıp bırakıyor sönmeye yüz tutmuş odun közlerinin üstüne. Pilitayı kolayca yakıp çıkan kadından utanmasa gidip yardım isteyecek. Üşüdüğünden değil, buradaki tek konfor olan sıcağı istediğinden.

Büyülü bir ülkede hissediyor kendisini. Üç gündür, bulutların arasında olduğunu hatırlatıp duruyor bilincine ve istemsiz gülümsemelerini kucağına oturduğu her bir buluta adıyor. Bölgenin yerlilerinin duman dedikleri şeyin aslında bulutlar olduğunu kavradığı ilk anda duyduğu şaşkınlık yerini sevince bırakırken, saflık sözcüğünün düz anlamını da ta içinde duyuyor.

Duman geldiğinde, sis sanmıştı ilkin – ne şaşkınlık – yukarı Avelor denilen yere varmak üzereydi. Dumanın peşinde olduğunu görmüş, adımlarını sıklaştırmış ondan önce Avelor’a ulaşmaya çalışıyordu. Tembihlenmişti, o yüzden delimtirek derenin hizasından ayrılmadan, dere kıyısındaki şaşırtıcı çiçeklerin ve üzerine uzanılıp gökyüzünü izleyerek derenin müziğini dinleyebileceği alanların çekiciliğine kapılmadan hızlı hızlı yürüyordu. Yorulmaya başlamıştı; sırtındaki çantanın her adımda ağırlığını biraz daha hissettirmeye başlaması yüzünden tedirgindi. Başını her çevirişinde, dumanın yaklaştığını, kendisini içine almasına ramak kaldığını görüyordu. Onun sis değil de, bulutlardan oluşan bir küme olduğunu bilseydi, kaçışı yön değiştirirdi. Demişlerdi ki, duman gelirse, dereye paralel bir kaya bul ve otur. Gidene kadar bekle. Kaçma çabası anlamsızdı, duman onu içine alma kararlığının altını çizen bir hızla geldi. Kocaman bir kayanın kuytusuna iliştiğinde, beyazlık kendisi dâhil tüm dünyayı sarmalamıştı. Yakıcı güneşin birden bire inanılmaz bir serinliğe dönüşünden daha şaşırtıcı olan, kendisini sarmalayanın sis olmadığını fark etmekti. Zihninin tespitini kabullenmesi zaman aldı. Bu bir bulut! Varlığını diğer varlıklardan ayrı duyumsadığı başka bir an yoktu. Dünyada her ne varsa, o anda onun varlığının aşağısında yer alıyordu. Beklenmedik bir eksiksizlik duygusu ile sarsıldı. Otur ve bekle, komutu zihninde otur ve onun ol bilgeliğine dönüştü. Hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden öylece oturdu önce. Sonra ayağa kalktı. Birkaç adım atıyor, ardından dönüp yerine oturuyordu. Bulutların üstünde yürümek deyiminden habersiz ayaklarını zihinsel deneyimine ortak ediyordu. Saatler geçti, bulut onu bırakmadı. Gözü yarım metre öteyi bile seçemiyordu. Karşı dağlardan belli belirsiz gelen çan sesleri, yamaçlarda otlayan sığırların varlığını haber veriyordu. Başkalarını  “fırtına” adını verdikleri, onunsa delimtirek dere dediği azgın suyun sesi hemen arkasındaydı. Kaçkarların zirvesi, Mezevit’in karlı kayalıkları görünmez durumdaysa da, hemen karşısında olduğunu biliyordu. Bulutun cilvesine “ çise” dendiğini ise, konakladığı Kavrun’a ulaştığında öğrenecekti.

Şehirli tedirginliği birkaç saate akşamın çökeceğini ısrarla vurgulamaktan vazgeçmeyince, geldiği yoldan, derenin sesini kendine yaren ederek dönebileceğine kanaat getirdi. Yavaş ve temkinli yürüyüşü uzun sürdü. Kendisini pilitadan yayılan sıcaklığa bıraktığında, yorgun bedenini uykuya teslim ederken kendini bir masal kahramanı olduğuna ikna edebileceğini düşünüp gülümsüyordu.

O gün onu yukarı Avelor yolunda yakalayan bulut da, onun cilveli ıslaklığı olan çise de üç gün boyunca gitmediler. Yetmiş iki saat boyunca ekru gökyüzünün altında, gitmeyi planladığı hiçbir yere gidemeden kaldı. Yedi göller, Mezevit, Avelor’ların tümü, içinde oturduğu bulutun imgesiyle ukdeye dönüşmeden, birer erteleyiş oldular.

Her manzaranın bir ruh hali olduğunu söylemiş Amiel. Bulutların arasında geçirilen o üç günün ruh hali, çocukluğunda yitirilmiş bir masalla kucaklaşmanın sevincini boynunda bir kolye gibi taşımaktı.


Başını kaldırıp pilitaya baktı. Ateş iyiden iyiye geçmiş gibiydi. Serinlik duygusu tenini yalayıp geçti. Küçük pencereyi açıp dışarı baktı. Gökyüzünün beyazı, çisenin ıslaklığı gecenin içinden onu selamlar gibiydi. Yorganı kafasına çekip, yatağın içinde büzülürken, geçici olduğunu bildiği mutluluğuna sarılıp uyumaya hazırlandı.


Mey



10 Temmuz 2015 Cuma

Yürüyen Merdiven, Uzun Hırka...

Bazı şeyler aniden olur. Olacağını biliyor, gelişini bekliyor da olsak birden oluşlarıyla şaşırtan şeylerden söz ediyorum. Hani akşamüstü aydınlığında okurken, az sonra havanın kararacağını bilirsiniz de, gözlerinizin artık harfleri seçemediğini fark edip başınızı kaldırdığınızda karanlığın çoktan inmiş olduğunu fark edersiniz. Oysa daha birkaç dakika önce, gün çekilmişti çekilmesine ya, ışık görmek için yeterliydi. Aniden karardı, dersiniz sanki kararacağı ayan gibi değilmişçesine. Başlayan her şeyin biteceğini bilip de, bittiğinde “ bu nasıl oldu ?” diye sorduğumuz anlardaki gibi şaşırtmaması gereken şaşkınlıklardan dem vuruyorum. Bunun üzerine biraz düşündüm, çünkü benim başıma gelenin, beklenilmesi gereken bir şey olup olmadığından emin olamadım hiç o gün bu gündür.

Hırkayı satın alırken yanımdaki arkadaşım boyunun, ayak bileklerime geliyordu, biraz uzun olduğu konusunda uyarmıştı. Dokusu, görünümü o denli hoşuma gitmişti ki uyarıyı kulak arkası etmiştim. Hem uzun hırkalar o sırada pek revaçtaydı. Olmasaydı da satın alma konusunda tereddüt etmezdim, bana epeyce bir yakıştığını düşünüyordum. Hırkanın iki ön ucunun diğer taraflarından az daha uzun olması topuklu ayakkabı giyilmediğinde biraz sorun yaratabilirmiş gibi görünse de buna da aldırmamıştım. Bildik deyimle, üstümde paralanana kadar giyebilecek kadar sevmiştim hırkayı.

Gece geç bir saatti. Yemek, film, bira derken saati unutmuş, biraz geç kalmıştım. Panikle girdiğim metro istasyonunun tenhalığı son treni kaçırmak üzere ya da çoktan kaçırmış olduğumu haber verir gibiydi. Koşar adım yürüyen merdivene doğru ilerledim. Normal merdiveni kullansam daha hızlı inebileceğimi akıl edene kadar merdiven çokta harekete geçmiş, ağır ağır yerin derinliğine inmeye başlamıştı. Treni kaçırdım mı kaçırmadım mı hesaplaması; kaçırdıysam eve nasıl gitsem planlamasına dalmışken bir şeyin beni sol yanımdan eğmeye başladığını fark etmem zaman aldı. İlk şaşkınlık, anlayamama ve onca sevdiğim hırkanın ihaneti. Hırkanın uzun ucu, merdivenin kenarına sıkışmış, merdiven hareket ettikçe içeri giriyor ve beni de beraberinde çekiyordu. Donup kalmak nasıl bir haldir ilk elden yaşıyor; gözlerimi kendisine doğru çekilmekte olduğum tehlike noktasından alamıyor, kıpırdamak şöyle dursun hırkayı çekip kurtarmayı ya da üzerimden çıkararak kendimi güvene almayı akıl edemeden öylece bakıyordum. Oradan geçer miyim ve ötesinde ne var gibi olmayacak soruların zihnimdeki yersiz işgaline teslim olmaya hazır olduğumun dahi ayrımında değildim. Oradan geçebilmeyi istediğimi fark etmem ise biraz daha zaman alacaktı.

İnsan bir son duygusuna kapıldığında neler düşünür, aklından neler geçer’e dair ipucu veren hikâyelerin, filmlerin veya anlatıların ne denli saçma olduğunu, hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeyerek anlamamı sağlıyordu. Kendi kendime sırıttığımı hatırlıyorum. Giderayak bir hayat deneyimi daha. Ne işime yarayacaksa? Orada öylece durup ve hiçbir şey yapmayarak olmayacak bir yere çekilişimi izliyor olmamı, öğrenilmiş çaresizlikle filan açıklamaya kalkacak biri olursa, hiç zahmet etmesin! Çaresiz de değildim, öğrenilmiş bir durumla karşı karşıya da. Durumun bana hayranlık verici geldiğini söylemeye kalksam, gerçekten de bir deliğe kapatılmam gerektiğini düşünecek birileri çıkar elbet, biliyorum. Kurguya meyilli zihnimin, bir film şeridi gibi gözünün önünden geçecek yaşam öyküsüne yüz vermeden, hırkanın sıkıştığı yerden geçebilmemi içine alan ve geçtiğim yerde muhtemel bir başka yaşamı olabilirlik olarak kabule hevesli hali, beni bile endişelendirmişti o anda. O yüzden deli olduğumun düşünülmesine hoşgörüyle yaklaşmaya elverişli bir haldeydim. Fiziksel olarak orada durmuş bön bön hırkayla birlikte çekilişini izleyen ben ile o anda aklımdan geçenlerle feci halde eğlenmekte olan ben arasındaki tezat tamamen ben’lerin iç meselesiydi, o yüzden bundan daha fazla söz etmeyeceğim.

Bir yandan koşup bir yandan da, çıkar hırkayı çıkar diye seslenen güvenlik görevlisi yetişmese öteki tarafa geçmiş orada maceralı, bol rüzgârlı, aklı reddetme noktasında tutkulu bir kurgunun içinde neşeli bir ceylan gibi sekmeye başlamıştım bile. Adamın gürültüsü ceylanı ürküttü; macera soldu, rüzgâr enikonu sakinledi. Gereksiz endişelenmiş görevlinin hırkayı üzerimden yırtarcasına çekip alışı, deli misin bayan, derken bir yandan da koca koca açılmış gözlerini yüzümde dolaştırışı olmasa biraz daha kalabilirmişim gibi geliyor bana hala orada. Trenin gelişini uzaktan haber veren düdüğü, etekleri parçalanmış hırkam, merdivenin beni asıl gitmem yere nihayetinde ulaştırışı hayal meyal aklımda. Trene yetiştim elbette, elimdeki parçalanmış hırkaya baka baka ineceğim durağa kadar boş vagonda oturduğumu da biliyorum. Bildiğim bir şey daha var bu küçük ve saçma maceraya dair. Kısa bir süreliğine de olsa bir ceylan olduğum o kurgudan elim boş dönmediğim. Biliyorum çünkü o gündür aklımın başına bela…


Mey




8 Temmuz 2015 Çarşamba

Mey'ce...

Afacan bir kuşun ötüşüydü ağzım;
biraz lafazan,
az hınzır,
çokça sessiz...


Mey







5 Temmuz 2015 Pazar

Hiçyokluk...

Bir hikaye kadar yakındım;
o, rüya kadar uzak.
hikaye
ve rüya iç içe,
el eleydi, başka hiçbir iki varlığın olamayacağı ölçüde.
Derken söz,
hain bir söz hikayeyi rüyaya kırdırdı.
Rüya bana,
hikaye ona kapandı.
O gündür, boyutsuz bir hiçyokluk yordukça yoruyor geceyi.
Ve anla, diyor. Anla artık: hikaye hiç, rüya yokluk...

Mey





1 Temmuz 2015 Çarşamba

Taamüden

Kuytusunda hikâyenin
- ki uçarı ve nikbindi kuruluşunda -
ay gözlü, yüreği kırık bir atı vurdular.


At düştü,
ay söneyazdı,
kanayan bir şey olmadı. Parmaklarımda sonsuz bir barut kokusu kaldı...

Mey