İlkin dalgaların karaya vuruşunun hırçın sesi. Ne deniz var oysa ne kara. Şimdilik, diyor bir ses. Öngörünün endişeli sesi besbelli.
Sonra görüyorum: Denizi - kötücül bir kara giyinmiş sırtına - , dalgayı - azdırılmış bir öfkeyi andırıyor kendini kaldırıp kaldırıp çarpışı -, karayı - hırçınlığı buyur eder gibi, sakin -.
Derken seziyorum: yakınlardasın. Ya deniz, ya dalga, ya da kara.
Yükseğe git, diyor endişesi sakinlemiş öngörünün sesi. Daha yüksek bir yere. Yalnız olmayacaksın!
Şimdi, çatısındayız olmayan bir şehrin en yüksek binasının. Yanımız deniz, yöremiz çöl!
Bir şey yükseliyor, diyorsun. Sesin, beden bulmamış henüz kendisine.
Bizi arıyor, diyorum.
Ne, kim, niye? Soruyu koy kenara cevaba vakit yok.
Görüyoruz. Yükselişini.
Ne su, ne çöl
ne sıvı, ne buz. Yükseliyor.
Binayı aşıyor, bizi de. Uzanıyor . Sonra yayılıyor.
Göğ'ü,
göğ'ümüzü bir çadır gibi örtüyor.
İnanmazlık ve güçlü bir inanma arzusuyla bakakalıyoruz. Kaplanışımıza.
Korkma, diye fısıldıyorsun sen. Kocaman bir el'i andırıyorsun o anda.
Biz'e değil, biz'im için.
Hiçbir yaşama, hiçbir an, hiçbir rüya göğ'e dönüşmüş deniz'e sahip olmanın yerini tutamaz, biliyorum.
El'e tutunuyorum: saf güzelllik korkutur için.
" Sen " olan " sen "in değil yapıştığım el, biliyorum. Kalbimde döllediğim " sen" in. Bunu biliyorum. Deniz de biliyor, dalga da, çöl de. Ve bağışlıyoruz kendimizi, bir rüyanın korumasında...
Mey