29 Haziran 2015 Pazartesi

Biri… / Kendi Kendisinin İmkânları



Bir şeydim ve şimdi başka bir şey miyim yani, diye düşündü Biri, o Pazar gününün öğleye yakın saatlerinde. Kahvaltı hazırlığını birden bire danslı ve şarkılı bir eğlenceye dönüştüren kadın ve çocuğun neşesi burnunun direğini sızlatıyordu. Hadi oradan, senin burnun yok ki! Burnum yok, kokuları alabiliyorum, kulağım da yok ama sesleri, özellikle müziği duyabiliyor ve şuram da olmamasına karşın müziğin bende yarattığı her neyse, işte o olmayan şuramda hissedebiliyorum. Gözüm yok görebiliyorum. Kendi kendisinin imkânlarına sahip olan ve kendi kendisi olmayan bir şeyim. Yani varlık olma imkânlarına sahipken bir varlık olamayanım. Çok karışık bu ve müzik böyle canlıyken bunları düşünmek içimi sıkıyor. Al işte, bir iç’im de yok!

Kadına duyduğu öfke geçmediğinden, kadının geçmeyen öfkesinin sesini de işitebiliyor Biri. Bu öyle bir ses ki, yağlanmadığından kulağı tırmalayan eski bir kapının veya paslanmış metale düzenli aralıklarla değdirilen bir diğer paslanmış metalin zihni başka bir şeye yönelmekten alıkoyan rahatsızlık vericilikte. Kendi öfkesinin sesini işitebiliyor mudur acaba veya benimkini, diye sormuştu sesin verdiği huzursuzluk haddini aştığı her seferde. Daha da önemlisi, içi böyle öfke doluyken nasıl gülüp eğlenebiliyor. Şu şarkıda, çocukla birlikte, nasıl dans edebiliyor. Hele o kahkahalar! Kıskanıyorsun Biri, diye uyardı kendini. Onlarla olabilmeyi istediğini, bir kahkahaya ortak olma deneyimini arzuladığını kendinden saklamanın âlemi yok. Yapabilseydim bile, beni – üstelik olma imkânlarını verip kendini olduramama özelliği ile baş başa bıraktığı beni – bu tavan arasının rutubetli karanlığına tıkmış olma olasılığı çok yüksek olan bu kadınla karşılıklı kahkaha atmazdım herhalde, diyor daha dürüst olan Biri’nin söylediklerine itiraz ederken. Çünkü daha dürüst olan Biri, daha öfkeli olan Biri’nin düşüncelerinin yükselmesini engellemeye çalışarak, aradığı cevaplardan uzak tutuyor. Pazar günlerini de sevmiyorum zaten, diyor hırsını alamayarak. Gürültülerinden, müziklerinden, kahkahalarından, arada tutuştukları kavgalarından düşüncelerimi toplayıp, elimdeki imkânlarla kendimi oldurmak için yapmam gerekenleri yapamıyorum. Gün boyu düşünmesi de duyması da surat asacaktı besbelli. Eksiltilmiş oluşuna katlanabilirdi. Öyle yaptı.

Sonra önce akşam indi. Güne oranla ses azalmış, müzik yumuşamıştı. Ardından gece geldi. Çocuk uyudu, kadın odasına çekildi, müzik kesildi. Zihnini oradan oraya savuran hay huyun bitmesine sevinen Biri de sakinledi. Olmak ve oldurmak üzerine giriştiği nafile tartışmasına geri döndü. Kendini oldurmak için gereken imkânların tümüne sahip olduğunu da nereden çıkarıyorsun, diye sordu kendine. Sahip olduğun tüm yapabilirlikler, senden alınan ya da kendisinden alındığın asıl parçadan arta kalan kırıntılar belli ki. Bunu düşündüğü an da, bilmek için büyük bir özlem hissetti: varlığın bulanıklığı da, var olmamanınki kadar acı verici midir acaba? Sorunun çekiciliğine kapıldığından, kadının – belli ki usulca – Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından ayıran kapının önüne gelmiş olduğunu son ana kadar fark etmedi. Soluğunu duydu ilkin, ardından kapıya yaslanmış bir başın saçlarından çıkan hışırtıyı. Ses çıkaramayacağını biliyor olmasına karşın, olabildiğince yavaş yanaştı kapıya. Şimdi kokusu da belirginleşmişti kadının. Burada ne işi var, diye düşündü panikle. Ya içeri girerse?

Dakikalar geçti. Zaman algısı var – yok arası olan Biri, lafın gelişi düşündü bunu. Kadın, Biri’nin dışarısında, Biri kendi içerisinde öylece durup beklediler. Nice sonra, kadının usulca konuştuğunu duydu Biri:

“ Bazen “, diyordu. “ Seni çok özlüyorum. “

Kendi kendisinin imkânları arasında, ağlayabilmenin olmadığını o an fark etti Biri…


Mey