Bir şeydim ve şimdi başka bir şey miyim yani, diye düşündü
Biri, o Pazar gününün öğleye yakın saatlerinde. Kahvaltı hazırlığını birden
bire danslı ve şarkılı bir eğlenceye dönüştüren kadın ve çocuğun neşesi
burnunun direğini sızlatıyordu. Hadi oradan, senin burnun yok ki! Burnum yok,
kokuları alabiliyorum, kulağım da yok ama sesleri, özellikle müziği duyabiliyor
ve şuram da olmamasına karşın müziğin bende yarattığı her neyse, işte o olmayan
şuramda hissedebiliyorum. Gözüm yok görebiliyorum. Kendi kendisinin imkânlarına
sahip olan ve kendi kendisi olmayan bir şeyim. Yani varlık olma imkânlarına
sahipken bir varlık olamayanım. Çok karışık bu ve müzik böyle canlıyken bunları
düşünmek içimi sıkıyor. Al işte, bir iç’im de yok!
Kadına duyduğu öfke geçmediğinden, kadının geçmeyen
öfkesinin sesini de işitebiliyor Biri. Bu öyle bir ses ki, yağlanmadığından
kulağı tırmalayan eski bir kapının veya paslanmış metale düzenli aralıklarla
değdirilen bir diğer paslanmış metalin zihni başka bir şeye yönelmekten
alıkoyan rahatsızlık vericilikte. Kendi öfkesinin sesini işitebiliyor mudur
acaba veya benimkini, diye sormuştu sesin verdiği huzursuzluk haddini aştığı
her seferde. Daha da önemlisi, içi böyle öfke doluyken nasıl gülüp
eğlenebiliyor. Şu şarkıda, çocukla birlikte, nasıl dans edebiliyor. Hele o
kahkahalar! Kıskanıyorsun Biri, diye uyardı kendini. Onlarla olabilmeyi
istediğini, bir kahkahaya ortak olma deneyimini arzuladığını kendinden
saklamanın âlemi yok. Yapabilseydim bile, beni – üstelik olma imkânlarını verip
kendini olduramama özelliği ile baş başa bıraktığı beni – bu tavan arasının
rutubetli karanlığına tıkmış olma olasılığı çok yüksek olan bu kadınla
karşılıklı kahkaha atmazdım herhalde, diyor daha dürüst olan Biri’nin
söylediklerine itiraz ederken. Çünkü daha dürüst olan Biri, daha öfkeli olan
Biri’nin düşüncelerinin yükselmesini engellemeye çalışarak, aradığı cevaplardan
uzak tutuyor. Pazar günlerini de sevmiyorum zaten, diyor hırsını alamayarak. Gürültülerinden,
müziklerinden, kahkahalarından, arada tutuştukları kavgalarından düşüncelerimi
toplayıp, elimdeki imkânlarla kendimi oldurmak için yapmam gerekenleri
yapamıyorum. Gün boyu düşünmesi de duyması da surat asacaktı besbelli. Eksiltilmiş
oluşuna katlanabilirdi. Öyle yaptı.
Sonra önce akşam indi. Güne oranla ses azalmış, müzik
yumuşamıştı. Ardından gece geldi. Çocuk uyudu, kadın odasına çekildi, müzik
kesildi. Zihnini oradan oraya savuran hay huyun bitmesine sevinen Biri de
sakinledi. Olmak ve oldurmak üzerine giriştiği nafile tartışmasına geri döndü. Kendini
oldurmak için gereken imkânların tümüne sahip olduğunu da nereden çıkarıyorsun,
diye sordu kendine. Sahip olduğun tüm yapabilirlikler, senden alınan ya da
kendisinden alındığın asıl parçadan arta kalan kırıntılar belli ki. Bunu
düşündüğü an da, bilmek için büyük bir özlem hissetti: varlığın bulanıklığı da,
var olmamanınki kadar acı verici midir acaba? Sorunun çekiciliğine
kapıldığından, kadının – belli ki usulca – Biri’nin içerisini yine Biri’nin
dışarısından ayıran kapının önüne gelmiş olduğunu son ana kadar fark etmedi. Soluğunu
duydu ilkin, ardından kapıya yaslanmış bir başın saçlarından çıkan hışırtıyı. Ses
çıkaramayacağını biliyor olmasına karşın, olabildiğince yavaş yanaştı kapıya. Şimdi
kokusu da belirginleşmişti kadının. Burada ne işi var, diye düşündü panikle. Ya
içeri girerse?
Dakikalar geçti. Zaman algısı var – yok arası olan Biri,
lafın gelişi düşündü bunu. Kadın, Biri’nin dışarısında, Biri kendi içerisinde
öylece durup beklediler. Nice sonra, kadının usulca konuştuğunu duydu Biri:
“ Bazen “, diyordu. “ Seni çok özlüyorum. “
Kendi kendisinin imkânları arasında, ağlayabilmenin
olmadığını o an fark etti Biri…
Mey