Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye
baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı.
- Üşüdün, dedim.
Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu.
Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp oğaladım.
- Neden böyle oldun, dedim.
Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle
salladı.
- Olurum bazı bazı böyle, dedi.
- Bir yere girelim, dedim.
- Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.
- İçelim, dedim.
- Öleceksin be, dedi.
- Öleceğim dedim.
Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz,
esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.
- Senin suratın bitkin, dedi.
- Bitkin dedim.
Fıstık yedi, bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağıma
bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu.
- Çok ihtiyarladın sen, dedi.
- İhtiyarladım, dedim.
Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.
- Boşver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak yakası kürklü pardesüsünü çıkardı.
Pardesüsünün yakası kürklü, pardesüsünün yakası kürklü dedim
içimden. İçimden biri: 'E ne olacak yani?' dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım
bir tane böyle.
- Seni bir daha göremeyecek miyim? Dedim.
Kızdı.
- O benim bileceğim şey, dedi.
İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim
şey" ne mânaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mâna veremedi.
Daha iki gün geçmemişti. Biz hâla birahanede idik. Etrafımı
görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım.
- Hadi kalk, gidelim, dedi.
- Nereye? Dedim.
- Maça, dedi.
- Maça mı? Dedim. Bu vakit maç olur mu?
- Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi.
- Burada olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir
yerde durduk. O soyundu. Aşağıda merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan
futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma
baktım. Binlerce insan vardı.
Bir aralık yanıma geldi.
- Sen oynuyor musun? Dedim.
- Kör müsün? Dedi.
- E ben ne yapıyorum.
- Sen de oynuyorsun, dedi.
- Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum?
- Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.
- Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.
- Ha, sâhi! Dedim.
Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeğe. El çırpmaya.
Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım
ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.
Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular
kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.
- Maç bitti, dedi.
- İyi ya, dedim. Kim kazandı?
- Ötekelir! Dedi.
- İşte bu olmadı. Dedim.
- Sen kim kazansın istiyorsun? Dedi.
- Bizimkiler, dedim.
- Bizimkiler kim
- Siz.
- Biz mi? Dedi. Bizim kazanmamızı mi istiyordun?
- Öyle ya, tabii, dedim.
- Neden? Dedi.
- Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?
- Bizim tarafta var mıydı?
- Sen vardın ya; dedim.
- Budala dedi, ben de yoktum.
- Ben seni gördüm, dedim.
- Ne oynuyordum?
- Bek!
- Sâhi görmüşsün, dedi.
- Birisi seni düşürdü, dedim.
- Düşürdü, dedi.
- Topallıyorsun, dedim.
- Topallıyorum, dedi, sana ne?
- Hiç , bana hiç, dedim.
İçim burkuldu.
Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:
- Panco, Panco!
Hiçbir cevap alamadım.
Birisi karanlıkta adımı çağırdı.
- İshak, İshak, dedi.
Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki
arkadaşımdın bir haber alırım diye:
- Ne var yahu? Dedim.
- İshak, İshak, dedi yine ses.
- Ne var yahu, ne var? Burdayım!
- Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! Dedi. Yanında üç
tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı
ceketi giymişti. Mânasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında
kelimelerini binlerce kere duyduğum, mânalarını bilmediğim bir dil
konuşuyorlar, anlamıyordum.
Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık.
Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.
- Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.
Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O
kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu bir balıkçı ceketli
pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili
gibi idi.
Kendimi göstermemeğe çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar
ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum.
Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum.
Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine
yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı
tırnaklarını yemeğe. Kalabalığın içinde pardesülü, kırk yaşlarında bir adam:
- Yeme tırnağını, diye bağırdı.
Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu.
Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu.
Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski
arkadaşım pardesüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah
saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi.
- Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için
ağzımı açtım.
Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar.
Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış
gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir
kadındı. Yanağında beni vardı. Halâ çocukluğunun genç kızı gibi idi.
Gülümseyerek selâm verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.
Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman
ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olmuştu.
- Ellerim büyüyor, derdim.
Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine
alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde
ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.
Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman
Yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim.
Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.
- Panco, Panco diye haykırdım içimden.
Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi.
Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim.
Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardesüsünün kürkünü
kaldırmış gencin arkasından koştum.
Yakasından tutmak geçti aklımdın. Maça gidelim, diyecektim.
Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir
patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin?
O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o
masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma.
Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi
bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?
Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden
kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor.
Büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan
söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir
yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde
bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı
da ne.
Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi
şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardesüsünün yakası koyun kürkündendi
koyun. Yanağında ufacı bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan
akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne
çıkar onlardan. Kara olmasalardı. Donuk esmer, altından kan akmazmış gibi
solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki.
Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı
olur? Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden
geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya
girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç
sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş
gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor.
Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum
bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah.
Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir
şey akmış.
Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da
mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi?
Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü.
Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın
dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! sinemadaydık sâhi. Uçan daireden çıkan adam
küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.
Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki
robot dimdik.
O kürklü pardesüsünü çıkarmamıştı. Kürk hala serindi. O
çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu. Onu.
İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu
dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinden kazanmıştım.
Altına para kordum.
- Gemici paranı verdi mi?
- Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
- Gemiciye eyvallah!
Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım.
Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı?
Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.
Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu
peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar.
Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri
yabancılaşınca kudururdum. Sonra birbenbire onun ayak sesleri, Kapıyı açık
bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.
Çıkmalı. Buradan çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde
sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim.
Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler
görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi
gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap.
Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamalı. Ağır
ağır bir koridordan geçiyordum.
- Hırsız var! Hırsız var!
Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler
arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısın açıyordum. Orada
harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki
ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor.
Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir
pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru.
Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki
kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi
var. Bağıramıyor.
- Sus, sus diyorum.
Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyorum.
- Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.
Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum.
Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâla uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum.
Yakası kürklü pardesü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış
dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor.
Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız
sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin
sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile
yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok, her yer kapanmış.
O hâla uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü
tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna
koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor,
büyüyor, büyüyor.
Sait Faik Abasıyanık
* Bu öykünün benim için çok özel bir anlamı var. İlk okuyuşum liseye yeni başladığım zaman denk düşüyor. Söz tarafından ilk vuruluşum, diyorum buna. Gençliğin küstahlığından belki ya da söz'ün büyüsünün sarhoşluğundan öykünün sonuna yaklaştıkça kendime son cümleyi yazma hakkını verişimi ve bendeki son ile öyküdeki sonun tamı tamına aynı sözcüklerden oluştuğunu gördüğüm an yakalandığım iflah olmaz hastalığın elinde bu günlere gelişim...Bulaştırdığın illete minnetle / Mey