Yağmur var. Çünkü cumartesi. Öteden beridir tüm
cumartesilerim yağmurludur benim, cümlesiyle başlayan bir öykünün özlemini
içimde duyduğum ilk andan beri; tüm cumartesilerim yağmurludur benim.
Güzle birlikte yaprakları kızaran sarmaşığın dibindeki
masanın benim için boş tutulduğuna inanmaya meyilli olduğum, pastanenin kapısındayım.
Masam boş. Sabahki yağmurum ardından
hava, açtı açacak izlenimi vermişse de, şimdi indirecek gibi. Geçip oturuyorum
yerime. Geçirilecek iki saat için hazırım. Kitabım, defterim, sabahtır
ertelediğim düşüncelerim, suskunluğum, yağmura düşkünlüğüm ve çay arzum
tastamam yanımda.
Gelişimi fark edip, bir koşu çayımı getirmeye giden garsonu
göz ucuyla izlerken tebessüm ettiğimi biliyorum. Tıpkı birazdan gözümün
caddenin karşısındaki o eski otele takılıp beni yıllar öncesine götüreceğini
bilişim gibi. Düşüncesiyle birlikte görme duyumu da harekete geçiyor. Sıcak bir
yaz günü bu eski pastanenin karşı konulmaz huzuruna kendimi, soluklanmak için,
atıverdiğim o günü düşünüyorum yine. Cumartesi rutininin küçük bir
parçası. Adamın gerçekten neye
benzediğini anımsamak şimdi artık çok zor. Her cumartesi başka bir görünüme
büründürüyor zihnim onu. Otelin önünde
kıpırdamadan duruşunun, bir hikâye gizlemekte
olduğunu sezişimle kesilen nefesimi anımsıyorum örneğin. İyi bir hikâyeyi görür
görmez tanıyacağıma ilişkin böbürlenişimi de. Adamın dakikalarca otelin önünde
kıpırdamadan duruşunu izlediğimi, görmekten aciz olduğum gözlerine çözemediğim
aslı yerine, tercih ettiğim hikâyeyi yerleştirişimi bir de. Çantamdan çıkardığım kitabın boş bulduğum her
yerine hızlıca kurgumu aktarışım dünmüş gibi aklımda. Başımı yazdıklarımdan
kaldırdığım her seferinde onun gitmiş olabileceği korkusunun ellerimi titretişi
de. Son seferinde gitmişti elbette. Ama hikâye ben de kaldı, bir de kendimi
buraya gizlediğim şu cumartesilerde.
Önüme konan çayla sıyrılıyorum otelin önündeki adam
imgesinden. Kendimi hikâyelerden sakınamadığım yakın zamanın sızısının,
yerinden memnun değilmiş gibi bir kıpırdanışla farkındalığı yükseltmeyi amaç
edinen şımarıklığına gülsem mi yoksa kızsam mı bilemeden çayıma uzanıyorum. Yazmaktan
imtina ettiğim öykülerin boşluğunu doldurur umuduyla yanımda gezdirdiğim kitabı
çıkarıyorum çantamdan, bir de her ihtimale karşı defterimi. İlk öykünün sonuna gelmişken düşmeye başlıyor
ilk damlalar masaya. Sarmaşığın setini geçebilmiş damlaları saçlarımın arasına
düşüşünde cumartesileri sevdiren bir sevinç gizli. Yağmur bana ulaşamasın diye,
masayı az beriye çekme önerisiyle gelen garsonu reddedişimin yumuşaklığına
gizliyorum o sevinci. Yağmurda kalp
genişler, diye düşünüyorum. Her bir köşesi yıkanıp arınsın; kötüye meyilli
düşünceyi peşinden sürükleyip götürsün için. Belki yenilerine yer açmak asıl
niyet, diye araya giriyor içimde fesat bir ses. Aldırmıyorum.
İkinci öyküye başladığımda tazelenen çayımın kokusu, bir an
için beni öyküden koparacak gibi oluyor. Çaydan mı, yağmurdan mı yoksa öyküde
üzerinde durmamak için hızla okuyup geçtiğim o cümleden mi, bilmiyorum. Yine de
belleğime kazınıyor cümle.
“ Birini, onu terk edecek – bunu yaparken ‘hoşça kal’
diyecek – cesareti kendinde bulup çıkarabilecek kadar değerli bulmaktır belki
de sevmek…”
Gözümü caddenin karşısına dikip, otelin önündeki adam
imgesini çağırıyorum panikle. Nazlanmıyor
adamın hatırası. Beraberinde taşıdığı olası kurgularla beliriyor. Yağmur hızını
arttırıyor, işaret etmeme kalmadan önümdeki çay yenileniyor. Açık olanı
istemsizce atlayıp yeni bir öyküyü arıyor parmaklarım. İçimdeki oyuk kendini
gizlemeyi başarıyor. Öykünün yeni olanına dalıp gidiyorum.
Soluk alış verişim düzene giriyor. Yağmur bundan var işte,
diye düşünüyorum. Sanırım cumartesiler de…
Mey
Fiddle Oak