Şöyle bakıyorum şehre de, yeşil yeşil bir şey geçiyor
içimden. Su mu, çayırlık mı orman mı? Değil. Yeşil bir şey, zehir yeşili bir şey. Birtakım yeşil renkli
zehirlerle zehirlenmiş yeşil bir su. Köpek leşi gibi uyuyor şehir: yok, değil,
öyle değil... Köpek leşi, kokusu yönünden iğrenç yoksa ölmüş bir köpekte
kırılmış bir çocuk oyuncağının hüznünden başka, tatsız ne vardır? Koku
cihetinden öyle bu şehir. Pis şehir bu alabildiğine pis şehir: bit
gezmemiş kanepe, sümük sürülmemiş,
tükürülmemiş, balgam atılmamış hiçbir yeri yok. Yakamızdaki kir, fabrika
dumanından değil, pislikten, tozdan, mikroptan. Bu şehir laubaliliğin,
kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? dolu. Ama
nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler? Bu
şehirde düşünülmez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzurdur. Allah'ı bile düşünemezsin. Düşündün müydü
karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü
bekleyen imamlar çıkar. Avaidini isterler. Ben fukarayı severim dersin, kendi
kendine, yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu
canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız, edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki
paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup
çürüklerini; yüzündeki açlığı, kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan
bıkkınlığı akan adama yutturan külhanbeyi kestaneciyi mi? Kimdir şu sevdiğin
insan? Anladık fakir, kimsesiz, bahtsız... Ama kim? Kim olacak? Sensin. Kendi
kendisisin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak.
Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkân yoktur. Hani bazı
insanlar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra
edemeyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez. O zaman da bir de
bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir. Hepimiz öyleyiz işte. Bütün
iyilikleri, bütün dostlukları tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyilikler
de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlar Pandomima, kocaman dedikodu.
Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz.
Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgâr, bir sessiz kahve, bir bardak
çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost
olarak bu en iyisi. Ama insan? Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız. Bu şehir
bu kadar pisken, bu kadar laubali, bu kadar düşkünken, para kazanıp da
kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da
rahat edenler, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan
çekmişleri bir bakıma haklı buluyorum, gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar
böyle ettiler şehri. Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar
gelecek yakında. Kime bütün bunları istiyorum gibi geliyorsa, namussuz olan
odur. İstemiyorum. Aldanma konuşmama. Bırak allah'ı bir tarafa! O nasıl bizi
sessizce bırakıp gittiyse, biz onu tekrar buluncaya yahut büsbütün yoktur
deyinceye kadar, o bizim işimize karışacağa benzemiyor. Ama bu şehir artık
şehre benzemeli, ama nasıl? Nasıl mı? Sen mi çare düşüneceksin? gülerim. Ama
evvela sen! Sen yazıcı! Bırak eşekliği artık! Olmazsa yazma. Çekil, otur
oturduğun yerde. Sen mi süsleyeceksin, sen mi temin edeceksin metresini gazete
çıkaranın, sen mi onun şöhretini, kalemini, otomobilini Avrupa'dan
getireceksin. Sonra gidip haşet kütüphanesi'nin vitrinlerindeki üç yüz elli
franklık kitaba hasretle bakacaksın. İki kuruştan üç yüz elli frank ne eder,
diye düşüneceksin. Şu J. P. Sartre müthiş adam. İsmini duydun. Okumak
istiyorsun ama, alamayacaksın o kitabı. Alırsan enayilik edersin. Yarın ayran
bile içemezsin. O bardağı on kuruşa olan ayran. Yani bir kaşık yoğurtla bir
bardak suyu karıştırıp da on kuruşa satan adamın namussuz olduğunu bile bile
elinden içtiğin enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı,
dolandırıcılığı bile bile... Değiştir mesleğini be! Dur ayrancının önünde sabahları.
Yap bir güğüm ayran evde. Koy herifin önüne kaldırıma. İki kuruştan ayranı sat,
sat da herif gözünü oysun. Seni parayla fukaralar tutup dövdürsün. Daha olmazsa
öldürtsün. Kestane sat çıkmaz bir sokağın başında. Çürüklerini ayır ayır,
sokağa at yine üç yüzden okut. Korkma ziyan etmezsin. Ama başına bela musallat
olurmuş; aldırma, koru kendini. Seni tanıyan kimse senden kestane almazmış;
senin gözünün önünde, giderler çürüklerini inadına başkasından alırlar da
senden almazlarmış. Varsın almasınlar. Bütün şehirle dost değilsin a! sen başla
bir defa işe. Bir haftaya kalmaz; şapkası delik, gözleri uçuk, rüzgâra karşı
içi yünsüz bir adamcağıza çürüklerini, pişmemişlerini dayayacaksın. Bunu yapacaksın.
Yapmazsan hayatından, kestanecilikten hiçbir şey anlamayacaksın. Manav
çırağını, bakkal oğlunu, tüccar kâtibini, gazeteci muharririni böyle yetiştiriyor.
Bu şehir böyleyken, bu böyle sürüp gidecek.