Mükemmellik umudunu canlı tutan mükemmel olmayan bir evrende, dedi. Kabataslak'tır insan ve insani olan her şey.
Ancak zihin evlerimizden mükemmel görünen,
hayatlar,
düşünmeler,
duymalar,
duygulanmalar,
söylemeler,
söylememeler,
alınganlıkar,
aldanışlar,
aldırışsızlıklar,
sevmeler,
özlemeler
ve
aşk'lar belirdi gözümün önünde.
Ancak iğreti bir varoluş mükemmelliği arzulayabilirdi zaten, dedim.
anladığıma memnun gülümsedi. Vurgu yine de bir ihtiyaçtı:
Kabataslak her şey, dedi.
Vurgu asıl benim için hayati, biraz da marazi bir ihtiyaçtı:
Kabataslak her şey, dedim yüzümü buruşturarak.
Kabataslak bir konuşma böylece son buldu. Daha iyisi can sağlığıydı...
Mey
S. Brunia
31 Temmuz 2014 Perşembe
29 Temmuz 2014 Salı
Keşkeler Listesi...
Aklındaki , yok bu değil;
kalbindeki desem, o da değil;
rüya'ndaki - şimdi oldu - hikayeye bunca benzemeseydi dilimdeki...
Mey
kalbindeki desem, o da değil;
rüya'ndaki - şimdi oldu - hikayeye bunca benzemeseydi dilimdeki...
Mey
28 Temmuz 2014 Pazartesi
Hikâyenin Tıkırtısı…
Karanlık bir sokakta, kendisini de taşıdığı ayakların sahibini de
henüz göremediğimiz bir ayakkabının tıkırdayan sesiyle - yeniden - başlayacaktı hikâye.
Vakit epeyce geç olacaktı; o saatte uyumamış olmaya ilişkin, her uyanığın
kendine göre bir nedeni olacaktı. Sen içerinin sıcağından, rutubetin yarı ıslak
kıldığı çarşaflardan kaçıp balkona atmış olacaktın kendini. Ben huzursuz bir rüyayı neden gösterecektim,
tıkırdayan ayakkabının sahibi ise, sokağı acelesiz adımlarla geçişiyle hikâyeyi
mümkün kılmak için orada olacaktı.
Gece ilerlemiş olacaktı; hava rahatsız edici ölçüde sıcak ve
nemliydi. Yapış yapış olmuş tenime dokunmaktan kendini alamayıp, ılıkça bir
duşun kısa süreli rahatlamasına başvurup başvurmamayı düşünürken işitecektim
sokağın henüz görünmeyen kısmından gelen ayak sesini. Sen defalarca okuduğun o öyküyü elinde tutmuş
ve öykünün canını en çok sıkan cümlesinde takılmış olacaktın ayak sesiyle
irkildiğinde. İstemsizce uzatacaktık başlarımızı sokağın beklenmedik
gürültüsüne doğru. Sessizleşmiş sokağın olduğundan daha işitilir kıldığı topuk
sesine şaşırmışlığımızın saatle, sıcakla, gecenin karanlığıyla ilgili olduğunu
düşünecek okuru hesaba katmadan, belli belirsiz bir - tüm bekleyenlerin sotada tuttuğu –
heyecanın peyda olduğunu fark edecektik biraz da şaşırarak. Şaşkınlığımızın bekleyişimizi
kendimizden gizlemede çok başarılı olduğumuza inançtan geldiğini ise çok sonra
düşünebilecektik.
Ben ‘ saçma’, sen ise ‘ anlık bir zaaf’ ile açıklayacaktın
durumu muhtemelen. Boş vermeyi birbirine öğreten insanların en büyük
başarısıdır öğretmenini anımsamamayı başarmak. Oysa unutuş kaypaktır, kapı
aralığında bekleyen hatırlayışa yer açmaya meyilli bir haindir o. Ama henüz
değil. Henüz değil çünkü unutuş, anımsayış ve hüzün meraktan sonra gelir. Nefesimizi
tutarak bakacaktık, ayak sesinin yaklaşmakta olduğu yöne doğru. İşitme duyumunun
yoldan çıkardığı görme arzusu gecikmiş görüntünün beklentisiyle tetikte
olacaktı. Kurguya meyilli zihinlerimiz ise sesi taşıyana dair olabilirlikler üzerine
çeşitlemelere başlayacaktı. Kendisini
artık sevmeyen adamın kayıtsız varlığına tahammülsüzlüğünden kendini sokağa dar
atmış, uzaklaşabilmenin onarıcılığından medet uman bir kadın getirecektin
aklına. Yüksek topuklardan çıktığı çok belli olan sesi işaret ederek dudak
bükecekti zihnim ilk kurguna. Ekmek parasını
bacak arasından çıkaran bir kadın fikrimi klişe bulduğunu ima edecekti
parmaklarının kalemimden çıkmış bir öyküyü tutuş şekli. Geç saatlere kadar sürmüş bir eğlencenin dönüşü
olasılığına ihtimal vermek istemeyecektik her ikimiz de kalplerimizin
olağandışı olanın kurgulanmasına düşkünlüğünden. Olasılıklar arasında gidip
gelen zihinlerimizin şiddeti değişmeyen sesin bir türlü görüntüye dönüşmediğini
fark etmesi zaman alacaktı. Orada olduğunun, sakin adımlarla yürüdüğünün, bize
doğru ilerlediğinin ama bir türlü görünür olmadığının bilincine varışımızla
mümkün olacaktı kapı aralığında bekleyen anımsayışın, tıkırtının nedeni olanı
önemsiz kılmaya başlaması. Oradaydın ve oradaydım. Yönün bana ve yönüm sana
doğruydu. Birbirimizi yürüdüğümüz yollar
kesiyordu önümüzü. Ne sen nettin görüşümde ne de ben seninkinde. Söylenir,
sorulur, yanıtlanır olmayan bir hikâyenin tıkırtısına kulak kabartmışlığımızda
yok saymaya çalıştıkça kendini var kılmanın yolunu bir şekilde bulan bir hikâyede
yan yana gelmiş ve yalnızca orada birbirine yakışan sözcükler gibiydik. Bunları
düşünmek canımızı sıkacaktı elbet. Boş sokakta tıkırdayan ayakların sahibini
görebilmeyi rahatlamanın tek yolu olarak görecektik. Rahata ermenin ve
unutmanın. Sesin geldiği yöne dikilmiş bakışlarımızın buğulandığını söylemek
duyuşa haksızlık olacağından aklımızdan bile geçirmeyecektik.
Kalbimizdeki kırıklığa eklenecek bir tıkırtıyı kabullenmeye
direnecek, ses vermeden ‘nerede bu’ diyecektik. Nerede bu?
Nihayetinde anlar insan. Nihayetinde anlayacaktık elbette. Sen
elinde tuttuğun öyküyü, kalemimden çıkmış o öyküyü avucunun içinde buruşturarak
sırtını dönecektin sokağına. Ben ise kendi sokağıma son kez bakıp, ılık bir
duşun – geçici de olsa – yok edemeyeceği bir yapışma olmadığını düşünerek
banyoya doğru yollanacaktım.
Tıkırtısını sevmiş hikâye ise bildiğini okumayı sürdürecekti…
Mey
Emillo Munoz Blanco
27 Temmuz 2014 Pazar
Tanımsız Boşluk...
Bir şey eksildi.
Bilemedik.
Hala atıyordu; kalp olamaz, dedik.
Hesaplar tutuyordu; akıl yerinde, dedik.
Nedensiz ağlayabiliyorduk; duygu da var, dedik.
Kimseyi özlemiyorduk; belki de tamamız, dedik.
Konuşmuyorduk; dürüstüz işte daha ne olsun, dedik.
Bunca çokluk içinde bu neyin yokluğu diye sormuyorduk; yanılıyoruz galiba, dedik.
Dediklerimizi can kulağıyla dinledik; ikna olacak gibiydik.
Henüz çekilmiş bir dişin boşluğuna kaymaktan kendini alamayan bir dil gibi; orada olduğunu buz gibi bildğimiz bir yoksunluğa dikilmiş gözlerimize söz dinletemedik...
Mey
Bilemedik.
Hala atıyordu; kalp olamaz, dedik.
Hesaplar tutuyordu; akıl yerinde, dedik.
Nedensiz ağlayabiliyorduk; duygu da var, dedik.
Kimseyi özlemiyorduk; belki de tamamız, dedik.
Konuşmuyorduk; dürüstüz işte daha ne olsun, dedik.
Bunca çokluk içinde bu neyin yokluğu diye sormuyorduk; yanılıyoruz galiba, dedik.
Dediklerimizi can kulağıyla dinledik; ikna olacak gibiydik.
Henüz çekilmiş bir dişin boşluğuna kaymaktan kendini alamayan bir dil gibi; orada olduğunu buz gibi bildğimiz bir yoksunluğa dikilmiş gözlerimize söz dinletemedik...
Mey
25 Temmuz 2014 Cuma
23 Temmuz 2014 Çarşamba
22 Temmuz 2014 Salı
Şarkının Gizi...
Zamanın arka yüzüne sakladı kendini bir şarkı.
Bilirdi ki orada,
o kuytuda;
her şeye inanılabilir
yahut
hiçbir şeye inanılmayabilirdi.
Ne önemi var, diye düşündü: Gerçeğin bile kimileyin gerçekleşmediği bir hayatta...
Mey
Bilirdi ki orada,
o kuytuda;
her şeye inanılabilir
yahut
hiçbir şeye inanılmayabilirdi.
Ne önemi var, diye düşündü: Gerçeğin bile kimileyin gerçekleşmediği bir hayatta...
Mey
20 Temmuz 2014 Pazar
Yap - Boz...
Üç parçası yitik bir yap - bozdu masal.
Birini ben sakladım - adın -
biri sende gizli - söz -
sonuncusunu hınzır bir karga kaptı - belirsiz -
Eksiği taşımaya yazgılı kaldık...
Mey
Birini ben sakladım - adın -
biri sende gizli - söz -
sonuncusunu hınzır bir karga kaptı - belirsiz -
Eksiği taşımaya yazgılı kaldık...
Mey
Poyraz’ın Bilgeliğine Reddiye…
Poyraza durmuştu hava. Çırpınan denize dikilmişti tüm
sorularını yitirmiş gözleri.
Uçuşuyordu şeyler. Saçlar, etekler, yelken bezleri,
güneşlikler. Poyraz bu, diye düşündü. Elbet dökecekti eteğindeki taşları. Dikkatle
baktı fısıltısını şiddetine saklayışına. Taşların birbirine çarpışını duydu. Kulak
kesildi:
Yorgun yalnızı taşımaz, yalnız yorgunu beklemez, diyordu. Hışmına
hışımla sırt çevirdi işiten. Hızla uzaklaşırken
lodos senden bilge, diye söylendi. İşi başından aşkın poyraz aldırmadı,
nasibini başını suya sokarak aramakta olan karabatağa söyleyecekleri vardı…
Mey
Sunu Ya da Bir Parça Matematik...
Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. Her gün bir kez dışarı
çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim.
Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları
dinliyor gibi yaptım. Her gün bir kez "neredeyim" diye sordum
kendime. Her gün bir kuzey kışı indi içime. Her gün karşımda duran
fotoğraflarına baktım. Bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden
bu kadar bağlandın. Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey.
Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha
ezan sesleriyle ben açtım. Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. Her gün
hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm.
Güvercinleri yolculadım. Her gün, günlere dayanamadığımı düşündüm. Kitapları
alt alta dergileri kıvırarak yan yana dizdim. Ne idüğü belirsiz yerler benimle
yürüdü. Gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı, anlamadım.
Her gün bir taş parçası söktüm içimden. Her gün uyku beni koynuna alsın diye
yalvardım. Her gün, gün bitiyor gece bitmiyor dedim. Her gün işlerin beni
avutmadığını gördüm. Ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi
hatırlarız diye sordum. Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin
dedim. Her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik durmaya ayırdım. Her gün
ömür sözcüğünü bir kez kalbimden geçirdim. Her gün ömür sözcüğü kömür gibi
tınladı içimde. Her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim.
Her gün sana bir kez "zalim" diye seslendim. Her gün, yan yana oturup
birbirine rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. Her gün o Kadınların bu
fotoğrafı yırtıldı dedim. Her gün "âh" ettim bir kere, bir kere o
âh'ı geri aldım. Her gün "yol arkadaşım" dedim, kahırla kapladım
sözlerimi. Her gün acını tattım. Her gün unutmak için değil, unutmamak için ağu
kattım kalbime. Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. Her
gün bir kilidi açmaya çalıştım. Başka bir şey vardı, başka bir şey; ben sana
dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. Çile nedir, günah ne? Bana ne
bunlardan. Dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir
kara.
Karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.
19 Temmuz 2014 Cumartesi
Kötülük ve İnsan...
Sabah olmamıştı, ama gece de değildi.
Uzak ve yakın olmayan bir coğrafyanın göğünden yağan kötücül yağmurları düşündün,
kıyıya vuran dalgaların gürültüsünde.
İki uyku,
iki yemek arası düşünülürdü kötülüğün en fecisi.
Biraz ciğerin yanar,
birkaç damla belirir belki göz pınarlarında,
vicdanını anımsardın.Yine de yenilirdi utanç. Öyle oldu:
Küçük insan büyük hayvana yenildi.
Uyudun...
Mey
Uzak ve yakın olmayan bir coğrafyanın göğünden yağan kötücül yağmurları düşündün,
kıyıya vuran dalgaların gürültüsünde.
İki uyku,
iki yemek arası düşünülürdü kötülüğün en fecisi.
Biraz ciğerin yanar,
birkaç damla belirir belki göz pınarlarında,
vicdanını anımsardın.Yine de yenilirdi utanç. Öyle oldu:
Küçük insan büyük hayvana yenildi.
Uyudun...
Mey
15 Temmuz 2014 Salı
Akıbet...
Kendi kalbine ihanet etmişlerin,
parmak uçlarının esintisinde salt söz'dür uçup giden, dedi.
Kalandan bahsetme, diye atıldım. Oralı değildi.
İşte şuracıkta, diye işaret etti. Kararlıydım. Bakmayacaktım.
Biliyorum, dedim. Şuracıkta olduğunu biliyorum. Onu oraya ben koymuştum...
Mey
parmak uçlarının esintisinde salt söz'dür uçup giden, dedi.
Kalandan bahsetme, diye atıldım. Oralı değildi.
İşte şuracıkta, diye işaret etti. Kararlıydım. Bakmayacaktım.
Biliyorum, dedim. Şuracıkta olduğunu biliyorum. Onu oraya ben koymuştum...
Mey
Aslı Saklı...
Bunlar suret,
asılları bende, diye düşündü.
___düşündü ve işitemediğimiz o sözcükleri aceleyle fısıldadı, zihnindeki bir fotoğrafa ____
önemsiz,
küçürek
hikayeleri
peş peşe sıralarken...
Mey
Maria J. Jacinto
asılları bende, diye düşündü.
___düşündü ve işitemediğimiz o sözcükleri aceleyle fısıldadı, zihnindeki bir fotoğrafa ____
önemsiz,
küçürek
hikayeleri
peş peşe sıralarken...
Mey
Maria J. Jacinto
Kıyısız...
Sürükleniyor - an -
sürükleniyor - be -
sürükleniyor - an -
kıyısının,
kıyısızlık olduğunu bilmeden.
Bir his - siz - lik - te...
Mey
sürükleniyor - be -
sürükleniyor - an -
kıyısının,
kıyısızlık olduğunu bilmeden.
Bir his - siz - lik - te...
Mey
13 Temmuz 2014 Pazar
Anlatmaya Dair...
...
Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan hikaye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gerekmeyen bağ da nadirdir.
....
Belki bir sevda gecesinin ya da umutsuz bir günün, belki suçluluk duyulan bir akşamüstünün ya da kimsesiz bir uyanışın, belki de bir uykusuzluğun esrik gevezeliğinin itirafları: konuşan kişinin, o gecenin ya da günün ötesinde bir gelecek yokmuşçasına, çözülmüş dili onlarla birlikte ölecekmişçesine konuştuğu, daima bir şeyler daha olaca, daima biraz daha vakit, bir dakika daha, mızrak, bir saniye daha, ateş, bir saniye daha, rüya - mızrak, ateş, ıstırabım ve söz, rüya - olduğunu, ayrıca bizim sonumuzdan sonra tökezlemeden, yavaşlamadan süren sonsuz zamanın biz duymadığımız, sustuğumuz halde eklemeye, konuşmaya, mırıldanmaya, soruşturmaya, anlatmaya devam ettiğini bilmediği bir gece ya da gün. Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı bir hedef...
Javier Marias / Yarınki Yüzün'den alıntı
Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan hikaye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gerekmeyen bağ da nadirdir.
....
Belki bir sevda gecesinin ya da umutsuz bir günün, belki suçluluk duyulan bir akşamüstünün ya da kimsesiz bir uyanışın, belki de bir uykusuzluğun esrik gevezeliğinin itirafları: konuşan kişinin, o gecenin ya da günün ötesinde bir gelecek yokmuşçasına, çözülmüş dili onlarla birlikte ölecekmişçesine konuştuğu, daima bir şeyler daha olaca, daima biraz daha vakit, bir dakika daha, mızrak, bir saniye daha, ateş, bir saniye daha, rüya - mızrak, ateş, ıstırabım ve söz, rüya - olduğunu, ayrıca bizim sonumuzdan sonra tökezlemeden, yavaşlamadan süren sonsuz zamanın biz duymadığımız, sustuğumuz halde eklemeye, konuşmaya, mırıldanmaya, soruşturmaya, anlatmaya devam ettiğini bilmediği bir gece ya da gün. Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı bir hedef...
Javier Marias / Yarınki Yüzün'den alıntı
12 Temmuz 2014 Cumartesi
Sustuklarımıza Dair...
Söz'üne göz değmemiş
bir öykü gibiydi sustuklarımız.
Öyle saklı,
öyle kendine dönük,
öyle bekler gibi geniş bir zamanı. Öyle işte!
Mey
bir öykü gibiydi sustuklarımız.
Öyle saklı,
öyle kendine dönük,
öyle bekler gibi geniş bir zamanı. Öyle işte!
Mey
9 Temmuz 2014 Çarşamba
Gecede Büyüyen…
Büyüyor. Geceden geceye.
Ay büyüyor misal, yasemin kokulu bir şehrin göğünde. Bir de,
ruhunda, nasılsa açılmış, o sarıya çalan kahverengi göz. Büyüyor.
Bir geceden diğerine…
Mey
S. Lambertini
6 Temmuz 2014 Pazar
Sus Büyüsü...
Beni sevmiş dilsiz adamların, diye başladı söze.
Gözleri, sayfalarını içinde çevirdiği bir fotoğraf albümüne kilitlenmiş gibiydi. Biraz durdu.
Sonra yine:
Beni sevmiş dilsiz adamların,
suskusunda serpildi kalbimdeki büyü, dedi.
Ne olmuş yani, dedim küçüksemişçe. Anladı. Güldü.
Büyü işte, dedi. Kalpte durduğu gibi durmuyor.
Yani, diye sordum cevabı ikimizin de bildiğinden emin.
Sirayet ediyor, dedi.
Çoğalıyor, dedim.
Büyü işte, dedi.
Büyümeyince, dedim.
Öyle, diye hak verdi. Albümü kapatıp, yakamoza baktık...
Mey
Gözleri, sayfalarını içinde çevirdiği bir fotoğraf albümüne kilitlenmiş gibiydi. Biraz durdu.
Sonra yine:
Beni sevmiş dilsiz adamların,
suskusunda serpildi kalbimdeki büyü, dedi.
Ne olmuş yani, dedim küçüksemişçe. Anladı. Güldü.
Büyü işte, dedi. Kalpte durduğu gibi durmuyor.
Yani, diye sordum cevabı ikimizin de bildiğinden emin.
Sirayet ediyor, dedi.
Çoğalıyor, dedim.
Büyü işte, dedi.
Büyümeyince, dedim.
Öyle, diye hak verdi. Albümü kapatıp, yakamoza baktık...
Mey
4 Temmuz 2014 Cuma
Söylendim Durdum...
Şöyle bakıyorum şehre de, yeşil yeşil bir şey geçiyor
içimden. Su mu, çayırlık mı orman mı? Değil. Yeşil bir şey, zehir yeşili bir şey. Birtakım yeşil renkli
zehirlerle zehirlenmiş yeşil bir su. Köpek leşi gibi uyuyor şehir: yok, değil,
öyle değil... Köpek leşi, kokusu yönünden iğrenç yoksa ölmüş bir köpekte
kırılmış bir çocuk oyuncağının hüznünden başka, tatsız ne vardır? Koku
cihetinden öyle bu şehir. Pis şehir bu alabildiğine pis şehir: bit
gezmemiş kanepe, sümük sürülmemiş,
tükürülmemiş, balgam atılmamış hiçbir yeri yok. Yakamızdaki kir, fabrika
dumanından değil, pislikten, tozdan, mikroptan. Bu şehir laubaliliğin,
kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? dolu. Ama
nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler? Bu
şehirde düşünülmez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzurdur. Allah'ı bile düşünemezsin. Düşündün müydü
karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü
bekleyen imamlar çıkar. Avaidini isterler. Ben fukarayı severim dersin, kendi
kendine, yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu
canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız, edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki
paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup
çürüklerini; yüzündeki açlığı, kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan
bıkkınlığı akan adama yutturan külhanbeyi kestaneciyi mi? Kimdir şu sevdiğin
insan? Anladık fakir, kimsesiz, bahtsız... Ama kim? Kim olacak? Sensin. Kendi
kendisisin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak.
Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkân yoktur. Hani bazı
insanlar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra
edemeyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez. O zaman da bir de
bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir. Hepimiz öyleyiz işte. Bütün
iyilikleri, bütün dostlukları tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyilikler
de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlar Pandomima, kocaman dedikodu.
Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz.
Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgâr, bir sessiz kahve, bir bardak
çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost
olarak bu en iyisi. Ama insan? Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız. Bu şehir
bu kadar pisken, bu kadar laubali, bu kadar düşkünken, para kazanıp da
kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da
rahat edenler, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan
çekmişleri bir bakıma haklı buluyorum, gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar
böyle ettiler şehri. Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar
gelecek yakında. Kime bütün bunları istiyorum gibi geliyorsa, namussuz olan
odur. İstemiyorum. Aldanma konuşmama. Bırak allah'ı bir tarafa! O nasıl bizi
sessizce bırakıp gittiyse, biz onu tekrar buluncaya yahut büsbütün yoktur
deyinceye kadar, o bizim işimize karışacağa benzemiyor. Ama bu şehir artık
şehre benzemeli, ama nasıl? Nasıl mı? Sen mi çare düşüneceksin? gülerim. Ama
evvela sen! Sen yazıcı! Bırak eşekliği artık! Olmazsa yazma. Çekil, otur
oturduğun yerde. Sen mi süsleyeceksin, sen mi temin edeceksin metresini gazete
çıkaranın, sen mi onun şöhretini, kalemini, otomobilini Avrupa'dan
getireceksin. Sonra gidip haşet kütüphanesi'nin vitrinlerindeki üç yüz elli
franklık kitaba hasretle bakacaksın. İki kuruştan üç yüz elli frank ne eder,
diye düşüneceksin. Şu J. P. Sartre müthiş adam. İsmini duydun. Okumak
istiyorsun ama, alamayacaksın o kitabı. Alırsan enayilik edersin. Yarın ayran
bile içemezsin. O bardağı on kuruşa olan ayran. Yani bir kaşık yoğurtla bir
bardak suyu karıştırıp da on kuruşa satan adamın namussuz olduğunu bile bile
elinden içtiğin enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı,
dolandırıcılığı bile bile... Değiştir mesleğini be! Dur ayrancının önünde sabahları.
Yap bir güğüm ayran evde. Koy herifin önüne kaldırıma. İki kuruştan ayranı sat,
sat da herif gözünü oysun. Seni parayla fukaralar tutup dövdürsün. Daha olmazsa
öldürtsün. Kestane sat çıkmaz bir sokağın başında. Çürüklerini ayır ayır,
sokağa at yine üç yüzden okut. Korkma ziyan etmezsin. Ama başına bela musallat
olurmuş; aldırma, koru kendini. Seni tanıyan kimse senden kestane almazmış;
senin gözünün önünde, giderler çürüklerini inadına başkasından alırlar da
senden almazlarmış. Varsın almasınlar. Bütün şehirle dost değilsin a! sen başla
bir defa işe. Bir haftaya kalmaz; şapkası delik, gözleri uçuk, rüzgâra karşı
içi yünsüz bir adamcağıza çürüklerini, pişmemişlerini dayayacaksın. Bunu yapacaksın.
Yapmazsan hayatından, kestanecilikten hiçbir şey anlamayacaksın. Manav
çırağını, bakkal oğlunu, tüccar kâtibini, gazeteci muharririni böyle yetiştiriyor.
Bu şehir böyleyken, bu böyle sürüp gidecek.
3 Temmuz 2014 Perşembe
Japon Gülü'nün Sevdası...
Gece biriktirdiği kırmızısını
güneşle,
gün'e verir bir çiçek.
Ona sorsanız, geceye başka vurgun güne başka.
İkisi de sevda...
Mey
Mey
güneşle,
gün'e verir bir çiçek.
Ona sorsanız, geceye başka vurgun güne başka.
İkisi de sevda...
Mey
Mey
1 Temmuz 2014 Salı
Söğüt ve Irmağın Küçük Hikâyesine Dair…
Kıyısına
kök salmıştı bir
söğüt.
Akmayı beceremeyen bir ırmağın.
Biri akmadı,
diğeri vazgeçmedi.
Irmak vazgeçmeyişe inanmadı.
Söğüt akmaya direnmenin tutkunluktan olduğunu hiç anlamadı…
Mey
Jone Reed
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)