Gün gibi ortadaydı. Delilik. Diğerinde fark ettiğimiz ama
kendimize konduramadığımız delilik evimize kadar sokulmuştu. Her birimizin aklı
başka bir yana kaymıştı o günlerde. Delirmeye meylimiz bilinen bir şeydi. Artık
kanıksamıştık da bu durumu, korkmuyorduk.
Balatayı sıyıranın ilk kim olacağı konusunda şakalar yapıyor, her
birimiz bahsi diğerinin üzerine oynayıp, kazanacak olana ilişkin öngörülerimizi
iddiaya dönüştürüyorduk. Ailece oturulan sofraların gizli ve açık gündemini
diğerleri üzerinden yaptığımız psikolojik gözlemler oluşturuyordu. Annem,
ağabeyimin ilk delirecek kişi olduğundan oldukça emindi. En küçüğümüz, benden
yana umutlu olduğundan dem vuruyordu. Ağabeyim, en küçüğümüzün üstüne yatırıyordu
neyi var neyi yoksa. Pek ses etmesem de gönlümden annemin adı geçiyordu. Belki
de hepimiz çoktan delirmiştik de psikiyatrik teşhis yokluğundan diğerlerine
fark ettirmemeyi başarıyorduk.
Ağabeyim, Eren, eşi onu terk ettiği gün başlamıştı kadın cinayetlerinin
çetelesini tutmaya. İstatistiksel bir hobi olarak tanımladığı bu çalışması, bir
süre sonra işlenen her cinayetin peşine düşüp, ayrıntılı hikâyeler biriktirmeye
başladığında zıvanadan çıkmasını sağlamıştı bana soran olsa. Öldürülen
kadınların fotoğraflarıyla doldurduğu odasının duvarlarına bakarak geçirdiği
saatlerin ardından yükselen kahkahalarını duyduğumuzda, annemin engelleme
çabalarına kulak asmadan onunla gülmeye koşan en küçüğümüzdü. Ağlakkahkaha peşine düşüşünün yollarını
döşeyen en önemli etken, ağabeyimin kahkahalarına ortak olma hevesi olmuştu.
Ama bu sonraki hikâye.
Eren’in kadın cinayetlerinin izini sürmeye başlamasıyla,
annemin ilahiyat okuma kararını açıklaması aynı zamana denk düşüyor. Eren’in
durumu anlaşılır geliyordu o günlerde bana, karısı onu terk edeli çok olmamıştı
ve muhtemelen zihnine dolan kötücül fikirlerden bu yolla uzak tutuyordu
kendisini. Çekinerek sormuştum: “Yeliz’i öldürme isteğini mi dizginliyorsun bu
şekilde?” cevap vermeye tenezzül etmediğinden tespitimin doğru olduğu soncuna
ulaşmakta zaman kaybetmemiştim. Öldürülen kadınların hikâyelerinin izini
sürmek, onu katil olmaktan alıkoyacaksa bırak koşsun bu hikâyelerin peşinden,
dedim anneme. Kaltak, diye hırsla fısıldamıştı annem. Bana değildi tabii. Oldum
olası haz etmediği eski gelininin, oğlunun elinden olmadıkça, bir cinayete
kurban gitmesinde sorun görmediği ortadaydı. Annemin kötülükle mücadelede
radikal bir tutum sergilemesi yeni değildi. Bir süredir, kötülükle top yekûn
mücadele etmenin yolunun, hiç düşünmeksizin kötüyü ortadan kaldırmak olduğuna
ikna olmuştu. İflah ve ıslah olmazlar, daha fazla yer kaplamalarına izin
verilmeksizin yok edilmeliydi ona göre. Eline fırsat ve güç geçse, dünya
nüfusunu üçte birine indirecek gibi konuşuyor ve itirazlarımıza kulak
asmıyordu. Bir listesi vardıysa, eminim, Eren’in – eski – karısı ilk sırada
süzülmekteydi. Oğlunun günden güne delirişini izlemenin onu da delirteceğini
görebiliyordum ama elimden her ikisi için de bir şey gelmiyordu. Annemin
üniversite sınavlarına girmek, üstelik de ilahiyat okumak istediğini açıkladığı
akşam en küçüğümüz Ceren aynı anda hem gülüp hem de ağlamaya başladığında, bizi
dik pozisyonda tutan iplerin gevşediği, hatta kopmaya yüz tuttuğu yalnızca bana
görünür oldu sanıyorum. Bulaşıkları makineye yerleştirirken bundan söz
ettiğimde Ceren, seni de bu delirtecek bak görürsün, demişti. Kimsenin
görmediğini gördüğüne inancın. Hadi oradan tekne kazıntısı diye çıkışmıştım
gülerek. Konuyu erteledik. Ama haklıydı. İnanç veya değil görüyordum.
Başkalarının, gözlerinin önünde dahi olsa, görmeyi başaramadıkları gönülsüzce
izlediğim bir film gibiydi zihnimin içinde. Yakın çevremden başlayarak –
Eren’in içinde devinen zehri, Ceren’in trajik ve komik olana eş zamanlı tepki
verme meylini, annemin Tanrı’yla hesaplaşabilmek için onun dilini öğrenme
arzusunu – suya atılan bir taşın yayılan halkaları gibi genişleyen bir insan
kütlesine dek olan biteni görüyordum. Göz görmezse gönül katlanır, derler ya
gözüm keskin, gönlüm biçareydi. Başını çevirsen ne çare! Zihnin devasa bir göz,
biliyorsun.
Ertesi sabah, mutfak masasının üzerine bırakılmış iki not
gördüm. İlkinde Eren’in el yazısı vardı, acil bir iş için Mersin’e gittiğini
birkaç güne döneceğini, onu merak etmememizi bildiriyordu. İkinci not Ceren’in
el yazısıyla bırakılmıştı. Eren’i taa Mersin’lere yalnız gönderemeyeceğini,
onunla yola çıktığını, ikisini de merak etmemizi yazmıştı Ceren. Gülünecek ve
ağlanacak ne çok şey var şu memlekette, diye eklemişti notun altına. Hemen
twitter’ı açıp Mersin’de ne olup bittiğini kontrol ettim. Boşandığı eşi
tarafından bıçaklanarak öldürülmüş bir kadının haberi hemen düştü sayfaya.
Kapattım. Annemin ayaklarını sürüyerek mutfağa girdiği fark edince, külliyen
delirmiş büyük ve en küçük çocuğunun birlikte çıktıkları yolculuğun haberini
verdim. Kadın oralı değildi. Bir kucak dolusu test kitabı attı önüme. Bunlara
çalışmamız lazım, dedi. Yüzündeki hırsla harmanlanmış motivasyon izi beni
korkutmaya başlamıştı. Biz diye bir şey yok anne, dedim. Ben okuyacağımı çoktan
okudum. Beni dinlediği yoktu. Sınavlara hazırlanacaktı ve ben de ona yardımcı
olacaktım. Anne kaç yaşına geldin, ne üniversitesi şimdi bu, demeye kalmadan
lafı ağzıma tıkadı. Ona gününü gösterecekmiş. Yetmiş dört yaşına bakmadan
Tanrı’ya gününü göstermek için uzun vadeli bir öğretimi göze almış annem
delirmemişse, ben delirmiş olmalıyım diye geçirdim aklımdan. Dershaneye
yazdıralım seni istersen, dedim pişkince sırıtarak. Kinayeyi gözü görecek halde
olmayan annem, dershane yerine TYT matematiği için özel hoca tutmaktan söz etmeye
başladı. Evlerden gelen kiralardan birini bu işe ayırabilirmiş. Zaten matematik
de ilk sınav için lazımmış; ikincisi, yani AYT sözelmiş. Onları da okuyup sörü
çözerek halledebilirmişiz. Hala çoğul konuşuyor, zihnindeki çoğulun içine beni
de dâhil ediyordu. Şimdi Mersin’de olmak vardı, diye düşündüm tabii. Eren ve
Ceren kendilerini neyden kurtardıklarının farkında bile değillerdi. Ne hesabın
var onunla diye sorduysam da ses etmedi. Kaldırıp atmamdan korkuyormuş gibi,
ellerini kitapların üzerine koymuştu. Uzunca bakıştık. Pes ettim sonunda. Ben
biraz daha uyuyacağım diyerek kaçıverdim odama. Yorganın altına girip gözlerimi
yumdum. Görmek beni öldürüyordu.
Eren ve Ceren, Mersin’den perişan döndüler. Ceren hiç
durmadan gülüyor, gözlerinden akan yaşları kolunun tersiyle siliyordu. Eren’in
ise ağzı kilitliydi. Annemin test kitaplarından kaldırmadığı başına öylece
bakıp iç geçiriyordu. Ceren’i köşeye çekip nereye gittiklerini, gittikleri
yerde neler yaptıklarını öğrenmeye çalıştıysam da pek bir şey öğrenemedim. Hastane,
morg, kadın örgütleri, mezarlık, ninesinin eteklerine yapışmış kocaman gözleri
olmasına rağmen olan biteni görememekten şaşkın iki çocuk, dua okuyan imama
saldıran kadınlar gibi bir dizi laf etti. Sonra sıkıca tuttuğum kolunu kurtarıp
anneme öncüllü sorulardan nefret ettiğini söyleyip Eren’in odasına gülmeye veya
ağlamaya, daha doğrusu ağlakkahkaha maratonuna devam etmeye gitti. İzohipslerle
başı dertte olan annem ellerinden birini yumruk yapmış çukur- tümsek hesabı
yapmaktaydı. Bu evden ve bu delilerden en azından gün içinde kurtulmamı
sağlayabileceği için bir iş mi bulsam acaba diye düşünmeye başladım, annemin
çözmediği test sorularını ona açıklamaktan da kurtulmuş olurdum bu sayede.
Lafını bile ettirmediler elbette. Hiç birimizin para için
çalışmaya ihtiyacı yoktu ve bir arada kalmak, sokağın pisliğinden, insan
kirinden uzak kalmak en iyisiydi. Çok da üstelemedim ben de. Sabah gidilip
akşam perperişan dönülecek bir mesaiye katlanamayacağımı baştan beri
biliyordum. Dizimi kırıp oturdum annemle test kitaplarının başında. Matematik
soruları ikimizi de kahrediyor, tarih müfredatı içimizi bayıyor ve hala
izohipslerle uğraşıp duruyorduk. Sınav tarihi yaklaştıkça iyice hırçınlaşmaya
başlayan annemle ettiğimiz kavgalar da olmasa sessiz sakin yaşayıp gidiyor gibiydik.
Eren ve Ceren ‘in mesaileri bizimki kadar yoğundu. Sürekli başka kentlere, bize
açıklama yapmadan gidiyor, birkaç gün sonra yüzlerindeki ifade daha da kararmış
olarak dönüyorlardı. Eren’in feminist dergilere yazı yazmaya başladığını,
Ceren’in kadın cinayetleri kadar çocuk istismarlarını da takip etme ısrarını
geri çeviremediği için bir de onlar için koşturması gerektiğinden günden güne
büyüyen yorgunluğunun sırtında hafif bir kambur oluşturduğunu görüyorduk.
Dışarısı akıllı dolu abla, demişti Ceren onu sıkıştırdığım akşamlardan birinde.
Akıllıların cehenneminde ağlayıp gülüyoruz işte. Eren’in peşine takıldığı andan
bu yana hızla yaşlandığını, yüzünde erken çizgilerin oluştuğunu o an fark
etmiştim. Delirmek bir sevdayı kuşanıp
yollara düşmek olmalı, diye düşünmemin şarkının kendine ölüme yatırmasıyla da
bir ilgisi vardı, yorumun çokluğunun ve kaypaklığının yolları karşısında
afallamasının da. Annemin, Ceren’in ve Eren’in kuşandıkları sevdanın acımtırak
tadı benim ağzıma yayılıyordu günbegün. Bakmak ve gördüğünden bir övgü çıkarmak
benim harcım değildi. Yine de yüzbinbeşyüzkezokudumdeliliğeövgüyü. Ben yüzbinbeşyüzkezokurkendeliliğeövgüyü,
annem ilahiyat fakültesini kazandı, deliliğini Tanrı’ya bulaştırmaya ant içmiş
zihnini taşıdığı amfiden amfiye. Ceren’in gözleri bir dolu istismar edilmiş
çocuğun incitilmiş gülüşüyle parladıkça parladı. Eren kambur şimdi. Yükünün
altında bir gün ezileceğinden emin, fotoğraf ve hikâye biriktirmeyi sürdürüyor.
Ben? Yüzbinbeşyüzbir’in on sekizinci sayfasına bakıp zihnimin gözlerini oyma
düşlerini kurarken şarkıyı mırıldanıyorum: Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman…