Hastane sözcüğü ile soru işaretinin zihninde yan yana
geldiği sırada Kurtuluş Parkının kuytusunda bulduğu bir banka uzanmış, inecek
karanlığın beraberinde getireceği, teninde yangına dönüşecek soğuğu bekliyordu.
Bankta üçüncü gecesi olacaktı. Çöp konteynerinin yanında bulduğu mukavva kutuyu
açmış ve tahta bankın üzerine sermişti. Sırtına aldığı eski battaniye de başka
bir konteynerin dibinde bulup sevinçten havalara uçmasına neden olan hazine
avından gelen ganimetti. Yine de üşüyordu. Hava soğuktu ve dışarıda geçirdiği
bu gecelerin birini buz tutmuş olarak tamama erdirmesi işten bile değildi. Zihni
çözüm aranırken, günlerdir gözünün önünde duran, gecenin karanlığını tüm
odalarında yanan ışıklarıyla delen hastane binasına bakmayı sürdürmüştü. Oranın
büyük bir kampüs olduğunu ertesi gün görecek, duyu deneyimi bilgiye
dönüşecekti. Önce soru işareti belirdi, hastanelerin günün her saati sıcak ve
aydınlık olduğu varsayımı sonradan geldi. Daha büyük bir soru işareti sırasını
beklemeye sabrı yoklar gibi kendini belli etmeye başlamıştı. Girebilir miyim? Uzunca
tarttı kafasında. Kurdu, bozdu, yaptı, beğenmedi. Bir daha. Yaptı, kurdu,
bozdu, güvenmedi. Yeniden.
Gece vakti tenhalaşır sokaklar gibi hastaneler de. Muayeneye,
tahlile, sonuç göstermeye, reçete yazdırmaya, hasta ziyaretine gelmişler
çekilir akşamın oluşuyla. Üst katlarda çok kişilik, şanslıysa tek kişilik
odaların ıssızlığına çekilir şifa umanlar. Refakatçiler koridorlarda volta atıp
uykuyu çağırırlar, nöbetçi hastabakıcılar, postalar, hemşireler, asistan
doktorlar rutin döngülerinin arasında gözlerini yumarlar üç beş dakikalığına. Girişte
bir iki güvenlikçi gireni çıkanı gözler. Giren çıkanın azlığı girmemesi gerekeni
görünür kılar. Gece girilmez oralara. Yarın gider kolaçan ederim diye düşündü. Yarına
çıkarsam elbet, dedi ardından. Erteledi sandı aklına gelenin olabilirliğini
kontrolü ya, edemedi. İçi kıpır kıpır, umut yalıyor soğuğun yaktığı yerlerini
şimdi. Umudun soluğunun sağaltıcı olduğunu unutmuş çoktandır, yok yere ısındım
sanıyor budalaca. Şuncacık yol, git bir bak diyor içinde çok üşümüş bir ses. Git
kolaçan et. Ne var ne yok?
Caddenin iki başını tutmuşlar. Biri İbn Sina, diğeri
Hacettepe. İkincisi daha büyük görünüyor ve daha ışıltılı akşamın karanlığının
altını çizercesine. Hacettepe’den yana dönüyor. Şehrin içinde küçük bir şehir
gibi sıralanmış binalar, adlarını okuyor tabelalarına bakıp bakıp. Çocuk
hastanesi, Erişkin hastanesi, Dişçilik fakültesi, Eczacılık Fakültesi. Tüm bunların
arasına serpiştirilmiş kafeler, büfeler, oturma alanları. Çocuk hastanesini
kafadan siliyor ilkin. Dişçilik ve Eczacılık fakülteleri de işini görmez.
Erişkin hastanesinin iki büyük binadan oluştuğunu görünce umudu ısıyı hararete
dönüştürüyor. Giriş kapılarının önünden bir iki geçiyor. Güvenlikçilerden biriyle
göz göze gelmeyi istemediğinden çok oyalanmıyor. Yedi numaralı kapıdan
girebilir girebilirse. Daha yeni gibi duran binanın girişi çok güven vermiyor. Kampüsü
dolaşıyor usulca. Büyükmüş, diyor. Büyük gerçekten de. Üstelik belli
noktalardan durup kente baktın mı; nasıl güzel, nasıl masum, nasıl büyüleyici
görünüyor. Aldanmaz bunlara oysa. Kentin kalleşliğini çoktan belledi. Yine de
nasıl güzel, nasıl masum, nasıl büyüleyici. Kampüs hem ağaçlıklı hem de bol bol
bankı var. Hepsi göz ününde gibi dursa da ola ki bir kuytusu vardır, diye
bakınıyor. Geceyi burada geçirip sabah erkenden yedi numaralı kapıdan girmenin
yoluna bakmalı. İçeri girse, bir tuvalet bulup eline yüzüne bakılır hale
getirebilse kendini, sonra keşfe çıksa koridorları, servisleri, her bir katı. Arayıp
bulsa gece çöktü mü ıssızlaşan bekleme sandalyelerinin en kuytuda olanlarını. Yedi
numaralı kapıdan geçiyor inine giden yol, bundan emin artık. Ağaçların arasında
kalmış göz önünde olmayan bir banka yerleşmeye hazırlanırken, umutsuz bir aşkın
adını çağırır gibi içinden zikrediyor: Yedi numaralı kapı. Yedi numaralı kapı.
Gün doğmadan açıyor gözlerini. Güçlükle. Buza kesmiş
bedeninde her bir nokta. Alacalanmış göğe bakıyor, sonra uzaktan yedi numaralı
kapının bulunduğu binanın siluetine. Tek tek hareket var kampüsün içinde. Henüz
girmeye davranmak için çok erken. Beklemeli daha. Açlığın sızısı önce midesinde
ardından zihninde. En son ne zaman doymuş hissettiğini bilmediğini anımsamanın
da yeri değil şimdi. Kalkıyor ve donayazmış yerlerini sıvazlıyor donayazmış
elleriyle. İleri geri yürüyor. Az dayan diyor, yedi numaralı kapının ardı
üşümemek bundan sonra. Az daha dayan.
İki saat geçti geçmedi ana baba günü oldu kampüs. Tüm kent
burada sanki, diye düşünüyor. Yedi numaralı kapının önünde ileri geri hareket
ederken fark ediyor ki, davransa kimse onu durdurmayacak, nereye diye soran
olmayacak. Kapıdan giren çıkan öyle çok insan var ki rahatlıkla aralarına
karışıp girebilir içeri. Sonrası Allah kerim. Yine de o giriş anı sonsuzluğun
içinden geçmek gibi geliyor ona. Bir el omzuna dokunacak, hop hemşerim nereye
diyen bir ses duyacak, önüne set çeken bir üniformalıya toslayacak korkusuyla
kalbi ağzında atıyor. Hiçbir şey olmuyor önce. İçeride. Asansörlerin yanında
duran güvenlik görevlisinin dikkatini çekmesine, adamın kendisine doğru hamle
yapmasına ramak kaldığını fark edince, en yakınındaki olduğu için sağdaki
koridora atıyor kendisini. Mutluluk içinde kanat çırpan bir kuş. Ve kuş aniden
maruz kaldığı ısının vücudunu pelteleştirdiğini haber vermek istercesine
çırpıyor kanatlarını. İşte orada bir tuvalet. Dar atıyor kendini içeri tuvalet
kapısından. Kabinlerin önünde içeridekinin çıkmasını bekleyen iki adam var. Musluklara
yöneliyor ona bakıp yüzlerini buruşturduklarını fark edince. Aksini tanıyamıyor
ilkin aynada. Müsvedde'm, diyor aynadaki aksine usulca. Anlatmaya kalksa
anlatamaz insanlıktan çıkmış görüntüsünü. Düzeltebilirsen düzelt bunu şimdi. Saç,
sakal birbirine karışmış. Pis enikonu. Üstü başı dökülüyor. Nasıl etsem, diye
soruyor musluğa sarılırken. Su sıcak akıyor. Musluktan akan suyun tenindeki
etkisi büyük bir şaşkınlık onun için şimdi. Öylece tutuyor ellerini akan suyun
altında. Sonra gözü sabun kutusuna takılıyor. Durma şimdi. Ellerini, yüzünü,
saçlarını. Temizleyebildiği her yeri temizlemesi dakikalar sürüyor. İçerideyim diyor.
Su sıcak, bina sıcak. Şimdi keşif zamanı.
Dördüncü kattaki özel odalardan birinde kalan hastanın MR
çekimi için götürülmesini fırsat bilip, odanın banyosunda yıkandığında
hastanedeki dördüncü günüydü. Şampuanı kullandı ama adamın lifine dokunmadı.
Kullanılmamış bir diş fırçası bulabildiğinde bir hafta geçmişti. Bir iki üst
baş çaldığını saklamanın anlamı yok. Servislerde dolanıp, alınmadan hemen önce
yemeğin yenilmeden bırakıldığı tepsileri kolladığı çok oldu. Geceleri C katının
ıssızlığında uzandı kuytu koridorlardaki banklara. Hastaneyi devasa bir eve
dönüştürmesi bir ayı buldu. 6. kattaki kalp damar cerrahi servisinin bekleme
salonundaki sandalyelere oturup pencereden dışarıyı izlemeyi sevdi. Kentin ışıklarını,
uzaktan görünen Atakule’nin heybetini, kafasını az sağa çevirince Anıtkabir’in
göğe uzanan ışıltısını. Bir akşam yine o koltukta oturup dışarıyı izlerken
gençten bir adam yanaştı yanına. Oradan buradan derken utana sıkıla derdini
açtı adam. Babası yatıyormuş 621’de. Biliyorsun özel odalar dışında refakatçiye
yatacak yer yok. Bir kuru sandalye. Her gece de kalamıyorum. Sen hep buradasın.
Görüyorum. Kalır mısın babamla dedi. Para dedi. Yüz elli lira.
Böylece refakatçilik işi başlamış oldu. Hastasının yanında
kalamayan ama onu yalnız bırakmaya gönlü razı gelemeyenlerin imdadı oldu kısa
sürede. Kulaktan kulağa yayılır böyle işler. Akşam 19.00 – sabah 08.00 arası
hiç tanımadığı hastaların başucunda oturdu. Tuvalete gitmelerine yardım etti
kiminde, kiminde sürgüyü sürdü altlarına. Susadılar mı su verdi, uyudular mı
pencereden dışarıyı, ışıkları, gelip geçen otomobilleri, damlarda gezinen
kedileri, kedilerden kaçan kuşları izledi. Gecesi yüz elli lira. Güvenlikçilerle
ahbap oldu, gündüz dolaşmalarından dönerken bir paket sigara alıp bıraktı
masalarına, demledikleri çaya ortak oldu, başka refakatçilerin dertlerini
dinledi. Servis postalarının çarşaf değiştirme, hastayı o tahlilden bu filme
götürmelerine, odalardaki çöpleri boşaltmalarına yardım etti yerinde. Hemşirelerle,
hastabakıcılarla şaka yollu cilveleşmeleri işe yaradı. Hastasının yanında
kalacak birini arayanları ona yönlendirmelerinin altında kalmayıp çiçeklere,
çikolatalara boğdu her birini. İçlerinden birine gönlü kayar gibi olsa, dur
oğlum napıyorsun dedi kendine. Eskiden okuduğu bir şiiri mırıldandı usulca,
susturdu arzunun arsız sesini.
Kurtuluş parkını gören pencerelerin önünde durup, bir zaman
üzerinde uyuduğu bankı aradı göz kararı. Özlenir mi o rezillik dese de gün
içinde gidip oturduğu oluyor o banka. Ya kalkmak istemezsem korkusu dipdiriyken
içinde saatlerce oturup uzaktan hastaneye bakıyor. Sonra soruyor kendine: bir
ömür geçer mi o hastanede?
Mey / Melek Ekim Yıldız