Yağmur da başladı, diye geçirdi içinden. Öykü için mükemmel
bir hava. Şartlar yarı yarıya oluşmuş gibiydi. Eksik ama hala. Eksikliği
önemsememeye karar verdi. İçeriden olmayacak böyle, düşüncesi giderek ağır
basıyordu. Bir sigara içimi gider gelirim, dedi kendine. Başlamış bulunmuşluğu
tereddüt etmesinin nedeniydi. Yağmur tamam da, soğuk da bir yandan. Üşenme,
dedi. Kalk. Kalkıp montunu üstüne geçirdi, ağaçlıklı yolda bir iki tur atmak
yetecek gibi geliyordu. Arkadaki iğde ağaçlarına da bakarım, bir yandan da
çattığını yeniden gözden geçirmek için mükemmel bir fırsat işte, daha ne
istiyorsun diye sordu kendine. Belki de dışarıda olan biten, “ küçük, müstehzi damlalar” dan ibaretti.
Geçilecek uzun bir koridor vardı, sonra üst kata tırmanacak az önce kat ettiğine
denk bir başka koridor daha geçecekti. Tek tük insan da olacaktı yol üstünde.
Başı hafifçe eğerek verilen selamlaşmalar bile zül gelecekti. Ne zül gelmiyor ki son aylarda diye düşündü.
Her bir eylem niyeti, dahası, isteksizliğin karşında yenik düştüğü eyleme zorunluluğu kör
topal geçip giden günlere eklendikçe ekleniyordu. Sık sık aynı cümle geçiyordu aklından: “
özgürlük zorlama yokluğudur “. Cümlenin
kendisiyle ne alıp veremediği olduğunu bilmiyor, olmadık yer ve zamanda aklına
düşüşüne anlam veremiyor, bunun peşi sıra gelecek kötücül bir hali belli
belirsiz seziyordu. Şimdi bununla uğraşma diyecek oldu kendine sonra vazgeçti.
Kendine telkinlerinin ters tepişine aşinalığındandı son anda ses içermeyen sözü
yutması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik yaşadığının farkındaydı kendine söz
geçirme söz konusu olduğunda. Bunu
düşünmekten de sakınmalıydı. Yeriyse bile zamanı değildi.
Çıkışa yönelecekken vazgeçip, çay ocağına uğramaya karar
verdi. Aşılacak bir başka uzun koridor daha. Çay arzusu baskındı. Hızlıca çay
ocağına ulaştı. Görevlinin yerinde olup olmadığını merak etti. Her seferinde
yaptığı “ çay taze mi? “ esprisini
bekleyecekti Seyit – ki sıkılmıştı bundan – “ olmaz mı hocam, benim çayım hep
tazedir” cevabını yapıştıracaktı. Demliğin kapağını kaldırıp, taze çay kokusunu
alabilsin diye koklamaya zorlayacaktı onu. Çay ocağına dönüp de, Seyit’in yerinde olmadığını görünce gereksiz bir rahatlama duydu. Karton iki
bardağı iç içe koyup, çayı doldurdu. Çıkış kapısına yöneldi. Dışarı çıkmasıyla yüzüne çarpan hafif
esintinin arasına gizlenmiş minik damlalara şaşırmadı. Hiddeti yoktu yağmurun
ama hava serindi. İğde ağaçlarının olduğu yana döndü. Çayına yağmuru ekleyip
ilk yudumunu aldı. Otomobil parkı için
ayrılmış kısmı hızla geçti. Uzaktan
iğdelerin kümelendiği yere baktı. Yaz sonu boş derslerde onların altında
yaptığı okumaları, düşlere dalmaları aklına getirmeden yürüdü. Yağmur, şefkatli
bir el gibi saçlarının arasına küçük temaslarını bırakıyor, esinti bedeninin
hafifçe büzülmesine neden oluyordu. Öykünün zamanıydı şimdi: İhtiyaç dışı öykü.
Buna kıkırdamak normaldi. Yazmanın cinneti düşündüren bir gereksinim olduğu o
tuhaf yakın geçmişi ne zaman düşünse kıkırdıyordu çünkü. Şimdi açıp baktığında, “ ihtiyaç öyküleri “
adını verdiği o öyküleri bir yana atmaya kıyamıyorsa da, yanlış olduklarını
biliyordu. Yazmazsa ölecekmiş gibi hissettiren o dürtünün; eline, kalemine, sözüne
hâkim olamamasına sebep olup; kendinden ‘ kendi dışı’ bir varlık çıkartmış
olduğunu o günlerde söyleyen olsa, onları söylediklerine pişman ederdi herhalde. Hiç kimse böyle bir
şey söylememiş olsa da, o söylenmemişin
doğruluğunun açık olduğunun – nihayetinde – farkındaydı. Yazmak zorunda olduğun
için yazmak başkaydı, yazmayı, yazanın faydasının nesnesine dönüştürmek
başkanın yanında ayıptı. Bir tür edebi ahlaksızlık. Ahlaksız günlerim oldu
benim de, diye düşünüp gülümsedi epeyce içte bir yerde duyduğu utancı maskeleme
çabasıyla. Yeniden yeşermeye yüz tutmuş
iğde ağaçlarına ulaşmıştı bu sırada. Önlerinde duraladı. Yağmurla karışık
çayından yudumlar alırken, ihtiyacın zorlamasına direnmeyi öğrenmenin nelere
mal olduğunu gidip şunların tomurcuğa durmuş dallarına mı fısıldasam, diye
geçirdi aklından. Niyetlendiğinden vazgeçti. Bütün bunlardan bıkmıştı. Şimdi artık, öykü bir zorlanma değil bir akıl
işiydi onun için. Yazmak için yazmak. Kurguyu kendi dışında tutmak, plan yapmak
ve planı sözcükle, cümleyle, küçüklü büyüklü paragraflarla denkleştirmek. Yazma
erdemi, dese miydi buna sağda solda? Aklımın bir köşesinde dursun şimdilik,
diye düşündü. Öyle ortaya laf atıp çekilmek olmaz. Uzunca ve tatmin edici bir
temele dayandırmak lazım önce. Düşünmek ve tartmak. Sormak ve başkalarını
cevaba davet etmek. Daha boş bir zamanın işiydi. Dursun şimdi, dururken de
olgunlaşsın. Hani ya öykü, der gibi koca bir yağmur damlası saçlarına düşünce
silkindi düşüncesinden. Esinti kesilir gibi olmuşsa da üşütüyordu bir yandan da.
Yürümeye davrandı, teneffüs ziline ne kadar kaldığını hesaplamaya çalışırken, şiddetini bir parça artırmış yağmura sitem eder gibi baktı başını kaldırıp.
İhtiyaç dışı öykü.
Yeri, zamanı belli. Olanı olmayanı var. Akış doğrusal bir çizgide,
kendisinin asla kurmayacağı gibi cümlelerden oluşan diyaloglar içeriyor, ki bu
iyi kötü karakterleri de olduğunu gösteriyor. Bu güne çok benzeyen yağmurlu bir güne
açılıyor öykü. Belki yağmur şimdikinden biraz daha hızlı, az daha hiddetli.
Adını, “ Yağmur Sığınmacıları” koyacak öykünün, çünkü yağmurdan kaçıp, bir köhne
kafeye sığınan karakterleri olacak. Kentin ara sokaklarından birinde, adı sanı
duyulmamış ama çayı benim diyenine taş çıkartacak lezzette, kapıdan iliklerine
kadar ıslanmış biçimde gireni, Louis Armstrong’un sesinden “ There’s no you “
şarkısının karşıladığı o şaşırtıcı kafelerden biri olacak. Yağmur yüzünden
işleri açılmış, umudunun son dirhemini tüketmek üzere olan kafe sahibinin yüzüne,
zorlanmanın içeri yolladığı insanları sürekli müşteriye dönüştürme düşü ve
insanlara çay kahve yetiştirme telaşı yansımış olacak. Müzik seçimin kişisel
oldu, diye uyarıyor tam burada kendini ve o sırada kampüs nizamiyesine ulaşmış olduğunu
fark ediyor. Tam tur planladığı için
geri dönmek yerine yolu epeyce uzatma pahasına ileriye, küçük hayvan bahçesinin
yanından ilerleyen yürüyüş yoluna doğru yöneliyor. O kafede hangi şarkı çalsa kişisel olacak,
bundan kaçış yok. Kendimi tamamen de yok sayamam ya, diye çıkışacak gibi oluyor
işine burnunu sokan edebiyat dışı zihnine. Sen bir karışma hele şimdi diyor.
Tutarsızlık var mı, kontrolünde lazımsın. Kafenin sahibi aceleci adımlarla
müzik düzeneğinin yanına gidip çalan şarkıyı değiştirse mi acaba diye sormadan
edemiyor bir yandan da. İyi de, ne çalacak? Hiçbir şey çalmasa? Olmaz,
yağmurdan kaçmak için bile olsa içeri girenin ilk izlenimi sıcaklık hissetmek
olmalı ki, orada bir süre zaman geçirmeyi istesin. Ve bu bir süre, biraz
uzunca olmalı ki kurguladığı yakınlaşmalar ve onların beraberinde getireceği –
onun zihninde çoktan hazır – diyaloglar gerçekleşebilsin. Peş peşe girecekler içeri. Gençten olanlar da
olacak, elinde Bim market torbalarıyla içeri giren orta yaşlı kadınlar da. Öğle
saatleri olursa, yemek arası için kendini dışarı atmış, belediyede çalışan
memurlar da. Vergi dairesi memureleri de geçiyor zihninden. İş çıkışı yemek,
bulaşık derken ellerinde yıllar içinde oluşmuş çatlakları son teknoloji el
kremleriyle gizli hale getirmeye çabalayan, boru eteklerinin altına giydikleri,
aşınma yüzünden rahatsız edici bir tıkırtı çıkaran ayakkabıları ve dip boyası
çoktan gelmiş saçlarıyla daire dedikodularını şu saate ayırmış kadınlar da
olabilir aralarında. Karısının parasızlıktan yakınmalarından kaçmak için kendini
dışarı atmış, iş ve işçi bulma kurumunun bahçesinde vakit geçirirken yağmura
yakalanmış, çaresizliği yüzüne gri bir renk olarak vurmuş orta yaşın kıyısında
zayıf, avurtları çökmüş adamların görüntüsü beliriyor zihninde bir de. Görünüm ister
istemez Neşet Ertaş türküsü mü olsa acaba, düşüncesini getiriyor. Karasız
kalıyor hayvan barakalarının oradan geçerken. Sevgi arsızı Alman kurdu
yağmura aldırmadan barakasından çıkıp kafese doğru koşuyor. Kuyruğunu
çılgınlar gibi sallarken, tehditkâr olmayan havlayışlarını bırakıyor önüne.
Duralayıp etrafına bakınıyor. Köpekle konuşmaya meyilli, görecek kimse var mı
kontrolünde. Hayvanların insan sesindeki şefkati ayırt etme yetenekleri onu hep
şaşırtmıştır. Usul usul öyküden bahsetmeye başlıyor kurda. Şarkıyı soruyor:
Sence Armstrong, abartılı mı? Köpek hafifçe başını yana eğerek bakıyor o
soruları art arda sıralarken. Arada sözünü kesmek ister gibi hafifçe havlıyor.
Dur daha bu taslak diyor sabırsızlığını fark ettiğinde. Şimdi zihnimizde
şekillendiriyoruz. Yazarken değişebilir bütün bunlar. Armstrong da Neşet baba
da bana uyar. Ama sorun da bu. Bana uyması doğru değil, uymaması da içime
sinmiyor. Bak yağmur da hınzır mı hınzır; tatlı tatlı yağarken, o kadar
hızlanırsa kaç kişiyi barındıracak o kafe? Kurgulanmamış karakterler girmemeli
o kapıdan içeri, hangi şarkı çalıyor olursa olsun. Bu esnada yan barakadaki bölmesinden
sıpa çıkıp geliyor tel örgünün yanına. Köpek başını çevirip hafifçe hırlıyor
komşusuna. Sıpanın gözleri olağanüstü parlamakta. Islanacaksınız, diyor her
ikisine de. Pardösülerinden, içeri girer
girmez kapattıkları şemsiyelerden süzülen yağmur suları zeminde küçük
birikintiler oluştururken, kafenin sahibi aldırmayacaktır o minik göletlere beklenmedik
bereket yüzünden. Kafasındaki şarkı karışıklığının sıkıntısı kafe sahibinin
yüzüne yansımışsa da, adam bunu gizlemekte becerikli olacak. Kafenin hızla
dolmakta olan masaları arasında koşuştururken bir de şarkı sorununu düşünemez.
Bu zaten onun meselesi değil, diyor sıpanın gözleri tarifsiz parıldarken.
Köpeğin diğer yanındaki bölmeden tavşanlar çıkıyor birer birer. Beyazı, siyahı,
alacalısı. Köpek dönüp bakmıyor bile. Belli ki kanıksamış. Köpeğe baktıkça Tom Waits düşüyor aklına: “
Rain dogs” elbette. Çok klişe bu, diyecekler mi diye her birine bakıyor tek tek. Köpeğe,
sıpaya ve tavşanlara. Bim torbalı kadından endişeli bir parça. Tom Waits’den
haz etmeyeceğini düşünüyor nedense. Kadının müzik yüzünden gerilmesi işine
gelmiyor çünkü onu; cam kenarında oturmuş, bir yandan yağmuru izlerken bir
yandan da etkili bir dize arayışına çıkmış, hafif göbekli , kendine şair
dememesine rağmen şairliğinden yana şüphesi olmayan adamla konuşturmak
niyetinde baştan beri. Hayatın normal akışına ters büyük – küçük her
aykırılığın insanları birbirine yaklaştırdığı, olmaz gibi görünen diyalogları
başlattığı aşikar. Sokakta yürümeyi olanaksız kılan şu şiddetli yağmur bu
yüzden var öyküde. Kendisine laf atan Bim torbalı kadınla yetinmek zorunda
şairimiz. Oysa baştan beri gözü ve sözü, kafenin arka masalarından birinde tek
başına oturan kumral uzun saçlı kadındaydı. Yüz lirayı bozduruyorsun yarım
saate bir şey kalmamış oluyor diye söze başlayacak Bim poşetli kadın. Bir
yandan da alışveriş torbasını işaret edecek. Sorsan ne aldın diye, diyecek. Bir
şey yok içinde. İki günlük nevale. Konu ekonomiden açıldı mı, kısa zamanda
siyasete kaymaması olmaz. Bim poşetli
kadını işitmiş olan vergi dairesi memureleri, daire dedikodularını bir süre
erteleyip, kadının alış veriş torbasına yan gözle baktıktan sonra kendi
örneklerini sıralayacak; maaşın nasıl eriyip gittiğinden, ay sonunu getirmenin
zorluğundan, çocukların hiç bitmeyen masraflarından söz edecekler. Her birinin
gözünde bu dem vurmalar, dip boyası gelmiş saçları haklı kılacak. Yaklaşan finallerin
bunaltısından, okuldaki siyasi baskılardan söz etmekte olan yan masadaki
üniversiteliler seslerini alçaltacaklar. Sinemaya girip bir film izleme niyeti,
gösterimdeki filmlerin boktanlığından engellenmiş olan gençten adam sıkıntıyla
gözlerini dışarı çevirecek. Bir çay daha isteyip istememe arasında ikircikli
kafenin kalabalıklaşmasından bunalmış, dışarıdaki yağmura endişeli gözlerle
bakarken kendini aldatılmış hissedecek. İlk o gelmişti kafeye oysa. Ne yağmur
vardı ne de bu kadar insan. Ve evet, Tom Waits’in sesinden “ Rain dogs”, yağmuru
da kalabalığı da çağırmıştı sakin bir iki saat geçirme arzusunun tam ortasına. Hay
benim şansıma diye geçirecekti aklından.
Göze alamamanın asıl kayıp olduğunu, bizzat deneyimliyor oluşuna karşın yine fark
etmeyecekti. Ne oluyorsa o göze alamamak yüzünden oluyordu, bunu anlamayacaktı. N’olur iki
ıslansan, ölmezsin ya’yı dese dese öykünün yazarı diyebilirdi bu sıkkın adama.
Ama öykünün yazarı da yeminliydi. Kişisellik yok!
Öyküde değil de, öykünün ağzında yağmakta olan ve öyküdeki kadar şiddetli olmayan yağmur
hafif serpmenin ötesine geçmiş, biraz daha hızlı şimdi. Hayvan barınaklarının
önündeki duraksamasından hoşnut ama git gide ıslanıyor. Hayvanlar da bıkmış
gibi anlatıp durduklarından. İlgisizlikleri anbean belirginleşmeye başlıyor.
Yola koyul, diyor kendine. Biraz sitem var içinde. Kurgunun sonuna doğru
yağmuru göze alamayan adam yüzünden sınırı aştı aşacaktı neredeyse. Daha
dikkatli ve özenli, diye uyarıyor kendini. Ortasında bıraktığı tam tur planını
tamamlamak üzere yürümeye başlıyor. Zümre
odasındaki masasında açık duran bilgisayarı ve ekrandaki ilk cümlesi yazılmış word dosyasını
getiriyor gözlerinin önüne. Çabalıyor fakat o ilk cümle bir türlü tam olarak
canlanmıyor belleğinde. Binanın girişine
yaklaştığında kabul etmek zorunda kalıyor. Bu öykü pırıl pırıl bir gökyüzü altında yazılmalı. Yağmurlu günlerde asla
öykü yazma, diye tembihliyor kendini. Çünkü yağmur çok kişisel bir şey.
Mey