30 Aralık 2016 Cuma

Suyun Ah'ı...

Hoşnutsuzluğun kışının,
buza kestiği ellerine baka baka yitirdi. İnancını.
Gün olup da açacak güneşin sıcağının beklentisine yüz çevirip,
karar verdi: İnsan, kötülük!
Aldığına, verdiğine;
sevdim dediğine, sevmediğine,
yaşayana ve yaşatana.
Yatağına inanmadığından akmıyor.
Çünkü insan, hastalık hem de. Biliyor bunu artık.
yormaya ve yorulmaya;
ölmeye ve öldürmeye teşne bir varoluşun kirini geçtiği yere yayışından belli, diye anlatıyor.
Artık hiçbir yangına ' su ' olmazlığını  böyle anlıyoruz.
Kimin tutuşturduğu önemsiz o alaz, etimizi dağlarken sesimizi çıkarmıyoruz...


Mey



26 Aralık 2016 Pazartesi

Gecenin Bilgeliğinden Sakınmaya Dair Birkaç Söz...

Karanlık bir bakıştı gece.
Bilemezdiniz,
görür müydü keskinliğiyle açık etmediğinizi.
Görür ve süsler miydi örneğin,
kendinize bile söylemediğinizi getirip bırakmak için benim rüyama?
Ve yine,
bilemezdiniz
kimin gecesi,
kimin sabahına meyletmiş.
Soramazdınız bir de başınızı çevirip puslu göğüne;
o, şimdi hangi uykunun kollarında hangi böceğin kanadına gülümser?
Işıltılı bir gülüştü hem sonra gece.
Söz'den bir haleyi,
benim ağzımdan sizin eteklerinize süren.
Tam da bu yüzden sakınırdınız dudaklarınızı. Oysa,
bizi - kimsek ve kaç kişiysek - merhametsiz bir şehvetle yutmaya hazır,
devasa bir öpüştü gece.
Ağzınızı kocaman açınız!


Mey




17 Aralık 2016 Cumartesi

Eski Haber...

Olay eski,
oluş kadimdi.
Olmuş'un ardından bakışınıza eşlik eden acıysa, çiğ.
Varınız ne,
yoğunuz kim?
Nerede vursalar, orada
ölmeye gönüllü bir kabulleniştiniz belki.
Sorup duruyordunuz:
Neresinden sınır çekilir ete kaynamış acıya.
Soruyor, derken susuyordunuz.
Bir şey'sizin inatla beklediği hiç şey'iz bizse.
Ve gelmeyeceğiz...


Mey




13 Aralık 2016 Salı

Yan Masada...

Öyle deme Rasim abi, diyor başından beri konuşan. Rasim abinin bir şey dediği yok aslında. Dirseğini masaya dayamış, yumruk yaptığı elini de yüzüne yaslamış oturuyor; yarı açık gözlerini masadaki lakerda tabağından ayırmıyor. Beriki, kırık dökük bir sesle başladığı anlatısı ilerledikçe, nereden bulduğunu çıkaramadığımız bir güveni sesine ekledikçe ekliyor. Rasim abinin lakerdaya kilitlenmiş bakışlarında içimi burkan bir şey var, yine de bizdeki ilgi anlatıcıya odaklı. Nerede kalmıştık?

Öyle deme Rasim abi, diyordu hep konuşan. Art arda indirilmiş bıçak darbesi gibi her biri… Böyle böğrüme böğrüme. Delip geçiyor; ciğerime yakın, bir dahakine ıskalamayacağım der gibi kararında bir yerde bırakıyor. Bırakıyor ama bir süreliğine. İyileşmeye yüz tuttuğunu domuz gibi bildiğinden… Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?

Burada soluklanıyor anlatıcı. Rasim abiye yöneltiyor dikkatini. Rasim abisinin lakerda tabağıyla olan bağını fark etmemiş olacak ki, çatalını eline alıp tabağa doğru hamle yapıyor. Yarı yolda vazgeçip, önce beyaz peynir ardından bir dilim kavun atıyor ağzına. Derken rakısından büyük sayılabilecek bir yudum alıyor. Elinin tersiyle siliyor bıyıklarından rakıdan kalanı. Kalmadığı bir yerden sürdürüyor konuşmayı, aradaki boşlukları sen doldur, der gibi.

N’apayım ben Rasim abi, diyor. Bir şey söyle. Rasim abinin bir şey söylemesine vakit bırakmadan ekliyor ardından: Ama sakın okuma gitsin, deme bana abi. Nasıl okumayayım? Yazmasın o da. Yok, yazsın gerçi. Gördün mü bak, Rasim abi? Yazsa bir dert yazmasa başka dert. İki – üç gün sesi çıkmasa, ki domuzluğuna susar kiminde, o zaman alır beni başka bir dert. Ya kaybolursa ya hepten susarsa? Susmaz ama. Susmuyor Rasim abi. Hırsını beyaz peynirden çıkarmak ister gibi çatalıyla ezip duruyor tabağındaki konuşurken. Rasim abisinin sessizliğine mi hırslanıyor ama konuşmaktan da kendini alamadığı için kendine mi kızıyor, çıkaramıyoruz o anda. Bana kalsa kızgınlığı kendine. Rasim abiye diye düşünüyor karşımdaki. Adamın heykel kıvamında oturuşunda, rahatsız edici bir yan olduğunu söyleyecek bana sonrasında. Anlatıcının bunu umursadığını sanmıyorum oysa ben.

Kaç kez öldüm ben biliyor musun Rasim abi, diyor rakıdan alınmış bir büyük yudumun ardından. Bu kez bıyıklarında kalan umurunda değil gibi. Kaç kez öldürdü beni de gıkımı çıkarmadım biliyor musun, yinelemesi geliyor o sıra. Nereden bilsin Rasim abi diye düşünüyorum ben; adamcağız lakerdanın gizemiyle bulmuş belasını. Gülecek gibi oluyorum, işittiklerimin ağzımda bıraktığı ve şimdilik nedeni belirsiz acılığı yok etmek için kavun dilimine abanırken. Rasim abinin kıpırdandığını fark ediyorum o anda. Elini yanağından çekiyor. Rakıyı dipleyip, bu kez diğer kolunu kullanarak önceki pozisyonunu alıyor yeniden. Bakışlarında aynı tembellik, dalıp gidiyor lakerda tabağına.

Bir şey deme Rasim abi, diyor beriki. Bir şey demeye yeltendi de ben mi göremedim merakımı bastırıp devamını bekliyorum söyleyeceklerinin. Denilecek her şeyi dedim ben zaten kendime, diye sürdürüyor. Dedim ama dinledim mi? Dinlemedim abi. Dinlesem iyiydi. Yok saysam, umurumda olmasa mesela. Yok abi, kendimi dinlemeyi bile beceremezken onu dinlememek hayal bana. Ama biliyor abi. Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?

Nasıl bildiğini, bilecek gibi oluyorum ben. Tam da işaret parmağımı kadehin etrafında çevirirken dalgınlığımın içinden çıkaracak gibiyken nasıl bildiğimi, kanun ve keman başlıyor. Uşşak makamından giriyorlar, “Bir gönül hikayesi anlatırdı gözlerin “şarkısına. Meyhanenin müdavimlerinden coşkulu bir alkış kopuyor. Yan masadakinin konuşması işitilmez oluyor. Elimi kadehten çekiyorum. Karşımdaki, işitilebilmek için eğilip, sen nereden biliyorsun peki, diye soruyor. Yüzümde çaresiz bir sırıtışla bakıyorum cevapsızlığımdan. Rasim abiyi deli gibi kıskandığımı düşünüyorum bir yandan da. Bizim masada lakerda yok…



Mey




6 Aralık 2016 Salı

Berkley

Behey
Berkley!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
                        başımızı döndürmek içindir.
                        Hayat kavgasında bizi
                        dizüstü süründürmek içindir.
Behey
Berkley,
Behey Allahın
                Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
                      adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
                       tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
     her gece titreyerek
                     görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
                                                                        evlerinin
                                                                            camlarında!
Hâlâ
     kanlı beş parmağının izi var
            o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!
Behey
Berkley!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
                                        Kıralın şövalyesi,
                                        sermayenin altın sesi,
                                        ve Allahın peskoposu!
                            Felsefenden tüten günlük kokusu
                                        başımızı döndürmek içindir.
                            Hayat kavgasında bizi
                                        dizüstü süründürmek içindir!
Her kelimen
                 kelepçelerken
                                       bileklerimizi,
kıvrılan
           bir yılan
                gibi satırların
                            sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
                                  sivri yosunlu ucundan
                                                        kızıl kan
                                                          damlıyan
                                                               yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
            diz çökmüş önünde Rabbın
                             kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
                                              inandıracaktın?
Biz İsanın vuslatını bekleyen
                                   bir rahibe değiliz ki!
Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
küçük bir taş parçasının en küçüğü
      imparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
      hemen anlaşmak için
                           bir kapı açıyorsun,
      binip Allahının sırtına
                              soldan geri kaçıyorsun!
      Kaçma dur!
      Her yol Romaya gider,
                 — bu belki doğrudur —
      fakat
              fikri evvel gören her felsefenin
                      safsata iklimidir yelken açtığı yer!
      Bu bir hakikat
                  — hem de mutlak cinsinden — !
İşte sen
      işte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
                    cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün
                              parlak
                                  yuvarlak
                                          elmaya:
                                              «Fikirlerin bir
                                                         terkibidir,»
                                                                      diyorsun!
Dışımızda bize bağlanmadan
                                var olan
                                       varlığı
                                             inkâr ediyorsun!
Şu mavi deniz
     şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
mademki kendi fikrindir umman,
ne zaman var,
              ne mekân!
Ne senin haricinde bir vücut
                      ne senden evvel kimse mevcut,
                              ne senden sonra kâinat baki
bir sen
      bir de Allah hakikî.
Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!
Senin dışında değil miydi
kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?
Yoksa kendi altında sen
                      kendinle mi yattın?
Diyelim ki senden evvel baban yok
                                       İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
                                 Meryem gibi bir anan da mı yok!
Diyelim ki yapyalnızsın
                        Turu Sinada Musa gibi,
ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!
Çok yalan söylemişsin çok.
Sen emin ol ki Berkley
        — olmasan da zarar yok —
                bu şi're benzer yazıda hissene düşen şey:
                                biraz alay
                                      biraz şaka
                                              ve birkaç tokat
                                                  — eldivensiz cinsinden —
Neyleyim?
        Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
                               neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e ... iyi şeydir vesselam,
                                         — baş döndürmezse eğer —
ve işte bizimkiler
                     güldüler mi,
                                    ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
                                           yoksa ne sende
                                                                 ne de bende!
Dinle Berkley!
— dinlemesen de olur —
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
                          bir kovan.
Ona balı dolduran
                         arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
                            sonsuz derin
                                      pınarıdır kâinat!
Kâinat geniş
                   kâinat derin
                         kâinat uçsuz bucaksız!
Biz onun parçaları,
      biz ondan doğan bir sürü bacaksız!
Biz o bacaksızların
    — anasını inkâr etmeyen cinsi —
Çünkü biz
     emredenlere emir verenlerden değiliz!
Bağlıyız toprağa
                kalın halatlar gibi kollarımızla!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
          koparırken kara toprağın esrarını,
biz
   seyretmedeyiz
           cihan içinden cihanların
                                      doğuşunu;
           kehkeşanların
               gümüş aydınlığında!
Görmüşüz,
        görmedeyiz
            yılların yollarında toprak oluşunu
                                               kızıl kadife dudaklı kızların!
Çiziyor hareketi gözlerimize
                              sonsuz maviliklerde
                                        kuyrukluyıldızların
                                               sırma saçlarından kalan izler.
Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..
Şu denizler,
şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
                           rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
         inci bir gerdanlık gibi damlayan su,
                               şu bir damla su,
uzaklaştıkça, yaklaşılan
                                        hakikati gizler..
Her yeni ummanla beraber
                bir yeni imkân!
Kâinat geniş
              kâinat derin
                      kâinat uçsuz bucaksız!
Behey!
Berkley!
Behey bir karış boyuna bakmadan
                 Karpatları inkâr eden cüce!
Ahrete gittiysen eğer
               oradan bir taç gönder,
süslemek için Allahının kafasını!
Fakat buradan
       topla hemen tarağını tasını,
                        Haraç mezat!
                           Haraç mezat!
götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
                         göğe çıkan tahtını!
Yok üstünde tabiatın
                   tabiattan gayri kuvvet!..
Tabiat geniş
                  tabiat derin
                           tabiat uçsuz bucaksız!..


                                                                                                1926 / Nazım Hikmet Ran