Kendimden bahsetme havasındayım, dedi adam.
Sus!
Hesap edilmemiş " sus ", şaşırttı onu.
Sustu.
Seni arasınlar diye yolladığım rüzgarlardan haber yok, deyince beriki;
ilk konuşan ağzından dökülmeye hevesli sözü yuttu bu kez de.
Buradayım, dedi neden sonra.
Sus!
Yine.
Çaresiz sessiz kaldı.
Rastlaşmış olmalısınız, dedi kendisine kimsenin " sus " diye çıkışmadığı. Yine da rahat değildi konuşurken.
Adam ses vermedi bu kez.
Çok rüzgarlar geçmişti;
çok daha fazla rüzgar onun içinden geçmişti. Birazını taşımıştı onca ağırlığa karşın, yanında getirmişti karşısındaki sevindirmeye.
Tanımadılar demek seni, dedi diğeri. İhtimali mantıklı bulmuş gibiydi.
Adamın içinden yükselen kızgınlığı, sinesinde taşıdığı rüzgarlar soğutuverdi neyse ki.
Normal, dedi beriki yine. Tanımamaları çok normal.
Nedenmiş, diye sordu adam.
Karıştırmışlardır, cevabını alınca soru büyüdü zihninde.
Üsteledi: Nasıl yani?
Tanınmaz haldesin, dedi sakin bir sesle. Ben de " seni artık korkunç karıştırıyorum. "
Sus!
bu kez adamdandı " sus" emri. İçinde uğuldayan rüzgarların sesi işitilmesin için, usulca uzaklaştı oradan.
Diğeri hala meraktaydı. Rüzgarlarını...
Mey
* İlhan Berk dizesi. Kızartabilir...
28 Şubat 2016 Pazar
" Seni Artık korkunç Karıştırıyorum " *
22 Şubat 2016 Pazartesi
Ve Sonra..
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra, belki ben başımı önüme eğerdim;
sen derin bir soluğu içine çekerdin.
Sonra, belki konuşur, belki konuşmaz; yok yok hiç konuşmazdık belki sonra.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra, belki ve sonra'nın anlamını tekrar tekrar kurardık iç seslerimizin yardımıyla.
Ve sonra, belki iç seslerimiz bizi bırakıp birbirleriyle konuşurlardı.
Sonra belki, bizim gücümüzü aşan bir derinlik ve içtenlikte olurdu sözleri.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra belki, kulak kesilir, dinlerdik onları.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Onlar konuşur, biz işitirdik mırıltılarını.
Ve sonra,
durduk yerde gülümserdik belki...
Mey
Sonra, belki ben başımı önüme eğerdim;
sen derin bir soluğu içine çekerdin.
Sonra, belki konuşur, belki konuşmaz; yok yok hiç konuşmazdık belki sonra.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra, belki ve sonra'nın anlamını tekrar tekrar kurardık iç seslerimizin yardımıyla.
Ve sonra, belki iç seslerimiz bizi bırakıp birbirleriyle konuşurlardı.
Sonra belki, bizim gücümüzü aşan bir derinlik ve içtenlikte olurdu sözleri.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra belki, kulak kesilir, dinlerdik onları.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Onlar konuşur, biz işitirdik mırıltılarını.
Ve sonra,
durduk yerde gülümserdik belki...
Mey
20 Şubat 2016 Cumartesi
Öykü Batması...
Yitik bir kurgunun
döllediği dikenli öyküler taşıdım içimde.
Kurgu sindirildi, susacaktı elbet, kapandı odasına enikonu.
Taşıdığım ağır ve ağrılıydı; çokça da suçlu.
Susacaktım elbet. Sustum ben de.
Öyküler? Onlar büyüyor. Hala...
Mey
döllediği dikenli öyküler taşıdım içimde.
Kurgu sindirildi, susacaktı elbet, kapandı odasına enikonu.
Taşıdığım ağır ve ağrılıydı; çokça da suçlu.
Susacaktım elbet. Sustum ben de.
Öyküler? Onlar büyüyor. Hala...
Mey
19 Şubat 2016 Cuma
Tümlenme…
Girmek zorunda olduğu binaya yöneldiğinde, zihninin
geride bıraktığı o an’a kilitlenmiş olduğunu biliyor. Geride kalmış bir
zihinle, önündeki dakikaları nasıl geçireceği ise bilmediği şey o anda. Son dönemde bunun, yani bir an’a önce
gözlerinin ardından zihninin takılı kalmasının, sıklaşmaya başlamasının
ardındaki nedeni – nedensizliğin kabulü bir seçenek olmadığından - arayacak hali yok. Bireysel bir hüzünden
kaynaklanmadığından emin çokça yaşanmaya başlanan durumun. Daha çok “ insan “
kavramı içinde ama onu çevreleyerek gelişen ve yayılan bir ağırlaşma belki. Henüz
başka birinde gözlemlemediyse de benzer bir durumu – hoş dışardan görülmesi ya
da fark edilmesinin güç olduğunun ayrımında – yalnız olmadığını seziyor. İsteksiz
adımlarının yavaşlığına gülecek gibi oluyor, metala değen o ince dal parçasına
bakmanın, bakakalmanın; hatta bakakaldığı o an’ın yarattığı kopuş duygusunun
verdiği huzuru anımsıyor. Anlatabilse ve az akıllı biri olsa karşısında,
yaşadığının bir tür zihinsel kaçış olduğu yorumuyla karşılaşabileceğinin
farkında. Ancak bunun yeterli bir açıklama olmadığını fısıldıyor içinden bir
ses. Kaçışı da – belki – kapsayan, kaçışı aşıp giden, bildiği tüm mantıksal temellendirmelerin
az daha ötesinde bir şeyi yaşamakta olduğunu anlıyor. Anladığının – henüz –
anlamsız olması ise kafa karıştırıcı elbette.
Dal ve metal örneğin. Değil düşünmeye, soluk almaya bile
izin vermeyen bir yoğunluğun arasına sıkıştırılmış on dakikalık çay ve sigara
molası için çıktığı binanın karşısındaki apartmanın demirlerine yaslandığında
tek arzusu biraz sessizlikti. Hava soğuk değildi ve ılık sayılabilecek hafif
bir esinti vardı. Sırtını az önce çıktığı binaya döndü, görmemek ve görünmemek
için. Sığındığı duvar dibini çevreleyen metalin rengine kaydı gözü ilkin ve
demirin renginin solgunluğu bir an için hüzünlendirdi onu. Derken yaprağını
epeyce önce yitirmiş, çıplaklığını ortadan kaldıracak mevsimin çıkıp gelmesine
henüz çok zaman olan o cılız dalın temasına kaydı gözü. Esintinin ritim verdiği
periyodik dokunuşlar. Yumuşak, ses vermeyen, inatçı küçük temasın yinelenmesine
bakarken, büyü desek küçümseyici bir tebessümle cevap vereceği bir kopuş
hissetti. Kütlesinden kurtulmuş da süzülüyormuş, bir şarkının ağır notalarının
esrikliğiyle gözleri kendiliğinden kapanıvermiş, metafizik anlamıyla bir ruhu
varmış da, o ruh kendisini ve bedenini ağırlaştıran her şeyden sıyrılmayı
başarıvermiş, dalı birkaç santim uzaklaştırıp ardından tekrar temasa iten rüzgâra tapınma arzusu veren bir iman duygusuyla doluvermiş gibi. Sona ermesin dileği
ağzının içinde dolanıp duruyor, sese dönüştü dönüşecek. An’ı uzatmak için her
şeyi yapabilir, bunu görüyor kendinde. Unutuşun içinde kayboluş. Kayboluşun içinde
unutuş. An’la sınırlı olduğunu bal gibi bildiği bir arınış. Kendisine canavar
düdüğü gibi gelen o metalik sesin canhıraş çınlamasıyla az sonra kopacak
sımsıkı bağlandığından. Şimdi bunu düşünemez, bir an sonra olacakla, hali
hazırda olan’ı bozamaz. İçeri girmesi gerektiğini haber verecek sesi
beklentisinden sıyrılıp içinde olduğunun içine olabildiğince girmesine izin
veriyor.
Kopuştan kopuş gerçekleşip de binaya doğru yürümeye
başladığında birkaç haftadır, farklı durumlarda ve tamamen alakasız nesneler
aracılığıyla yinelenen yaşantısının, nedenselliğe sıkı sıkıya bağlı zihnini
allak bullak edişinden haince bir keyif duyduğunu saklamıyor kendinden. Belediye
işçilerinin gözünden nasılsa kaçmış, kurumuş bir yaprağın önünden usulca
sürüklenişi, başını yasladığı otomobil camına yağmur damlalarının usulca
düşüşü, çayın buharının havaya karışıp az önce bir şeyken ardından hiç oluşu ve
şimdi de şu cılız dalın metale dokunuşu. Özü varoluşundan önce varlıklar’a
bakmanın verdiği o tümlenme duygusu. Kendi özünü teslim alan, aldığını dışındaki
varlıklarla yoğurup tekrar geri veren bir oluş hali.
Binanın kapısından girerken, kendiliğindenliğine müdahale
edemeyeceğini bildiği bu şeye – neydiyse artık o şey – ihtiyacı olduğunu
düşünüyor. Maratonuna kaldığı yerden
devam etmek için merdivenin basamaklarını tırmanmaya başlıyor ardından. Yoksa
nasıl dayanırım dayanmaya, diye mırıldandığını kuruyorum ben de tam o esnada.
Mey
13 Şubat 2016 Cumartesi
Köstebek…
Unuttum mu, unutuldum mu üstüne bir de, diye düşünürken,
arada bir gelen o hafif temas hazza benzedi benzeyecek bir duyguyu zihne
hafifçe zerk edip bir çuval inciri berbat ediyordu. Değil mi? Ama kendini ne
kadar tutarsan tut; tuttuğun, ikna olmaya meylinin avuçlarının arasından yitip
gitmesiyle oluşan boşluk oluyordu en nihayetinde. Beteri, dünya batıyordu
gözlerinin önünde. Batmakla kalmıyor bir yandan da alev almış, yanıyordu. Batıştan
geriye hafif bir esintiyle savrulacak küller kalacaktı, bu ayandı. Olanlar oluyorken,
gözlerini diktiğin avuçlarının boşluğuydu tüm endişen. Bundan utanman
gerektiğini söyleyen aklın sesi de yeterince huzursuzluk verici değildi. Nasılsa
her şey şimdiden ibaretti; şimdiyi geride bırakacak olan henüz gerçekleşmemişti.
O kadar da endişelenme, diye avutuyordun kendini. Var olan sadece şimdidir. Var
olmayanın da sadece şimdi denen şey olduğunu söylediğimizde, zamanın akıl -
dışılığı'na el sallıyoruz demektir, gibi cümleler kurup sahte bir rahatlamanın
seni kollarına almasına izin veriyordun. Dünya batıyordu oysa. Göstere göstere
batıyordu ve bir yandan da yanıyordu. Şanssızlık şuydu ki, kışın soğuğu dünyanın bir de alev almışlığının
kaygıya dönüşmesini erteliyordu. İnsan umut eşeleyen bir köstebekti senin
gözünde. Sen de köstebeklikte fena sayılmazdın. Hayata bir gün daha eklemeyi
mümkün kılacak umut parçacıklarını kazıp çıkaracağın yerlerin kokusunu almakta
da ustaydın, diş ve tırnakla çıkardığını bir an içinde kaybetmekte de. Belki de
dünya batmıyordur da, alt üst oluyordur sanını bir öngörü kabul ediyor; alt
üste dönüştüğünde herkese yetecek umudun görünür olacağı fikriyle avunuyor ve
avutuyordun çevrendekileri. Sözün bittiği yerlerdeki manevra kabiliyetin
tornistanını garanti altında tutuyordu. Kalbinin aynı sevda nesnesine dönüp
durmasının açıklaması da, dünyanın aslında batmıyor, yalnızca altı ile üstünün
mütemadiyen yer değiştiriyor olmasıydı sana kalırsa.
Oysa dünya batıyordu, avuçlarındaki boşluğu umursamadan; o
boşluğu dolduracak umudu günün birinde kazıp çıkaracağına inancını dert
etmeden, batıyordu.
İnsan hazzı arayan bir köstebekti ayrıca senin nezdinde. Ondandır
ki haz, kendini geriye çekip dönmeyecekmiş süsü verdiğinde kendine, sen de saflarına
çekiliyor, döneceğinden adın kadar eminken kendini dönmeyişe hazırlıyordun. Daha
büyük ve daha çok kaz. Elin boş dönmezdin avlanmaya çıktığında. Tırnakların kan
içinde, dişlerin kökünden sızlarken ganimetine bakıp bırakıp gitmiş gibi yapan
hazzın bulduğuna kayıtsız kalamayıp vakur bir edayla geri döneceğini bilmenin
güveniyle gülümserdin. Gelmesi geciktikçe sıkılır, sıkıldıkça saf zamanı
hissetmenin de az şey olmadığını kendine söyleyerek oyalanırdın. Sonra temas
gerçekleşirdi. Bir çuval inciri berbat etti çıkışmanın sahteliğini nereye
gizleyeceğini bilemeden kapıp koyuverirdin kendini. Dünyanın batış hızıyla
doğru orantılı artıyordu temasın verdiği hazzın miktarı. Üstünde olduğumuzun
altında kalacaksak günün birinde, birbirimizi bulmamız mümkün olmayabilir bir
daha kaygısı, olabilirdi hazzı verenle alanın, “ olabildiğince “ verme ve alma telaşının
altında yatan. Alanın da verenin de aslında rızaları yokmuş gibi durmaları
külliyen roldü; sahte olanı bilmenin ve anlayışla karşılamanın yatağında, med’in
cezire ve yine cezir’in de med’e sevdası boylu boyunca uzanması vardı.
Dünya hala batıyordu oysa. Alevlerini savurarak, önüne
çıkanı yakarak batıyordu. Kimsenin görmezden gelemeyeceği o batışı gözüne
gözüne soktuklarında bir an için korkuya kapılıyordun. Derken içindeki köstebek
cilveyle fısıldıyordu: Anka’sını doğuracak külü senden daha iyi kim bulabilir
ki, telaş etme. Etmiyordun…
Mey
5 Şubat 2016 Cuma
Patchwork...
Çatlak haksız, sızıntı yersizdi, dedim. Üşür gibi bir hali vardı. Sormadı. Anlatacaktım.
Söz'le tıkadım, diye sürdürdüm konuşmayı. Sordu:
Neyi?
İçime süzüldüğü o geçirgenliği, dedim cevap olarak. Baktı. Şaştı gibi de. Soru muydu, yoksa bıkkınlık mı belirsiz seslendi: Eeee?
Üstünü yamadım bir güzel, dedim. Hiç etkilenmedi. Sakince sordu, sorulması gerektiğinden:
Neyle?
Aklıma düşen her bir şarkıyla, dedim gülümseyerek. O da gülümsedi aklına o anda bir şarkı düşmüş gibi.
Sonra ne oldu, diye sordu.
Nicedir hiç üşümüyorum, dedim gururla. Baktı.
Soğuk oysa, dedi.
Soğuk, diye onayladım. Çok soğuktu...
Mey
Söz'le tıkadım, diye sürdürdüm konuşmayı. Sordu:
Neyi?
İçime süzüldüğü o geçirgenliği, dedim cevap olarak. Baktı. Şaştı gibi de. Soru muydu, yoksa bıkkınlık mı belirsiz seslendi: Eeee?
Üstünü yamadım bir güzel, dedim. Hiç etkilenmedi. Sakince sordu, sorulması gerektiğinden:
Neyle?
Aklıma düşen her bir şarkıyla, dedim gülümseyerek. O da gülümsedi aklına o anda bir şarkı düşmüş gibi.
Sonra ne oldu, diye sordu.
Nicedir hiç üşümüyorum, dedim gururla. Baktı.
Soğuk oysa, dedi.
Soğuk, diye onayladım. Çok soğuktu...
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)