Çünkü;
“ Hafıza titrek bir parmaktır…”
Veya
“ Yarınki yüzünü
artık tanımasam da adını bilmek ne büyük bir yüz karası…”
Isındı. Yaz diyorlar buna. Artık biliyor Biri. Günleri,
ayları bildiği gibi mevsimleri de öğrendi. Yazı pek sevmedi. Çocuğun
yokluğundan belki. Çocuk yok. Gitti. Çocuğun gidişi ve yaz başı yağmurları aynı
vakte denk gelerek; Biri’nin zamanını ince, tedirgin ve “ yokluk “ hissinin
anlamını kavramasına neden olan bir griye boyadı. Gri ve müziksizlik; çocuğun
sevdiği şarkıların eksikliği de cabasıydı. Kadın, kedi, yağmur, sevimsiz bir
sessizlik ve Biri kaldı geriye.
Yavaşlığı unutmayalım, diye hatırlatıyor kendine Biri. Yaz,
çocuğun ve müziğin yokluğunun yanı sıra birinin sıkıcı günlerini daha da
bunaltıcı kılan bir yavaşlığın peyda olması demekti. Kedi bile ağırlaşmış
sanki. Adımları, bir yerden başka bir yere geçişi, duyduğu sese yönelen
dikkatinin keskinleştirdiği bakışlarının hareketi yavaşlamıştı. Kadın desen,
ilkin müziği yavaşlattı. Ardından uyumayı, uyanmayı, masa başında geçirilen
saatleri, belki düşünmeyi de. Biri’nin varlığından haberdar oluşu ve buna
aldırmıyor görünüşünün akla yakın bir nedenini bulamamanın etkisiyle
huzursuzlanan Biri, yavaşlıktan haz etmedi. Varlığının bilincine vardığı ilk
günlerde cevap aradığı sorulara tekrar tekrar dönüşü bundandı. Sabırsızmışım
ben, diye düşündü. Kadının, kedinin, müziğin ve en çok da yağmurun ağırkanlılıklarını
tahammül edilmez buluyordu. Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından
ayıran o kapıdan can havliyle kendini atıp, çocuğun boş odasına sığınmaları
bundandı.
Olduğu haliyle oluş’unun failinin kadın olduğundan artık
emindi. Öfkesi, onu kadına şiddetle
çekerken bir yandan da olabildiğince uzak durmasını tembihleyen sağduyusu arasında
gidip gelen iradesi – iradi bir varlık, bundan da emin. Artık – onu zorluyordu.
Yükselen ve derhal sönen bir istenç. Kim olsa bundan bitap düşer, diye düşünüyor
ve ne olacaksa olsun diyeceği anın giderek yaklaşmakta olduğunu seziyordu. Gider,
kapısına dayanırım diyordu böyle anlarda. Kapısına dayanmak, deyim sadece tabii
burada diye de hatırlatmaktan alamıyordu kendine. Evet, nasıl mümkün olabilir
şimdilik bilmiyorum ama bana yaptığı şeyi yapmaya hakkı olmadığını anlamasını
sağlamadan hemen önce, yaptığı şeyi neden yaptığını ve benim gerçekte ne
olduğumu söylemek, anlatmak zorunda olduğunu yüzüne, tam yüzüne haykırıveririm.
Çocuğun odasına sığındığı saatler boyunca, monoloğunu bir diyalog gibi
kurgulamak ve böylece yavaşlığı dayanılır kılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Kendini,
kendin olmayan bir başkası gibi karşına alıp zihinsel bir konuşmayı sürümek ve
bunu hayatından giden günleri, ayları, hatta yılları hesaplamadan yapıp durmak;
varlığını boşluğa, hadi biraz abartalım, hiçliğe çekilen küreklere dönüştürmek…
Biri olmak. İşte, bu.
Yağmurlar bitip de sıcaklar başladığında, kendinde günlerini
o masanın başında geçiren kadının karşısına geçme cesaretini buldu Biri. Tam
karşısında durdu kısalmış günler ve kadın tarafından bilhassa uzatılan geceler
boyu. Sessizce ve monologdan bozma zihinsel diyaloğunun şiddetini artırarak
durdu. Kadın ne orada, tam karşısında, durduğunun ne de aralık vermeksizin
kendisiyle konuştuğunun farkında değil gibiydi. Beni kandıramazsın, diye
sesleniyordu kadına aslında sesi olmayan Biri. Varlığımın seni kaplamasına izin
vermeme adına bu aldırışsızlığın, biliyorum.
Küstahlaşma, cevabı kadından değil, Biri’nin zihninden çıkıp geliyordu
hemen.
Çok çok erkendi gözlerim açıldığında, diye yazdı kadın bir gece
defterine. Biri dikkat kesildi. Nihayet bir şey oluyor sezisi, soluğu varmış ve
aniden kesilmişçesine sarsılmasına neden oldu. Uyumuş muydum gerçekte, ondan
da emin değildim, diye devam etti. Daha gözlerimi açmadan, o keskin acının
orada durduğunu biliyordum. Somut, naçar ve doğallığından güçlü bir acı. İlkin nerede
olduğumu bilemedim. Bunu okuduğunda,
kendi varlığının farkına ilk vardığı günü anımsadı Biri. Umulmadık bir ortaklık
duygusu azalttı kadına öfkesini o an. Sadece o an. Anımsadı. Sempatiyi bir
kenara bırakıp, kadından gelecek cümleleri bekledi. Sonra hatırladım. Burnuma dolan
deniz kokusu, hatırladığımı unutmamı sağlar sandım. Hiçbir şey,
hatırlananı unutulur kılmaz, diye araya girmek istedi o an Biri. Kendini tuttu
ya, tutmasa da girebileceği bir ara’dan mahrum olduğunun pekâlâ farkındaydı. Sessizce
giyinip çıktım. Acıyı yorma fikriydi ayaklarıma bir parça güç veren. Sabah sakinliğindeydi
su. Kıpırtısız neredeyse. Attım kendimi suya. Gidebildiğince git, dedim
kendime. Kıyı görünür olmaktan çıkana, toprağın aldığını suyun verebileceğine
ikna olana kadar git, dedim. N’apıyor bu, diye sordu Biri. Hikayenin
ilerleyişinde içini soğutan bir şey vardı ve korkuya yakın bir duygu her
sözcükle çoğalıyordu. N’apıyor bu? Ağırlaştığımı fark ettiğimde durdum,
hafifçe çekildiğimi hissediyor, kendimi aşağı itiyor oluşumdan şüphe ediyordum.
Dönme vakti, dedim. Dön. Çekilme hissi bir an azalmadan kıyıya yüzdüm. Göğsümde
yabancı bir hareket. Kıpırtı aslında. Tam göğsümde. Nihayet ayaklarım zemine
değdi. Bedenimin yarısı suyun içinde. Göğsümde atan şey, yormak için
çabaladığım acı mı ola ki, sorusu aklımda. Yüzümde yersiz bir gülüş. Gözlerim göğsüme
kaydı. Gördüm. Bir şey atıyor. Bir şey çaresizce atıyor. Şaşkınlığım, sevince
dönüşecek içine herhangi bir şeyin girmesine izin vermeyecek kapalılıktaki
mayomun göğüs kısmını hafifçe sıyırdığımda. Açıyorum. Gümüş rengi. Büyük olmadığı
gibi küçük de sayılmaz. Görür görmez tanıyorum: göğümdeydi bunca zaman. Göğümden
göğsüme inen balığım. Orada kalamayacağının, kalırsa olamayacağının bilinciyle
çırpınıyor. Usulca tutup suya bırakıyorum. Ne anlatıyor bu, paniğinde
Biri. Dursun istiyor. Böyle kalsın her şey. Kalmayacak ama. Göğ’üm
bir hiçlik, göğsüm bir başka hiçlik. Yazmayı bırakıyor kadın. Kalkıp
göğün karanlığına bakıyor, bir eli göğsünde. Hiçliği hak etmeyendin, diye
fısıldıyor.
Başka sorusu olmayan Biri, usulca uzaklaşıyor…
Mey