Pincio'nun arka tarafında bir yerlerde ya da halihazırda Villa Borghese'de, aynı taş türünden yapılma iki lahit kapak çalılıkların arasında açık olarak duruyor. Herhangi bir maddi değerleri yok, orada öylece duruyorlar. Üstlerinde son bir hatıra bırakmak için bir zamanlar kendilerini taşa kopyalatmış bir çift var. Roma'da bu tarzda birçok lahit kapak görmek mümkün, ancak müze ya da kilisedekiler, sanki piknikteymiş ve iki bin yıl süren bir uykudan yeni uyanmış gibi görünen figürlerin bu ağaçların altında yarattıkları etkiyi oluşturamazlar.
Figür dirseklerine dayanarak uzanmış ve birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Aralarında eksik olan tek şey peynir, meyve ve şarap dolu bir sepet.
Kadının küçük buklelerden oluşan bir saçı var - her an saçlarını uykuya yatmadan önceki zamandan çıkarıp en son modaya uygun hale getirebilir. Birbirlerine gülümsüyorlar. Uzun, çok uzun bir gülümseme... Uzağa bakıyorsunuz. Onlar hala gülümsemeye devam ediyorlar.
Bu sadık, düzgün, sevgi dolu, burjuva bakış asırlarca sürmüş olup Eski Roma'dan gönderilerek bugün sizin bakışlarınızla buluşmaktadır.
Sizin önünüzde bile bunun sürmesine, bakışlarını uzağa çevirmemelerine veya gözlerini indirmemelerine şaşırmayın, bu onları heykelsi yapmaktan ziyade daha da insansı yapıyor...
Robert Musil
Türkçesi: Zuhal Kılıç Turanlı
30 Eylül 2015 Çarşamba
27 Eylül 2015 Pazar
Biri / Sonun Sonu…
Çünkü;
“ Hafıza titrek bir parmaktır…”
Veya
“ Yarınki yüzünü
artık tanımasam da adını bilmek ne büyük bir yüz karası…”
Isındı. Yaz diyorlar buna. Artık biliyor Biri. Günleri,
ayları bildiği gibi mevsimleri de öğrendi. Yazı pek sevmedi. Çocuğun
yokluğundan belki. Çocuk yok. Gitti. Çocuğun gidişi ve yaz başı yağmurları aynı
vakte denk gelerek; Biri’nin zamanını ince, tedirgin ve “ yokluk “ hissinin
anlamını kavramasına neden olan bir griye boyadı. Gri ve müziksizlik; çocuğun
sevdiği şarkıların eksikliği de cabasıydı. Kadın, kedi, yağmur, sevimsiz bir
sessizlik ve Biri kaldı geriye.
Yavaşlığı unutmayalım, diye hatırlatıyor kendine Biri. Yaz,
çocuğun ve müziğin yokluğunun yanı sıra birinin sıkıcı günlerini daha da
bunaltıcı kılan bir yavaşlığın peyda olması demekti. Kedi bile ağırlaşmış
sanki. Adımları, bir yerden başka bir yere geçişi, duyduğu sese yönelen
dikkatinin keskinleştirdiği bakışlarının hareketi yavaşlamıştı. Kadın desen,
ilkin müziği yavaşlattı. Ardından uyumayı, uyanmayı, masa başında geçirilen
saatleri, belki düşünmeyi de. Biri’nin varlığından haberdar oluşu ve buna
aldırmıyor görünüşünün akla yakın bir nedenini bulamamanın etkisiyle
huzursuzlanan Biri, yavaşlıktan haz etmedi. Varlığının bilincine vardığı ilk
günlerde cevap aradığı sorulara tekrar tekrar dönüşü bundandı. Sabırsızmışım
ben, diye düşündü. Kadının, kedinin, müziğin ve en çok da yağmurun ağırkanlılıklarını
tahammül edilmez buluyordu. Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından
ayıran o kapıdan can havliyle kendini atıp, çocuğun boş odasına sığınmaları
bundandı.
Olduğu haliyle oluş’unun failinin kadın olduğundan artık
emindi. Öfkesi, onu kadına şiddetle
çekerken bir yandan da olabildiğince uzak durmasını tembihleyen sağduyusu arasında
gidip gelen iradesi – iradi bir varlık, bundan da emin. Artık – onu zorluyordu.
Yükselen ve derhal sönen bir istenç. Kim olsa bundan bitap düşer, diye düşünüyor
ve ne olacaksa olsun diyeceği anın giderek yaklaşmakta olduğunu seziyordu. Gider,
kapısına dayanırım diyordu böyle anlarda. Kapısına dayanmak, deyim sadece tabii
burada diye de hatırlatmaktan alamıyordu kendine. Evet, nasıl mümkün olabilir
şimdilik bilmiyorum ama bana yaptığı şeyi yapmaya hakkı olmadığını anlamasını
sağlamadan hemen önce, yaptığı şeyi neden yaptığını ve benim gerçekte ne
olduğumu söylemek, anlatmak zorunda olduğunu yüzüne, tam yüzüne haykırıveririm.
Çocuğun odasına sığındığı saatler boyunca, monoloğunu bir diyalog gibi
kurgulamak ve böylece yavaşlığı dayanılır kılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Kendini,
kendin olmayan bir başkası gibi karşına alıp zihinsel bir konuşmayı sürümek ve
bunu hayatından giden günleri, ayları, hatta yılları hesaplamadan yapıp durmak;
varlığını boşluğa, hadi biraz abartalım, hiçliğe çekilen küreklere dönüştürmek…
Biri olmak. İşte, bu.
Yağmurlar bitip de sıcaklar başladığında, kendinde günlerini
o masanın başında geçiren kadının karşısına geçme cesaretini buldu Biri. Tam
karşısında durdu kısalmış günler ve kadın tarafından bilhassa uzatılan geceler
boyu. Sessizce ve monologdan bozma zihinsel diyaloğunun şiddetini artırarak
durdu. Kadın ne orada, tam karşısında, durduğunun ne de aralık vermeksizin
kendisiyle konuştuğunun farkında değil gibiydi. Beni kandıramazsın, diye
sesleniyordu kadına aslında sesi olmayan Biri. Varlığımın seni kaplamasına izin
vermeme adına bu aldırışsızlığın, biliyorum.
Küstahlaşma, cevabı kadından değil, Biri’nin zihninden çıkıp geliyordu
hemen.
Çok çok erkendi gözlerim açıldığında, diye yazdı kadın bir gece
defterine. Biri dikkat kesildi. Nihayet bir şey oluyor sezisi, soluğu varmış ve
aniden kesilmişçesine sarsılmasına neden oldu. Uyumuş muydum gerçekte, ondan
da emin değildim, diye devam etti. Daha gözlerimi açmadan, o keskin acının
orada durduğunu biliyordum. Somut, naçar ve doğallığından güçlü bir acı. İlkin nerede
olduğumu bilemedim. Bunu okuduğunda,
kendi varlığının farkına ilk vardığı günü anımsadı Biri. Umulmadık bir ortaklık
duygusu azalttı kadına öfkesini o an. Sadece o an. Anımsadı. Sempatiyi bir
kenara bırakıp, kadından gelecek cümleleri bekledi. Sonra hatırladım. Burnuma dolan
deniz kokusu, hatırladığımı unutmamı sağlar sandım. Hiçbir şey,
hatırlananı unutulur kılmaz, diye araya girmek istedi o an Biri. Kendini tuttu
ya, tutmasa da girebileceği bir ara’dan mahrum olduğunun pekâlâ farkındaydı. Sessizce
giyinip çıktım. Acıyı yorma fikriydi ayaklarıma bir parça güç veren. Sabah sakinliğindeydi
su. Kıpırtısız neredeyse. Attım kendimi suya. Gidebildiğince git, dedim
kendime. Kıyı görünür olmaktan çıkana, toprağın aldığını suyun verebileceğine
ikna olana kadar git, dedim. N’apıyor bu, diye sordu Biri. Hikayenin
ilerleyişinde içini soğutan bir şey vardı ve korkuya yakın bir duygu her
sözcükle çoğalıyordu. N’apıyor bu? Ağırlaştığımı fark ettiğimde durdum,
hafifçe çekildiğimi hissediyor, kendimi aşağı itiyor oluşumdan şüphe ediyordum.
Dönme vakti, dedim. Dön. Çekilme hissi bir an azalmadan kıyıya yüzdüm. Göğsümde
yabancı bir hareket. Kıpırtı aslında. Tam göğsümde. Nihayet ayaklarım zemine
değdi. Bedenimin yarısı suyun içinde. Göğsümde atan şey, yormak için
çabaladığım acı mı ola ki, sorusu aklımda. Yüzümde yersiz bir gülüş. Gözlerim göğsüme
kaydı. Gördüm. Bir şey atıyor. Bir şey çaresizce atıyor. Şaşkınlığım, sevince
dönüşecek içine herhangi bir şeyin girmesine izin vermeyecek kapalılıktaki
mayomun göğüs kısmını hafifçe sıyırdığımda. Açıyorum. Gümüş rengi. Büyük olmadığı
gibi küçük de sayılmaz. Görür görmez tanıyorum: göğümdeydi bunca zaman. Göğümden
göğsüme inen balığım. Orada kalamayacağının, kalırsa olamayacağının bilinciyle
çırpınıyor. Usulca tutup suya bırakıyorum. Ne anlatıyor bu, paniğinde
Biri. Dursun istiyor. Böyle kalsın her şey. Kalmayacak ama. Göğ’üm
bir hiçlik, göğsüm bir başka hiçlik. Yazmayı bırakıyor kadın. Kalkıp
göğün karanlığına bakıyor, bir eli göğsünde. Hiçliği hak etmeyendin, diye
fısıldıyor.
Başka sorusu olmayan Biri, usulca uzaklaşıyor…
Mey
23 Eylül 2015 Çarşamba
Hak Edilmiş..
Toprak, köklerinden
sımsıkı sarmış
kırmızı bir çiçeği.
Çiçek tutunmuş belli belirsiz neşesiyle
derinine toprağın.
Sertçe esse rüzgâr;
toprak biliyor
çiçek anlıyor: hak ediyoruz. Birbirimizi...
Mey
sımsıkı sarmış
kırmızı bir çiçeği.
Çiçek tutunmuş belli belirsiz neşesiyle
derinine toprağın.
Sertçe esse rüzgâr;
toprak biliyor
çiçek anlıyor: hak ediyoruz. Birbirimizi...
Mey
22 Eylül 2015 Salı
Belleğinde Yağmurun...
Nicedir
arzulanması engellenmiş bir arzunun
belleği yağmur.
Kapanmış ( sımsıkı ) bir zihne
hatırlatıyor:
Yarasını taşıyışının güzelliğineydi
ilk vurgun. Unutma, diyor.
Sonrası için,
şiddetini artırması gerekecek...
Mey
arzulanması engellenmiş bir arzunun
belleği yağmur.
Kapanmış ( sımsıkı ) bir zihne
hatırlatıyor:
Yarasını taşıyışının güzelliğineydi
ilk vurgun. Unutma, diyor.
Sonrası için,
şiddetini artırması gerekecek...
Mey
20 Eylül 2015 Pazar
Basit...
Basit bir açıklaması var
oluş'unun, dedim.
Zihnimde yerleşik,
kalbimde sabit.
Zamanın dışına çıkıncaya kadar onun içinde oluşumuza benziyor, dedi. Yine de bilemedim; nedir?
Zihnimde yerleşik,
kalbimde sabit, diye tekrar ettim.
Düşündü. Güldü. Ciddileşti ardından.
Basitmiş gerçekten de, dedi sonunda.
Basitti. Elbette.
Mey
oluş'unun, dedim.
Zihnimde yerleşik,
kalbimde sabit.
Zamanın dışına çıkıncaya kadar onun içinde oluşumuza benziyor, dedi. Yine de bilemedim; nedir?
Zihnimde yerleşik,
kalbimde sabit, diye tekrar ettim.
Düşündü. Güldü. Ciddileşti ardından.
Basitmiş gerçekten de, dedi sonunda.
Basitti. Elbette.
Mey
14 Eylül 2015 Pazartesi
Aşk’tandır…
Neden yaptığını hiç anlamadım, galiba hiç de anlayamayacağım
diyen sesle aydım içinde olduğum çokluğa. Konuşanı onaylayan baş sallamalar ve
mırıltılara uygun düşmemişti neyin anlaşılmadığını anlamamış bakışım. Konuşan İlham’dı
sanırım. Soruyu ona yöneltti bakışlarım ister istemez. İlham anlayışla
gülümsedi. Şu son yaptığı, diye başladı söze ama arkasını getirmesine en gel
olan bir şey varmış; o son yapılanı dillendirmenin, yüksek sesle söylemenin
uygun düşmeyeceğini, susması gerektiğini söyleyen bir güç varmış gibi sustu. Şaşkınlığıma
anlayışla yaklaşıyordu, orada bulunanların epeydir bildiği, benden özenle
saklanmış bir kabullenilmezliği yeni işitmiş olmamın bir parça anlayış
gerektirdiğini düşünüyor olmalıydı. Dostluğunun uzantısı olarak edinilmiş
dostlarıma baktım tek tek. Sen olsan, anlayacaksınız da ne olacak diyeceğin ve
muhtemelen saçma bulacağın meraklarıyla dalga geçeceğin dostlarımızın yüzüne. Sen
olmaya soyunmak olurdu, anlamanın zorunlu olmadığını söylemek. Yapmadım. Çok taze
bir şaşkınlık üzerimde, sahip olmaya hiç de hevesli olmadığım bu yeni bilgiyi
sindirmeye çalışıyordum daha çok.
Sana biraz benzediğinden İlham’a yöneltmiştim dikkatimi.
Sana biraz benzediğimden İlham’ın dikkati üzerimdeydi.
En son birlikte oturduğumuz, sahildeki o çay bahçesinden
bozma kendisini kafe diye nitelendiren yerdeydik. Her birimizle en az bir kez
geldiğin o yer işte. Hani, oturmaktan bunaldığında iki adımda denize vardığın,
upuzun kumsal boyunca yanındakinin kim olduğuna göre değişen uzun susmalar veya
soluksuz konuşmalar eşliğinde yürüdüğün o yer. Buluşmadan söz edilince,
kimsenin aklına başka bir yer gelmemişti.
Onu baştan uyarmıştı, diye söze girdi Koray. Sesindeki
öfkeyi işitsen gülerdin. Hepimiz biliyorduk bu uyarıyı: Teşhisin hemen
sonrasıydı. Adamı karşına almış, ne denli bir zor sürecin sizi beklemekte
olduğunu tane tane anlatmıştın. Ve özgürlüğünü önermiştin; bunları yaşamak,
bunlara katlanmak zorunda değilsin. İstemezsen anlarım, demiştin. Lafını bile
ettirmemişti adam. Elbette. Ortalık karışıyor yine. Hep bir ağızdan yapılan
yorumlar. Yorucu, takip edemiyorum. Sana ve bana sığınma arzusu bütün
yakıcılığıyla zorluyor dikkatimi toplamayı.
/ Aynı sokağa
taşındığımız yılın mayıs ayı. Senin evinin bahçesindeyiz. Altında oturduğumuz
erik ağacı mıydı yoksa o çok övündüğün kayısı mı? Neyse ne, diyorsun gülerek. Hep
gereksiz ayrıntılara takılırsın zaten. Köpekler yanı başımızda. Bana en düşkün
olanına dönüp, bak fıstık annen gelmiş diyorsun. Köpek başını getirip
dizlerimin üzerine yerleştiriyor. Beni, sevdiğin bir denklem türüne
benzettiğinden bahsediyorsun. Adı aklımdan uçup gidiyor daha sen söyler
söylemez denklemin. Beni hep tuhaf şeylere benzetiyorsun o ara. Seni hep tuhaf
şeylere benzetiyorum o ara. Sende olmayan ben, bende olmayan senin tamamladığı
bir şeylere. Adına iş denilen bir binada başlayan bir yakınlığın, bizi
evlerimizi taşımaya zorunlu hissettiren, yan yanalığı çoğaltmak için bahaneler
türetmede uzmanlaştıran bir şeye…/
Koray’ın öfkesini haklı buluyor insanlar. Herkes sahip
olduğu başka bir bilgiyi döküyor ortaya. Güçlüydü, diyor biri. Tedaviyi kaldırabiliyordu.
Küçülmese de ilerlemesi durmuştu. Ta ki, diye atılıyor bir başkası, belki
Mehmet. Telefonundaki mesajları yakalamışsın ilk. Bunu zaten biliyorum. Uzun uzun
anlatmıştın. Asıl kâbusunun o an başladığını da. Bunlar eski haberler. Bitireceğini
söylemiş, af dilemişti. İnanmıştın. Sevmediğin birine asla inanmadın ki. İkinci
kez mesajları gördüğünde, üstelik o mesajlarda sen daha henüz ölmeden o kadına
ölümünün ardından evlenebileceklerini yazdığını okuduğunda dünya başına
yıkılmamıştı bu kez. Gözünün yaşına bakmadı, diye araya giriyor İlham. Tek
celsede boşadı. Senin hatırına sevilmeye çalışılmış bir adama kızgınlık elle
tutulacak halde o anda.
/ Hayatımızdaki
erkekleri pek konuşmuyoruz. Ne gerek var? Oradalar ve gerektiği kadar
kalacaklar. Biliyoruz. İnsanı kederden öldürecek şeylere gülmeyi senden
öğreniyorum o sıra yeni yeni. Her bir aradalığımız, bu öğrenmenin unutulmayacak
dersleri gibi. Şiddetle hissetmekten ve tutkudan söz ediyorum sana sık sık.
Bunu da sen öğren istiyorum. Analizci zihninin, mantığının kalkanını kırabil
istiyorum. Duygu şapşalı ve fildişi kulenin dişi. İkimizi birden tanıyanların
hayrete düştükleri bir kopmazlık. Bahçedeyiz ve bunlardan hiç söz etmiyoruz. Bir
başka hal var o gün üzerinde. Kalın camlı gözlüklerinin ardına sakladığın yeşil
gözlerini gözlerime dikip uzun uzun, bir şeye karar vermeye çalışır gibi
bakıyorsun. Ne kıvranıyorsun, diye soruyorum. Gülüyorsun. Kederine güldüğünü
hemen anlıyorum. Anlat. /
Buraya kadar şaşılacak ne var? Bizim tanıdığımız ve
tanıdığımız haliyle sevdiğimiz o kaya kadar sağlam kadın işte. Altı ay ömrüm kaldıysa bu adam yüzünden üç
aya indi, dediğini anlatıyor biri. Bulantı yükseliyor senden bana doğru. Anlayamadıklarının,
anlamadıklarının bana hiçbir zaman söylemediğin için kendimi bir parça kırgın
hissettiğim şey olduğunu anlıyorum o anda: Ölmeden üç ay önce, bir an bile
düşünmeden boşadığın adamla yeniden evlenmiş olman. Yalnız ölmek istemediğinden
olabilirmiş. Öyle söylüyor Mehmet ama onaylamadığı, kendisinin affedemediğini
senin affetmiş olmanı aklının almadığı öyle belli ki. Tekrar evlenme kararını –
o adamla – yalnızca benimle paylaşmamış olmana da şaşıyorlar besbelli. Ben de
şaşırıyorum buna. İçerledim de sanırım. Teoriler masada uçuşurken aralarına
katılmamamın nedeni içerlemişliğim muhtemelen. İlham da sezmiş gibi bunu, gözü
sürekli üzerimde. Sen bir şey söylemedin, diye sesleniyor bana. Sana söylemiş
olmalı nedenini. Söylemedi işte, diye haykırmamak için denizden yana
çeviriyorum başımı.
/ Dün, diye
başlıyorsun. Dün’e verdiğin es uzuyor. Kararsız gibisin. Nasılsa söyleyeceksin
bakışımı fark edip gülüyorsun. Dün. Evet, dün? Kocanın adı çıkıyor ağzından. Sana
bir itirafta bulunduğunu söylüyorsun. Sesinde beklenmedik bir sevinç mi
seziyorum, gözlerin her zamankinden daha mı parlak. Meraktayım. Yavaşlığına da
sinir oluyorum ayrıca. Sabırsızlığımı fark edip daha da yavaşlıyorsun. Üzerine atlayacak
gibi olduğumu görünce, köpekleri işaret edip, fıstık anne filan dinlemezler
bana bir şey yaparsan diyorsun. Neşenin sahiciliği, yıllar sonra artık
olmadığın bir zamanda anımsadığımda, beni kahredecek. O anda bunu ne sen
biliyorsun ne de ben. Sonunda dökülüyorsun. En büyük hayalini anlatmış sana dün
gece. Dedi ki, diyorsun. Seni bir nedenden kaybedip, yeniden kazanmak için ne
gerekiyorsa yaparak, mücadeleyi ve seni kazanmanın hayalini kuruyorum sürekli. Bu
hayalin onu mutlu ettiğini anlatmış. Ne tuhaf adam, diyorsun gülerek. Tuhaf sensin,
diyorum karşılık olarak. Susuyoruz. Adamı anladığımı ve senin de bir gün
anlayacağını bildiğimi söylüyorum. Ardından eriklerin ne zaman olacağını
konuşmaya başlıyoruz…/
İlham ısrarcı. Hep öyleydi biliyorsun. Hiç anlamıyorum,
diyor tekrar. Anlayamamanın insana yapabilecekleri konusundaki hassasiyetime
oynuyor besbelli. Başımı denizden çevirmeden konuşuyorum: sana ne yapmış,
canını ne kadar yakmış olursa olsun, sevdiğine gitmeden düş’ünü vermektir bazen
aşk. Aşk’tandır. Bir an susuyorlar. Uğultu başlıyor derken, ben çoktan o erik
ağacının altındayım…
Mey
8 Eylül 2015 Salı
" Cehennet "
Kiminde yaramı - çok önce ondan -,
kiminde yarasını - çok önce benden -
öpüyor
aşkın delimtirek ağzı.
Acıyor. Dişimizi, yabancı bir hazla sıkıyoruz...
Mey
kiminde yarasını - çok önce benden -
öpüyor
aşkın delimtirek ağzı.
Acıyor. Dişimizi, yabancı bir hazla sıkıyoruz...
Mey
6 Eylül 2015 Pazar
4 Eylül 2015 Cuma
Su'ya ve Ateş'e Dair..
Alaz'a değse,
geri çekilmeyecek el'dik, dedi.
Ve gocunmadık ateşin, yanmayı utandıran,
kaçışından.
Gülmek ayıptı ya, güldük yine de.
Sonra sordu: Ayıp mı etmişiz ?
Boş ver, dedim. Nasılsa yağmur yağacaktı.
Anlamadı...
Mey
geri çekilmeyecek el'dik, dedi.
Ve gocunmadık ateşin, yanmayı utandıran,
kaçışından.
Gülmek ayıptı ya, güldük yine de.
Sonra sordu: Ayıp mı etmişiz ?
Boş ver, dedim. Nasılsa yağmur yağacaktı.
Anlamadı...
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)