İnsan kendi kendisiyle konuşmaya nasıl başlar? Günler var,
aklımdan çıkmıyor bu soru. İnsan kendi kendisiyle konuşmaya neden başlar veya
ne zaman başlar değil, nasıl başlar? Başlangıcın başlangıcı yoktur, diyen
filozofu imdada çağırsam da, bu anlamsız sorunun zihnimdeki işgalini sona
erdiremiyorum. İşgal çünkü olmadık bir anda; misal, kedinin tuvaletini temizler
veya keyifli bir sohbete daldığım arkadaşımın çayını tazeler ya da metro
kartına para yüklemek için girdiğim sıranın ilerlemesini beklerken aniden
bastıran, doğrusu, kendini dayatan sorudan bunalmışlığım, cevaba dair bir
umutsuzluktan çok cevaptan hoşlanmayacağım sezisinden kaynaklanıyor. Bunu biliyorum.
Kendine sorular sorup, cevap arama çabası değil sözünü
ettiğim; bunu hep ve herkes yapar değil mi, düşünmenin yöntemi olduğundan. Bu noktada
öznelliğe vurgu yapacak ya da nesnelliğin imkânından dem vuracak değilim. Gereksiz
olurdu. Tıpkı, ne zaman ve neden diye sormanın gereksizliği gibi. Aşikâr olanla
zaman yitirecek durumda değilim, şiddetli bir ihtiyacın nasıl giderilebileceği
sorununu aşmadan rahata kavuşamayacağım ortada.
Ayna fikri saçma, başım da hoş değil üstelik onlarla. Kendimle
konuşabilme ihtiyacının şiddetine karşın, monolog olduğu ayan bir söz grubunun
diyalog olduğuna ikna olabilecek denli aklım başımdan da gitmiş değil. Öyleyse?
Çaresiz durumda olduğumu söylüyorum kendime ama bu söylem arzunun ehlileşmesi
yönünde işe yarayacak gibi durmuyor. Çocuk avutur gibi oyalıyorum zihnimi
kitaplar, şarkılar, yağmurlar ve üzerinde saatler geçirdiğim yollarla. Kimi karşıma
alıp, konuşma ihtiyacının zihnimde yaktığı aleve küle çevirebilirim diye
düşünüyorum uzun uzun. Birkaç bardak
çay, bir iki kadeh içki, çokça sigara arasında uygun – içimdeki arzuyu doyurarak sakinleştirecek –
sözcükleri arayıp bulamayışın aptallaştırdığı suratımda, sersem bir sırıtışla
kalakalıyorum tüm girişimlerimde. Demek istediğimi tam olarak anlatamadığım
için, “ insan kendi kendisiyle konuşmaya nasıl başlar?” diye sorduğum dostların
verdiği ve hiçbir zaman sorunun tam karşılığı olmayan cevapları didikleyip
duruyorum geceler boyu.
Kendime söyleyebileceğim bunca önemli ne olabilir, sorusunun
cevabını bilmeyişim elimi kolumu bağlayan başka sıkılmışlığa dönüşüyor günlerin
hay huyu içinde. Suçu kâh dışımdaki dünyanın çirkinliğiyle beni bir tür cinnete
sürükleyeceğinden korkuma atıyorum, kâh umarsız durumlara karşı geliştirdiğim
cılız savunmanın her an yıkılabileceği endişesine. İftira ettiğimi bile bile
yapıyorum bunu üstelik. Utançla dikiyorum gözlerimi kedinin gözlerine ve türünün,
bizde olmayan, güçlü duyum kapasitesiyle, içimde neler olup bittiğini işitip
bana da anlatabileceği bir yolun varlığının düşünü kuruyorum. Gülüyorum tabii
sonra buna. Zevzekliğimle eğlenip, günlük işleri yapabilecek gücü sonuna dek
kullanıyor ve sonra yine kitaplar, şarkılar, yağmurlar ve üzerinde saatlerce
yürünecek yollardan imdat umuyorum.
Kendime yüksek sesle bir cümle kurma denememin hemen
ardından gelen gülme tepkisi, bu işi becerebilmenin benim için olanaksız
olduğunu yüzüme vuruyor. Yazmanın, yani kendime anlatmak istediğim her neyse,
bunları kâğıt üstünde bir diyaloga dönüştürmenin çare olabileceği fikrinin
naçarlığı daha ilk cümlelerde belirginleşiyor. Yine gülüyorum. Bir yerlerde bir
başka kendimin varlığı ve arzunun asıl nesnesinin o kendim olabileceği ihtimali
gibi fikirler zihnimde uçuşmaya başlayınca, korkuyorum. Kendimden, arzumdan, varlığı bir ihtimal olan diğer kendimden. Ve vazgeçmiyorum
sormaktan:
İnsan kendi kendiyle konuşmaya nasıl başlar?
Filozof haklıysa, başlangıcın başlangıcı yoktur, sonun da
sonu.
Saçmalama, dediğimi fark ediyorum bir sabah kahvaltı
sonrası. İnsan kendi kendisiyle konuşmaya böyle başlayamaz!
Sesime cevap veren sesimin ne denli yüksek çıktığını
şaşkınlıkla fark ediyorum o sıra. Ardından geçen saatleri saymak aklıma
gelmiyor…
Mey
Hakan Kamışoğlu