Bu yana bak, dedi. Çevir kafanı. Sesinde itaat ve merhamet talebinin birbirine
dolanıp; birinin diğerini bastırmaya çalıştığı bir karmaşa seziliyordu. Kaosa meylim,
yelkenleri suya indirmeme neden olacak gibiydi ama tam zamanında kendimi toplayıp,
omuz silktim. Omzumda gerçekleşen hareketin negatifliğinin kararımı
netleştireceğini düşünürken, bir yandan da onun omuzlarıma yönelmiş
bakışlarının beklenmedik bir hazza neden olduğunu gizlemek o anki durumun
zorunluluğuydu. Omuzlarımın güzel olduğunu biliyordum. Biliyordum da, şimdi
bunu onun da fark edeceğini düşünüp için için sevinmek neyin nesiydi böyle? Kendine
gel, diye uyardım omuzlarıma takılmış zihnimi.
Kendinde değilsin,
dediğini duyunca içimden silkindim. Bir de iç görüsüne hayranlık
çıkmasın başıma, diye düşündüm. O konuşmayı
sürdürüyordu. Tamam, kızgınsın biliyorum, diyen sesinde merhamet talebi öne
çıkmış gibiydi. Belki haklısın da ama böyle olmaz; dön konuşalım, diyen ise
itaati isteyen ve almaya kararlı olandı. Güzelliğin altını çizmek, onu kanıksamaya
dönüştürmenin en kolay yoludur; omuzlarıma kıpırdamama emri verdim. Sessizlik işimi
görürdü. Ya da görmezdi. Asla bilemezdiniz,
sessizliğinizin karşınızdakine anlatabileceklerini.
Susmak eskiden bir cevaptı, şimdi değil, dedi o sıra. Şimdi ikimizi
de sarmalayacak söz zamanı. Dön hadi, konuşalım. Söze hevesimi kullanacağı
kesin gibiydi gözüm de ya, yine de öfkelendim. Öfkemin yaptığına mı yoksa gerçek
bir söz vaadinin beni yoldan çıkarma ihtimalinin yüksekliğine mi olduğunu
bilmediğimin farkındaydım. Dişlerimi sıktım. Dayandım. Dayanamamanın, kendini tutamamanın büyük bir
işaret olduğuna inandığımı bildiğini bildiğimden, dayandım üstelik. Anlasındı bakalım. Dayanamadığınızın dayanamadığı
anın gelmesini beklemenin ağrısını anlasındı.
Sen bu değilsin, dedi. Sesindeki kaos onu da yoran bir hal
almıştı. Az kala dönüp; dönüştürdüğün şeyim, buyum işte diyecektim. Dönemedim. Omuzlarımın aldığı kıpırdama emrine
görülmemiş itaatine minnettardım. İyi ki sustum, iyi ki dönmedim ondan yana
diye düşündüm. Beni bir şeye dönüştürdüğü filan yoktu. Ne olma potansiyelini
içimde taşıyorsam ona doğru evrilişimin onun suçu olduğunu düşünmek de bunu
iddia etmek de haksızlık etmek olacaktı. Ona o anda pek çok şey yapabilirdim:
Canını yakabilir ya da hırslı dudaklarımı teninin herhangi bir yerine yapıştırabilirdim
ama haksızlık etmek? Olmazdı. Omuzlarımdaki şımarık kıpırdanış, dayanamama
ihtimalinin ilan edebileceklerinin olasılığı, öfkemin balonlaşmaya meyli beni
yoruyor, bahanesi bile yetmezdi kendimi bağışlamaya.
Şimdi eğilme zamanı, dediğini işittim. İkimiz için de. Sönmeye
yüz tutmuş balon havalandı yine. Eğilme zamanıymış! Hep büyük laflar ettin sen,
demek istedim dişlerimin arasından. Noktanın hemen ardından unuttuğun büyük
laflar! Demedim bir şey. Demeyecektim. Anlasındı
bakalım. Bir şey, tek bir şey söylesin diye beklenmiş zamanların denmemişlerin
satır aralarında bir zihni nasıl oradan oraya savurduğunu, anlasındı bakalım.
Susma, dedi. Emreden ve dilenenin gücüyle titredi altında
durduğumuz ağacın yaprakları. Yaprakların titreyişinin omuzlarımı andıran bir
yanı vardı o esnada. Kanmaya hazır, hatta arzulu. Uslu durun bakayım, diye
çıkıştım yapraklara ve omuzlarıma. Nasılsa anlayacak!
Neyi anlamalıyım, sorusuyla olduğum yerde sıçradım. Söyle neyi
anlamalıyım? Dilimin ucuna gelen sözcükleri yutma çabasına dalmışken ben; onların konuştuğunu işittim:
Susmak, diyordu titreyişlerine aldırmayan yapraklar,
hiçbir zaman, diye sözünü kesiyordu yaprakların, öfke
kılığına girmiş kırgınlığım,
bir, sözcüğü belli belirsiz çıkıyordu sözü özlemiş ağzımdan,
cevap olmadı, diye tamamlıyordu albenisinin farkında
omuzlarım. Bu yeterliydi. İkimiz için de...
Mey
Kylli Sparre