Portakalı yedim. Böyle olacağı belliydi. Tüm akşam, meyve
kâsesinin içinde tek başına, ama varlığını her an hissettirerek süzülüp
durmuştu. Birkaç gündür kimsenin dokunmadığı, oradalığını ve tekliğini fark
etmedi, nerdeyse pürüzsüz yüzeyinden yayılan varlığını bir arzu nesnesine
dönüştürmediği portakal, o akşam gözüme görünür olmuştu. Tüm akşam boyunca
aklımdaydı, mutfağa gidip elimi uzatsam yeterdi. Gerisi bir meyve bıçağına
kalacaktı. Ama tek kalmıştı, evdekilerden birinin de isteyebileceği kadar tek.
Bütün akşam bekledim, uzanacak biri çıkacak mıydı, iştahla kavrayıp meyve
bıçağını çekmeceden çıkarırken “Portakal yer misiniz?” diye seslenecek, aksini
umarak “paylaşabilirim” diyecek biri olacak mı diye bekledim. Kimseden ses
çıkmadı. Bunu ben de yapabilir, meyve bıçağı için çekmeceye uzanırken
seslenebilirdim içeridekilere. Yapmadım. Uykusu gelecekti eninde sonunda her
birinin. Akşam uzadı, her zamankinden biraz fazla. Aklımda bitmesi gereken bir
dolu işin listesini evirip çevirdim, canımı sıkan bir film izledim, tükenişini
ertelemek için az az okuduğum bir romanın sayfalarında oyalandım, çay yerine
kahve demlemek akşamı bir an önce defetmek için cılız bir çaba gibiydi. Gün
indi mi, çay içilir oysa kahve değil. Kahve aydınlığın yarenliğinde iyi gider.
Kabuğun altından ne çıkacağından emin olmadığın tüm şeyler gibi portakal da
çekiciliğini gizeminden alıyor. Kabuk, beklentiyi iştahlandırır. İştahı
beklentiyle azdırır. İşin içine kurgu da girerse olabilir olan olması gerekene
dönüşür. Düş kırıklığının suçunu kabuğa atabilme olanağı güvende hissetme
yanılsamasını hazırda tutar. Kabuklu şeyleri sevmeyiz, kabuklu şeyleri tam da
bu yüzden severiz.
Portakaldan beklentim büyüktü. Sulu ve tatlı diye
varsaymıştım. İçimde bir yangın varmış da portakalın suyu çenemden akarken,
ateşi ehlileştirmek sonunda mümkün olacakmış gibi geliyordu. Akıllı uslu yersen
neden çenenden yapış yapış su insin ki? Kabuğu soymayacaktım, bunu biliyordum.
Dik tutup dörde bölecek, az önce çeşmenin altında soğuttuğum kabuğunu
kendiliğinden bir kaba dönüştürecektim. Dikey kesilmişi yatay tutacak, posası
kalana kadar suyunu içime çekecektim. Sıra posaya geldiğinde dişlerimi takıp
bir ucundan diğer uca kadar sıyıracak ve uzun uzun çiğneyecektim. Bunu her bir
parça için tekrarlayacaktım. Bu fikrin heyecan verici olmasının, uzun zamandır
başka bir şey için böyle bir heyecan duymamış olmayı, şimdilik düşünmemeliydim.
Zavallılık anısı istediğim bir zaman için köşede tutmanın sakıncası yoktu.
Bekledim. Beklemeyi severim. Beklerken büyüyen şeyler kadar
küçülen şeyleri izlemeyi de. Bir şeyler büyür, gözünü dikip bakarsın. Nasıl da
uzuyor ve genişliyor. Genişliyor ve uzuyor. Uzayan ve genişleyen şeylerin
içinde bir şeyler küçülmeye başlar. Önce fark ettirmez azalış kendini.
Genişleyen ve uzayan şeylere odaklanmışken daha az yer kaplamaya başlayanları
ayırt etmenin de başladığı bir an gelir. O anda çoğalan ve azalan kendini
apaçık sunmuşken sana, işte tam o anda beklemeyi bildiğin için beklemeyi
sevmenin zorundalığı nefesini keser. Yeterince beklersen çoğalırken azalırsın.
Yarın birinin soracağı tutabilir: “Burada bir portakal
vardı, kim yedi?” Bu gece sorulması gereken sorunun yarın sorulmasının soranda
da sorulanda da gereksizlik hissinden başka bir getirisi olmayacaktır. Gece
gece gözüme takıldı, canım çekti. Paylaşacak kimse de yoktu ortalıkta.
Portakalı yedim. O kadar. Konu kapanmıştır. Hiç fena değil. Bu faslı kapatalım.
El ayak çekilince hemen mutfağın yolunu tutmadım. Uzatmayı
severim. Meseleleri, duyguyu, özlemi, tartışmayı, zevke varacak yolu. Birkaç
sayfa daha okudum, birbirine girmiş örgü iplerimi düzenledim, yarım bıraktığım işlere
bakındım. Birkaç sigara tüttürdüm. Zamanın geldiğini söyleyecek sesi bekledim.
Söylemiştim, beklemeyi severim.
Akşam boyunca zihnimde dolanan kurgudan bir dirhem taviz
vermedim, harekete geçme zamanı gelince. Çeşmenin altında uzun uzun yıkadım
ovuşturarak. Meyve bıçağını elimde tarttım. Yaprağından koparıldığı kısmı üste
gelecek şekilde tutup haşin bir bıçak darbesiyle başladım işe, haşin deyince
bana bir gülme geliyor ama o başka bir hikâye. Önce ikiye, sonra dörde. Yarım
ay gibi görünüyor parçalar bir tarafından bakınca. Anneannem “somurmak” derdi.
“Portakalı öyle somurma çocuğum, ayıp!”
Sulu ve tatlı. Memnunum. Çenemde yapışkan tatlılık. Buna da
memnunum. Az daha yıkamayacağım, kalsın öyle. Dudaklarımda hafif bir sızı,
asitten. O sızıyı sevdim, sevdiğin kitaplardan söz eden bir kitap okumak
gibiydi. Sevinçli sızı.
Portakalı yedim. Böyle olacağı belliydi. Genişleyen ve
uzayan şeylerin içinde azalana bakmanın sızlattığı gözlerimi ovuştura ovuştura
uyumaya gidebilirdim. Gitmedim, biraz daha sızlasın.
Mey