“ Ben rastgele bir kederliyim.”
E. M. Cioran
Her şeyi bıraktım. Her şeyi bir bir bırakırken, boşluk beni
yutmasın diye tutunacak başka “her şey” yaratma çabasına girecek gibi olduysam
da – bunun naçar kalacağını bildiğimden- tutunmasam da olur, dedim. Uçurum da
sana bakacaksa ne gam! Uçurumun kimseye – gözünü dikip şöyle – bakmayacağı
içime doğuyordu, bilmezden geldim. Temaşa olasılığı iç gıcıklayıcıydı,
olasılığı sezgiye tercih ettim.
H A Fİ F L E M E A R Z U S U
Yerim dardı. Göğsümü sarmalayan kafes küçük, zihnim çer çöple
dolu, dilim laf salatası karmaşasıyla tıklım tıkıştı. Çokluktan yokluk,
varsayımdan bilgi, söz’den samimiymiş gibi görünen hissiyat üretme yetisi
yüzünden ıvır zıvırla doldurmuştum kendimi. Yer aç, dedim. Yer aç, nefes
alamıyorum. Eteğimdeki taşları bıraka bıraka yürüyecektim. Yolu yoktu. Uçurum size
bakmıyorsa gerçekte, ha kendinizi atmışsınız ha kirli çıkınızı boşaltmışsınız. Fark
etmezdi, değil mi?
B O Ş A L T M A N I N
T R A J İ K O M E D İ S İ
İlkin söz’ü bırakırım sandımsa da atık, “an”lar oldu. An,
söz’den ağırmış meğer. Bir yaprağın savruluşu, o damlanın saça konuşu, rüzgârın
tene değişi, sokağa düşmüş ağaç gölgesi, kıyıya vuran suyun mırıltısı, bir
cümlenin seni kilitleyişi, uzun süren bilememe halinin aniden çözülüp dağılışı,
göğsünde bir sıkışma sonra patlayacak gibi hadsiz o genişleme, soluğunun kesilişi,
çığlığın boğazına düğümlenişi, rüyanın uykuya mıhlayışı, bir temasın zihnine
çentik atması. Hepsini bir kalemde bıraktım. Hafifledim mi? Eh, biraz. Yine de
hala ağır sayılırdım; var’ın yerine yok koyulamayacağını bildiğimden boş’a
sarıldım.
A N ‘D A N S O N R
A A Ç I L A N Y E R
Çift aşamalı temizliği -
önce yağ bazlı, ardından su bazlı – öğrendim. Sonra toner ve esansı.
Ardından çeşit çeşit seruma döktüm cüzdanımda ne varsa. Daha ileri gitme, dedim
kendime. Ama duracak gibi değildim. Doğal kozmetik yapma kursuna yazıldım.
Çevrimiçi derslerde kameramı kapatıp hikâye okudum. Sınavı geçip, sertifika
aldım. Eeee, bir şey yap madem, dediler. Avokado çekirdeklerinden yağ yapıp
sağa sola dağıttım. Yüzünüze sürün, saç diplerinize de iyi gelir bilgisini
ekledim. Yağ meselesi çok da idare etmedi gerçekte. Yerim hala dardı.
D A H A B O Ş’
A D O Ğ R U
Yer açmak şarttı. Söz’den kurtulurum bu sefer artık diye
düşünürken zaman girdi devreye. Zamanı atmak, atıp ondan kurtulmak kolay değildi.
Zamandan kurtulmak; önce’den, şimdi’den, sonra’dan kurtulmak bir hayli
hırpalayacaktı, belliydi. Ne sonraydı, hangisi önce olmuştu, şimdi neler oluyor
derken bir boğuşmadır başladı. Zamanla ilgili her ölçüye sıkı sıkı tutunmayı
çare bildim. Çizelgeler, zaman planlamaları yaptım alt dudağımı kemire kemire.
“ S A D E C E B İ Ç
İ M L E R İ N P A R O D İ S İ N D
E Y A Ş A Y I P G İ T M E K”
Bir tuhafiyenin önünden geçiyordum. Rengârenk ipler yığılmış
kapının önündeki sepetlere, içerisi şenlik yeri gibi. Bir dolu kadın. İpler,
düğmeler, boyalar, adlarını bilmediğim bir dolu malzeme. Dürtülüyordum. Acaba,
dedim. Acaba mı? Elime almışlığım yoktu örgü şişi, örgü ipi filan. Nasıl yapılır,
onu da bilmem. Olur mu, dedim. Olur dedim, girdim içeri. Çok renk var. Attığım,
boşalttığım, boşaltmayı arzuladığım her şeye karşılık gelecek bir dolu renk.
Tek tek dokundum yün, penye, merserize iplere. İp seçen kadınlara verdim
dikkatimi. Bir ikisini gözüme kestirip neye el attılarsa ona uzandım. İplerin kalınlığı,
yumuşaklığı, şişlerin numaraları varmış. Elime geçeni attım sepete. Gülüyorum
kendime içten içe. Kız ne yapıyorsun, sen ne anlarsın, ne becerebilirsin?
Eve koştum. Döktüm yere ipleri ve diğer malzemeleri. Karşılarına
geçip uzun uzun izledim onları ve ellerimi. Söz akıtan eller, bunlarla ne
akıtır diye sordum. Ne şiş tutmayı bilirsin, ne ilmek atmayı ne de gerisini
getirmeyi.
Yazıp silmeyi bilirdim. Farkı yok, dedim. Örüp sökersin.
Penelophe geldi aklıma. Anımsayışın ve unutuşun tülünün kadını. Özendim tabi.
Özen, inadı getirdi. İnat hırsı, hırs unutuşu, unutuş parodiyi…
N İ Y E T İ İ Y İ D
E N İ Y İ Y E B O Z M A K
Sıra söz’e gelmiştir artık umuduyla bakınınca sağa sola, müziğin
yittiğini gördüm şaşarak. Zihnimin durmaksızın söylediği şarkılar gitti,
şarkıların beni boyadığı renkler soldu. Umursamadım. Şarkısız ve renksiz de
olurdu. Boş’a koşuşumu sürdürdüm.
Y Ü Z E Y S A R H
O Ş L U Ğ U
“Şeylerin kendisinden değil, şeylere yüklediğin anlamdan”
söz eden Stoacı bakışı tersine çevirip eşyaya döndüm yüzümü. Eşyanın kendisine.
Düzenli AVM ziyaretleri, markalar, indirim takipleri, kullanıcı yorumları,
biter bitmez akıldan silinip giden filmler, parfümler, ayakkabı ve çantalar.
Kadınlardan gelecek iltifatları kovalamalar. Neredeyse başarmıştım.
P A R I L T I L I B
U D A L A L I K
Ruhsal yönden yoksullaşanlar kendi cennetleri olan o cehenneme
sevinçle dalarlar, diye yazmış Adorno Minima
Moralia’da. “Parıltılı budalalık”
diyor buna. Yakında okudum. Okurken, “Aaaa, ben buyum” demekten kendimi
alamadım. Arka sayfada beni güldüren ifade: Tat
Twam Asi: Sen busun!
İtiraf et, dedim sonra. Boş, yüzey diye tutturuyorsun ama
hala seni gerçekten söz gülümsetebiliyor. Neden itiraf edecekmişim? Etmedim
tabi. Yerim dar.
MEY