Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Nietzsche
İnsanlar hikâyeleri olsun isterler, bir hikâyeye sahip
olmanın boşunalık duygusuna birebir olduğunu içten içe sezerler çünkü. Yatma
vakti geldi yatağa uzandın, delik deşik uyudun, uyandın, bir önceki ile
neredeyse birebir aynı yolu izleyecek başka bir güne daha başlayacaksın.
Düşünmeyeceksin – düşünsen zor çünkü günü sürdürmek – eyleyecek, dişe dokunur
bir şey söylemesen de dillenecek, işitecek, devinecek, günlük endişelerin
peşine düşecek ve o yatağa geri döneceksin. Gördün mü? Boş! Hikâye arzusu
burada devreye girer. Kısa, uzun, benzersiz, sıradan gibi görünse de aslında
derin, kabuklaşmış bir yaranın altına gömülmüş, sizi sokakta yanınızdan geçen
anlamını yitirmiş yüzlerden farklı kılan, yaşanmışlıklarım var diyebilmenizi
olanaklı hale getiren, yüzünüze yalnızca sizin görebildiğiniz ince bir çizgi
eklemiş, küçük – büyük fark etmez ama iyi bir hikâye.
Arayıştan önce fark ediş gelir. Tek tük gözüne çarpmaya
başlar hikâyeler. Kimini seversin kiminde için burkulur, olmaz olsun böylesi
dediklerini görebilmen uzun bir süre gerektirir. Onda var, bende yok! Şunda da
var, e benim neden yok! Fark ediş, elinden bırakamadığın saçma bir oyun gibi
daha fazlasını fark etme çabasını getirir beraberinde. Bölümü – level atlama da
diyorlar buna - geçme! Daha iyisi, daha uzunu, dur bakalım daha kısa ama soluk
kesici olan da var. Türlüsü, rengi, kokusu, bıraktığı izi ile benliğinde
kazıntı hissini başlatmıştır bile. Ama bende yok! Açlık hissinin yarattığı
etkiye benzer. Sıralama aynı:
İhtiyaç – dürtü – güdü –
davranış – doyum ( ? )
Son basamak öyle kolay gelmez. Doyum olmazsa süreç başa
döner. Sonsuz bir bengidönüş açlığı azdırır. Biliyorum. Öğrendim çünkü. Şimdi benim
söylemine bilimsel kavramlar ekleyerek satışı garantilemeyi amaçlayan bir
satıcı olduğumu düşünmeye başladınız. Haksız sayılmazsınız ama çok da haklı
değilsiniz.
Haddinden fazla hikâyem vardı. Ki bu beni hikâyesiz birine
denk kılıyordu. Elbette bu denkliği fark etmem çok uzun sürdü. Zihin değil
Çıfıt çarşısı. Ne yana düşünsem başka bir hikâyeye çarpıyordu zihnim. Sonrası
kilitleniş. Yaşamayı dışarıda bırakan bir kilitlenişten söz ediyorum burada,
ciddiye alın! Gereksiz çokluk ve yokluk aynı şeymiş demek. Yoksullar içinde
tuhaf bir varsıllık ki beni diğerlerinin arasından çekip farkında olmadığım bir
verme arzusunun peşine düşürüyordu. Onda yok, şunda yok, bunda da yok. Bende
çok. Hikâyesizleri görmemle hikâyesizlerin de beni görmelerini beklerdim ama
ruhları bile duymamıştı. Şurada, eli kolu, cepleri, dilleri, zihni hikâye taşan
biri var demediler, kendi boşunalıklarına yansalar da yanmasalar da fark
etmediler. Bu körlük başlangıçta canımı çok sıksa, şaşırmama, hayret etmeme
neden olsa da, dedim ya hayatımın cömert olma aşamasındaydım ve paylaşmaya
çoktan hazırdım. Sonuçta hikâyeleri yazıp sağa sola saçmaya başladım ki ihtiyacı
olan bulsun ya da hikâyeler gereksinimi olana yapışsın. Çok ilginç! Bulunan
veya bulan olmadı. Çaresiz hissettim tabi, anlamaya çalışmak çok olanın daha da
çoğalmasından başka bir sonuç vermedi. Sorun insanlarda değil de hikâyelerde
miydi, telaşına düşmem olay örgüsünün gereğiydi. Bu çok zor, çoğun umut kırıcı,
şüphenin rahatsız edici sularında yüzmeyi gerektiren çaba yıllarımı aldı desem
yanlış olmaz. Her birine tek tek bakmak, bu gerçekten bir hikâye mi sorusunu
kaçınılmaz biçimde sormak; nelik, kaynak, sınır, ölçü sorunlarıyla boğuşmak
derken işin içinden çıkamayacağımı düşünecek gibiydim. Düşünmedim ama. Hikâyesizlerin
bir hikâyeyi tanıma ve kendisine sunulduğunda alma konusunda yetersiz ve
beceriksiz olduklarını iddia etmek gibi kolaycı bir yol da seçmedim. İnsan
doğasına gitmeyi akıl etmem kardeşimin tamamen bu bağlamın dışında kurduğu bir
cümlenin sonucunda akıl edebildiğim bir şey oldu. “ Veriyorsun almıyorlar, illa
elini ceplerine atacaksın o zaman kıymete biniyor verdiğin” demişti tümüyle
sorunumla ilgisi olmayan sıradan bir konudan söz ederken. O an aydım ama
kabullenmek zor oldu. Hikâyeler nesne miydi ki? Nesneydi, değildi derken epey
bir zaman daha geçti. Çare, hikâyelerimden birinden geldi: Özneye dönmek.
Özneden çıkar oysa hikâye değil mi, çıkışı varış yapmak, demek ki deva. Parlak
bir fikir gibi görünen bu klişe, kendi sorunlarını da beraberinde getirdi
elbette. Aksi olsa şaşardım! Kendisi çıkış yapılacak özne ile varılacak öznenin
aynı özne olması şart mıydı, örneğin? Birinden çıkıp diğerine varmaya kalksam
genel bir “insanlık durumu” yaratmış mı olacaktım yani? Varmaya değer özne
hangisidir, gibi sorulmaması gereken sorular da varmış meğer. Bir yerde “ Ah!”
diyecektim, bu kaçınılmazdı. Ah! Oysa “ an” demeli insan. Çıkmak ve varmak söz
konusu olduğunda ise “an”ın ne denli uzun bir süreyi içine alabileceğinin
öğrenimi için yaşım geçkince gibi geliyordu bana. Ah ve an ikileminde, çıkmak
ve varmak arasında bellemek ve unutmak duruyordu. Her ikisinde de iyi değildim,
hikâyelerimi bilenler bilir. Berbattım. Bellerken de bellediğimi unutmaya
çabalarken de. Bundandır ki an ve ah’ın birbirine girdiği o umutsuz yaşamalarda
“ biri olsa” diyordum – ki umut arayışıydı – “ birisi olsa ve şuradan bir hikâyeyi
şartsız pazarlıksız kendinin kılsa”. Bir birisi bile yok muydu, diye soracak
olan olursa yok’la hiç’in özdeş olmadığını söyleyecek dermanım yoktu. Kimseyi kandıramayınca
kendini kandırıyor insan.
Hikâye iyilik midir? Bir hikâye ile iyilik özdeş olabilir
mi? Denize atılmış iyilikler gibi, ardı sıra ne olduğunu, ne olacağını, kime
varacağını dert etmeksizin bırakılabilir mi hikâyesizlerin geçeceği yol
üzerlerine?
Düşünmeden evetlediğim
ve sonrasında da evetlemekte tereddüt etmeyeceğim sorular sormaktan vazgeçerek
tasarruf edeceğime inandığımdan neyim var neyim yok döktüm denizlere. Kıyıya vuranlar,
dibe çökenler, bir düşün orta yerine yapışanlar, balıklara yem olanlar,
balıkların midesinden insan sofralarına meze duranlar. Hepsi benden, hepsi
bende.
Geçerken duraklayıp bakacak gibi olanlar için hazırda söz: “
nasıl bir şey bakmıştınız?”
Mey