19 Mayıs 2022 Perşembe

HİKÂYESİZLERE HİKÂYE

 


                                                        Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.

                                                                                                    Nietzsche

İnsanlar hikâyeleri olsun isterler, bir hikâyeye sahip olmanın boşunalık duygusuna birebir olduğunu içten içe sezerler çünkü. Yatma vakti geldi yatağa uzandın, delik deşik uyudun, uyandın, bir önceki ile neredeyse birebir aynı yolu izleyecek başka bir güne daha başlayacaksın. Düşünmeyeceksin – düşünsen zor çünkü günü sürdürmek – eyleyecek, dişe dokunur bir şey söylemesen de dillenecek, işitecek, devinecek, günlük endişelerin peşine düşecek ve o yatağa geri döneceksin. Gördün mü? Boş! Hikâye arzusu burada devreye girer. Kısa, uzun, benzersiz, sıradan gibi görünse de aslında derin, kabuklaşmış bir yaranın altına gömülmüş, sizi sokakta yanınızdan geçen anlamını yitirmiş yüzlerden farklı kılan, yaşanmışlıklarım var diyebilmenizi olanaklı hale getiren, yüzünüze yalnızca sizin görebildiğiniz ince bir çizgi eklemiş, küçük – büyük fark etmez ama iyi bir hikâye.

Arayıştan önce fark ediş gelir. Tek tük gözüne çarpmaya başlar hikâyeler. Kimini seversin kiminde için burkulur, olmaz olsun böylesi dediklerini görebilmen uzun bir süre gerektirir. Onda var, bende yok! Şunda da var, e benim neden yok! Fark ediş, elinden bırakamadığın saçma bir oyun gibi daha fazlasını fark etme çabasını getirir beraberinde. Bölümü – level atlama da diyorlar buna - geçme! Daha iyisi, daha uzunu, dur bakalım daha kısa ama soluk kesici olan da var. Türlüsü, rengi, kokusu, bıraktığı izi ile benliğinde kazıntı hissini başlatmıştır bile. Ama bende yok! Açlık hissinin yarattığı etkiye benzer. Sıralama aynı:    

                                       

İhtiyaç – dürtü – güdü – davranış – doyum ( ? )

 

Son basamak öyle kolay gelmez. Doyum olmazsa süreç başa döner. Sonsuz bir bengidönüş açlığı azdırır.  Biliyorum. Öğrendim çünkü. Şimdi benim söylemine bilimsel kavramlar ekleyerek satışı garantilemeyi amaçlayan bir satıcı olduğumu düşünmeye başladınız. Haksız sayılmazsınız ama çok da haklı değilsiniz.  

 

Haddinden fazla hikâyem vardı. Ki bu beni hikâyesiz birine denk kılıyordu. Elbette bu denkliği fark etmem çok uzun sürdü. Zihin değil Çıfıt çarşısı. Ne yana düşünsem başka bir hikâyeye çarpıyordu zihnim. Sonrası kilitleniş. Yaşamayı dışarıda bırakan bir kilitlenişten söz ediyorum burada, ciddiye alın! Gereksiz çokluk ve yokluk aynı şeymiş demek. Yoksullar içinde tuhaf bir varsıllık ki beni diğerlerinin arasından çekip farkında olmadığım bir verme arzusunun peşine düşürüyordu. Onda yok, şunda yok, bunda da yok. Bende çok. Hikâyesizleri görmemle hikâyesizlerin de beni görmelerini beklerdim ama ruhları bile duymamıştı. Şurada, eli kolu, cepleri, dilleri, zihni hikâye taşan biri var demediler, kendi boşunalıklarına yansalar da yanmasalar da fark etmediler. Bu körlük başlangıçta canımı çok sıksa, şaşırmama, hayret etmeme neden olsa da, dedim ya hayatımın cömert olma aşamasındaydım ve paylaşmaya çoktan hazırdım. Sonuçta hikâyeleri yazıp sağa sola saçmaya başladım ki ihtiyacı olan bulsun ya da hikâyeler gereksinimi olana yapışsın. Çok ilginç! Bulunan veya bulan olmadı. Çaresiz hissettim tabi, anlamaya çalışmak çok olanın daha da çoğalmasından başka bir sonuç vermedi. Sorun insanlarda değil de hikâyelerde miydi, telaşına düşmem olay örgüsünün gereğiydi. Bu çok zor, çoğun umut kırıcı, şüphenin rahatsız edici sularında yüzmeyi gerektiren çaba yıllarımı aldı desem yanlış olmaz. Her birine tek tek bakmak, bu gerçekten bir hikâye mi sorusunu kaçınılmaz biçimde sormak; nelik, kaynak, sınır, ölçü sorunlarıyla boğuşmak derken işin içinden çıkamayacağımı düşünecek gibiydim. Düşünmedim ama. Hikâyesizlerin bir hikâyeyi tanıma ve kendisine sunulduğunda alma konusunda yetersiz ve beceriksiz olduklarını iddia etmek gibi kolaycı bir yol da seçmedim. İnsan doğasına gitmeyi akıl etmem kardeşimin tamamen bu bağlamın dışında kurduğu bir cümlenin sonucunda akıl edebildiğim bir şey oldu. “ Veriyorsun almıyorlar, illa elini ceplerine atacaksın o zaman kıymete biniyor verdiğin” demişti tümüyle sorunumla ilgisi olmayan sıradan bir konudan söz ederken. O an aydım ama kabullenmek zor oldu. Hikâyeler nesne miydi ki? Nesneydi, değildi derken epey bir zaman daha geçti. Çare, hikâyelerimden birinden geldi: Özneye dönmek. Özneden çıkar oysa hikâye değil mi, çıkışı varış yapmak, demek ki deva. Parlak bir fikir gibi görünen bu klişe, kendi sorunlarını da beraberinde getirdi elbette. Aksi olsa şaşardım! Kendisi çıkış yapılacak özne ile varılacak öznenin aynı özne olması şart mıydı, örneğin? Birinden çıkıp diğerine varmaya kalksam genel bir “insanlık durumu” yaratmış mı olacaktım yani? Varmaya değer özne hangisidir, gibi sorulmaması gereken sorular da varmış meğer. Bir yerde “ Ah!” diyecektim, bu kaçınılmazdı. Ah! Oysa “ an” demeli insan. Çıkmak ve varmak söz konusu olduğunda ise “an”ın ne denli uzun bir süreyi içine alabileceğinin öğrenimi için yaşım geçkince gibi geliyordu bana. Ah ve an ikileminde, çıkmak ve varmak arasında bellemek ve unutmak duruyordu. Her ikisinde de iyi değildim, hikâyelerimi bilenler bilir. Berbattım. Bellerken de bellediğimi unutmaya çabalarken de. Bundandır ki an ve ah’ın birbirine girdiği o umutsuz yaşamalarda “ biri olsa” diyordum – ki umut arayışıydı – “ birisi olsa ve şuradan bir hikâyeyi şartsız pazarlıksız kendinin kılsa”. Bir birisi bile yok muydu, diye soracak olan olursa yok’la hiç’in özdeş olmadığını söyleyecek dermanım yoktu. Kimseyi kandıramayınca kendini kandırıyor insan.

Hikâye iyilik midir? Bir hikâye ile iyilik özdeş olabilir mi? Denize atılmış iyilikler gibi, ardı sıra ne olduğunu, ne olacağını, kime varacağını dert etmeksizin bırakılabilir mi hikâyesizlerin geçeceği yol üzerlerine?

 Düşünmeden evetlediğim ve sonrasında da evetlemekte tereddüt etmeyeceğim sorular sormaktan vazgeçerek tasarruf edeceğime inandığımdan neyim var neyim yok döktüm denizlere. Kıyıya vuranlar, dibe çökenler, bir düşün orta yerine yapışanlar, balıklara yem olanlar, balıkların midesinden insan sofralarına meze duranlar. Hepsi benden, hepsi bende.

Geçerken duraklayıp bakacak gibi olanlar için hazırda söz: “ nasıl bir şey bakmıştınız?”

 

Mey