tek bir cümle.
acıttı,
tohumladı,
filizlendi.
doğu'sundaydım.
birkaç uzun saat
ılıttı.
Mey
Gözünü deliğe dayayıp gelenin kim olduğunu gördüğünde
aklından peş peşe üç düşünce geçti: beni eve kadar takip etmiş. Verdiğini geri
istiyor. Gözlerindeki hüznü büyütmüş. Geriye çekilip ne yapacağını düşündü.
Kapıyı açacak mıydı yoksa evde olmadığını düşünmesini sağlayacak bir
cevapsızlığa gömülüp, geldiği gibi
gitmesini mi umacaktı? Böyle olacağını daha onu ilk gördüğü anda biliyordu.
Bildiğinin sıkıntısı kapladı içini. Çoğu geri isterdi ya, bunun isteyeceği,
verdiği anda pişmanlıkla kıvranmaya başlayacağı en başından belliydi. Hiç almamalıydım, diye geçirdi aklından ve
elini kapı koluna doğru uzattı.
Buluşmaya on beş dakika gecikmişti. Beklerken saatine bakıp
iki dakika daha, demişti ve sonra giderim.
Bakışlarını saatinden ayırır ayırmaz karşısında buluvermişti onu. O
olmalı diye düşünmüştü geleni dikkatle süzerken. Nefes nefese, saçları
rüzgârdan dağılmış; gözlerinde de hüzün var. Hepsinin olurdu. Hemen hepsi
gözlerinde gizleyemedikleri büyük bir hüznü güçlükle taşıyarak ona gelirler ve
acınası bir boşluk içeren bakışlara sahip olmuş olarak veda ederlerdi. Karşısındakinin ağzından dökülen, özre
benzeyen ama tam da özür olmayan sözlere dikkat etmemişti bu sırada. Sıkışmış
trafik, gelmeyen otobüsler, yapmak üzere olduğuna ilişkin duyulan şüphe…
Hepsinin benzer bahaneler kullandığını düşünüyordu ki, bu seferkinin sizi bir
süre uzaktan izlemek istedim, dediğini duymuştu. Bu yeniydi. Yenilikle birlikte
gelenin, eylemeye geldiğine hazır olmadığının farkındalığı da belirginleşmişti. Eliyle az ilerideki kahvehaneyi işaret
etmişti, vermeye hazır olmadığını ona nasıl anlatacağını düşünüyordu bir yandan
da. Boş bir masa bulup oturuncaya dek her ikisi de konuşmamıştı. Bu iyi diye
düşünmüştü. Genellikle çok konuşurlardı. Kaybetmeye can attıklarına dair
söylenecek son sözler biriktirmiş olur ve birikimi akıtacak mecrayı bir an önce
doldurma telaşıyla mütemadiyen anlatırlardı. Oturup karşısındakinin
sessizliğine bakmıştı uzunca. Sessizlik izlenmeye alışkın bir edayla boynuna
asılı gibiydi; içi sıkılmıştı bu izlenime. İzlendiğimi fark etmedim, demişti
bundan hoşlanmadığını gizlemek istercesine gülümseyerek. Beriki yaptığında bir
kötülük olduğunu düşünmüyor olmalıydı ki açıklama yapma gereği duymadan omuz
silkmişti. Hemen yapabilir miyiz diye sormuştu ardından. Hemen yapabilir miyiz?
Hemen yapamayız, diye atılmıştı. Yapamayız çünkü bunu gerçekten istediğinden
emin olmalıyım. İkna edilmen mi gerekiyor, sorusunu hiç beklemediğini sonradan
itiraf edecekti kendisine. İtiraz etmek istemişse de yalın gerçek buydu. Başını
sallamıştı, evet ikna edilmem gerekiyor manasına geleceğini umarak. Sen bir anı
alıcısısın ve bende de verilecek anılar var, daha ne, diye sormuştu beriki.
Soru cümlelerinden ibaret bir kadın diye düşünmüştü alıcı içinden. Dönüşsüz bir
durum olduğunu iyice anladığından emin olmak isterim açıklamasını sabırla
yapmıştı. Çay mı içsek, diyerek sözünü kesişine sinirlenmişti sonra. Az
ilerideki garsona iki çay diye seslenmiş ve kadına dönmüştü. Ondan yeni bir
soru gelmeden aceleyle, bana bir neden vermelisin, demişti. Sende olanı almamı
istenir kılacak bir nedene ihtiyacım var. Önüne bırakılan çaya şeker atıp
karıştırmakta olan kadın, gözlerini bardaktan ayırmadan çayımı şekersiz içerim,
diye karşılamıştı kendisini. Ardından çay kaşığını bardaktan çıkarıp arkasına
yaslanmış ve gözlerini alıcıya dikmişti. Alacak mısın, sorusu gelmeden almaya
karar verdiğini biliyordu kadın. Kendisi de almaması gerektiğini. Düştüğü
kuyuya sevdalı bir hüznü taşımanın zor olup olmayacağını düşünmemişti bile.
Aktarım acılı olmuştu. Kadın şekerli çayı yüzünü
buruşturarak içmiş, kendisine uzatılan eli tutmuş ve söyleneni ikiletmeden
yaparak, gözlerini alıcısının gözlerine kenetlemişti. Alıcı kendisini kaplayan ağırlıktan boğulacak
gibi olmuştu; bedeni durmak istediyse de
durmamıştı. Yaptığını yapma konusundaki deneyimiyle bir aktarımdan daha sağ
çıkmayı başaracağını biliyordu. Sonrasında sandalyesinde bir süre sessiz
oturmuş ve sonunda bakışlarını kadından yana çevirip, gözlerindeki boşluğa
bakmak istemişti. Kadın onu görmüyordu. Zihni silinmiş belleğindeki boşluğa
şaşırırken, etrafının farkında değil gibiydi. Bu normal diye düşünmüştü alıcı
yerinden doğrulurken, hep böyle olurlar. Çayların parasını ödeyip oradan
uzaklaşırken kadına son bir kez bakmış ve boş bakışlarının arkasında parıldayan
küçük, çok küçük bir acı taneciği gördüğünü sanmıştı. Yanlış gördüğüne ikna
olması uzun sürmemiş, hızla oradan uzaklaşmıştı.
Şimdi, bu olan bitenden bir hafta sonra kadın kapısındaydı.
Kapı kolunda tuttuğu eline bakıyor, tekrar etmeyen kapı ziline karşın kadının
beklemekte olduğunu biliyordu. Alnını kapıya yasladı. Bekledi. Açmaması
gerektiğini biliyordu, ilk başarısızlığıyla yüz yüze gelmemesi gerektiğini. Git
buradan, diye fısıldadı. Kadın onu duyamazdı, bunu biliyordu. Art arda tekrar
etti. Git, git, git… Bu sırada kapının ardında bekleyen kadının konuştuğunu,
mırıldanır gibi bir şeyler söylediğini duydu. Kulak kabarttı duyduğu sesleri
anlamlı kılmak için. Sebebini bilmediği bir acının içini kemirdiğinden söz
ediyor gibiydi. Kahveden kaçarcasına uzaklaşırken, kadının gözlerinde gördüğünü
sandığı parçanın bir sanı olmadığı anlaşılır hale geliyordu duyduklarıyla.
Bağlamını kaybetmiş sızı, acı verici anılardan daha keskince yakıyor olmalıydı
canını. Yine de kapıyı açamazdı. Açamazsın, dedi kendine. Açmayacaktı. Bu
esnada kadının tekrar konuşmaya başladığını işitti. Dikkat kesildi. Açabilir
miydi? Geri veremeyeceği bir şeyi talep ettiğini ona anlatabilir miydi mesela?
Karasızlık içinde bekledi uzunca. Nihayetinde, duyduğunu duymamış olmayı
dileyerek kapı kolunu çevirdi. Kapının önündeki kimsesizliğe şaşkınlıkla
bakarken, kadından duyduğu son cümleleri düşündü.
Neyi unuttuğumu söyle, diyordu kadın. Hiç değilse bunu
söyle. En azından neyi unuttuğumu…
Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Nietzsche
İnsanlar hikâyeleri olsun isterler, bir hikâyeye sahip
olmanın boşunalık duygusuna birebir olduğunu içten içe sezerler çünkü. Yatma
vakti geldi yatağa uzandın, delik deşik uyudun, uyandın, bir önceki ile
neredeyse birebir aynı yolu izleyecek başka bir güne daha başlayacaksın.
Düşünmeyeceksin – düşünsen zor çünkü günü sürdürmek – eyleyecek, dişe dokunur
bir şey söylemesen de dillenecek, işitecek, devinecek, günlük endişelerin
peşine düşecek ve o yatağa geri döneceksin. Gördün mü? Boş! Hikâye arzusu
burada devreye girer. Kısa, uzun, benzersiz, sıradan gibi görünse de aslında
derin, kabuklaşmış bir yaranın altına gömülmüş, sizi sokakta yanınızdan geçen
anlamını yitirmiş yüzlerden farklı kılan, yaşanmışlıklarım var diyebilmenizi
olanaklı hale getiren, yüzünüze yalnızca sizin görebildiğiniz ince bir çizgi
eklemiş, küçük – büyük fark etmez ama iyi bir hikâye.
Arayıştan önce fark ediş gelir. Tek tük gözüne çarpmaya
başlar hikâyeler. Kimini seversin kiminde için burkulur, olmaz olsun böylesi
dediklerini görebilmen uzun bir süre gerektirir. Onda var, bende yok! Şunda da
var, e benim neden yok! Fark ediş, elinden bırakamadığın saçma bir oyun gibi
daha fazlasını fark etme çabasını getirir beraberinde. Bölümü – level atlama da
diyorlar buna - geçme! Daha iyisi, daha uzunu, dur bakalım daha kısa ama soluk
kesici olan da var. Türlüsü, rengi, kokusu, bıraktığı izi ile benliğinde
kazıntı hissini başlatmıştır bile. Ama bende yok! Açlık hissinin yarattığı
etkiye benzer. Sıralama aynı:
İhtiyaç – dürtü – güdü –
davranış – doyum ( ? )
Son basamak öyle kolay gelmez. Doyum olmazsa süreç başa
döner. Sonsuz bir bengidönüş açlığı azdırır. Biliyorum. Öğrendim çünkü. Şimdi benim
söylemine bilimsel kavramlar ekleyerek satışı garantilemeyi amaçlayan bir
satıcı olduğumu düşünmeye başladınız. Haksız sayılmazsınız ama çok da haklı
değilsiniz.
Haddinden fazla hikâyem vardı. Ki bu beni hikâyesiz birine
denk kılıyordu. Elbette bu denkliği fark etmem çok uzun sürdü. Zihin değil
Çıfıt çarşısı. Ne yana düşünsem başka bir hikâyeye çarpıyordu zihnim. Sonrası
kilitleniş. Yaşamayı dışarıda bırakan bir kilitlenişten söz ediyorum burada,
ciddiye alın! Gereksiz çokluk ve yokluk aynı şeymiş demek. Yoksullar içinde
tuhaf bir varsıllık ki beni diğerlerinin arasından çekip farkında olmadığım bir
verme arzusunun peşine düşürüyordu. Onda yok, şunda yok, bunda da yok. Bende
çok. Hikâyesizleri görmemle hikâyesizlerin de beni görmelerini beklerdim ama
ruhları bile duymamıştı. Şurada, eli kolu, cepleri, dilleri, zihni hikâye taşan
biri var demediler, kendi boşunalıklarına yansalar da yanmasalar da fark
etmediler. Bu körlük başlangıçta canımı çok sıksa, şaşırmama, hayret etmeme
neden olsa da, dedim ya hayatımın cömert olma aşamasındaydım ve paylaşmaya
çoktan hazırdım. Sonuçta hikâyeleri yazıp sağa sola saçmaya başladım ki ihtiyacı
olan bulsun ya da hikâyeler gereksinimi olana yapışsın. Çok ilginç! Bulunan
veya bulan olmadı. Çaresiz hissettim tabi, anlamaya çalışmak çok olanın daha da
çoğalmasından başka bir sonuç vermedi. Sorun insanlarda değil de hikâyelerde
miydi, telaşına düşmem olay örgüsünün gereğiydi. Bu çok zor, çoğun umut kırıcı,
şüphenin rahatsız edici sularında yüzmeyi gerektiren çaba yıllarımı aldı desem
yanlış olmaz. Her birine tek tek bakmak, bu gerçekten bir hikâye mi sorusunu
kaçınılmaz biçimde sormak; nelik, kaynak, sınır, ölçü sorunlarıyla boğuşmak
derken işin içinden çıkamayacağımı düşünecek gibiydim. Düşünmedim ama. Hikâyesizlerin
bir hikâyeyi tanıma ve kendisine sunulduğunda alma konusunda yetersiz ve
beceriksiz olduklarını iddia etmek gibi kolaycı bir yol da seçmedim. İnsan
doğasına gitmeyi akıl etmem kardeşimin tamamen bu bağlamın dışında kurduğu bir
cümlenin sonucunda akıl edebildiğim bir şey oldu. “ Veriyorsun almıyorlar, illa
elini ceplerine atacaksın o zaman kıymete biniyor verdiğin” demişti tümüyle
sorunumla ilgisi olmayan sıradan bir konudan söz ederken. O an aydım ama
kabullenmek zor oldu. Hikâyeler nesne miydi ki? Nesneydi, değildi derken epey
bir zaman daha geçti. Çare, hikâyelerimden birinden geldi: Özneye dönmek.
Özneden çıkar oysa hikâye değil mi, çıkışı varış yapmak, demek ki deva. Parlak
bir fikir gibi görünen bu klişe, kendi sorunlarını da beraberinde getirdi
elbette. Aksi olsa şaşardım! Kendisi çıkış yapılacak özne ile varılacak öznenin
aynı özne olması şart mıydı, örneğin? Birinden çıkıp diğerine varmaya kalksam
genel bir “insanlık durumu” yaratmış mı olacaktım yani? Varmaya değer özne
hangisidir, gibi sorulmaması gereken sorular da varmış meğer. Bir yerde “ Ah!”
diyecektim, bu kaçınılmazdı. Ah! Oysa “ an” demeli insan. Çıkmak ve varmak söz
konusu olduğunda ise “an”ın ne denli uzun bir süreyi içine alabileceğinin
öğrenimi için yaşım geçkince gibi geliyordu bana. Ah ve an ikileminde, çıkmak
ve varmak arasında bellemek ve unutmak duruyordu. Her ikisinde de iyi değildim,
hikâyelerimi bilenler bilir. Berbattım. Bellerken de bellediğimi unutmaya
çabalarken de. Bundandır ki an ve ah’ın birbirine girdiği o umutsuz yaşamalarda
“ biri olsa” diyordum – ki umut arayışıydı – “ birisi olsa ve şuradan bir hikâyeyi
şartsız pazarlıksız kendinin kılsa”. Bir birisi bile yok muydu, diye soracak
olan olursa yok’la hiç’in özdeş olmadığını söyleyecek dermanım yoktu. Kimseyi kandıramayınca
kendini kandırıyor insan.
Hikâye iyilik midir? Bir hikâye ile iyilik özdeş olabilir
mi? Denize atılmış iyilikler gibi, ardı sıra ne olduğunu, ne olacağını, kime
varacağını dert etmeksizin bırakılabilir mi hikâyesizlerin geçeceği yol
üzerlerine?
Düşünmeden evetlediğim
ve sonrasında da evetlemekte tereddüt etmeyeceğim sorular sormaktan vazgeçerek
tasarruf edeceğime inandığımdan neyim var neyim yok döktüm denizlere. Kıyıya vuranlar,
dibe çökenler, bir düşün orta yerine yapışanlar, balıklara yem olanlar,
balıkların midesinden insan sofralarına meze duranlar. Hepsi benden, hepsi
bende.
Geçerken duraklayıp bakacak gibi olanlar için hazırda söz: “
nasıl bir şey bakmıştınız?”
Mey
Çiçeğe dokundu. Plansızdı. Planlamış olsaydı, belki de bu
kadar beklenmedik; beklenmedik olduğundan da şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğundan da
akışı birden kesen; akışı birden kesişinden de sarsıcı olmazdı. Plansızlık ona
göre olmasa da, bu kadar kendiliğindenlik başka bir zaman olsa onu huzursuz
edecek olsa da bu kez ne huzursuzlandı ne de huysuzlandı. Temasın ne kadar
sürdüğünü söylemek zor. An veya anlar toplamı. Geçen süre umurunda değil şimdi.
Parmaklarının ucunda minik bir alazlanma, alazlanma yüzünden belki teninde
belli belirsiz bir elektriklenme duydu. Benzer bir duyum anısı aradı belleği
hızla. Bulamadı ilkin. Bulamayış anı, benzersizlik heyecanını tetiklemiş olmalı
ki içine çektiği havayı bırakacak yer yokmuş gibi ciğerinde bir sızı ile kalakaldı.
Parmakları istemsiz hareketlendi ve kadifemsi yaprağın üzerinde kısa bir
gezinti geldi peşi sıra. Parmaklarının baskısıyla titredi mor yaprak, bakan
olsa göremezdi öyle yokmuş gibi. Belleğinin puslu bir yolda pusu ve karanlığı
delerek ilerlediğinin farkındaydı ama dikkati çiçekteydi şimdi. Belleği boş
verdi. Bir kez daha hareketlendirdi elini. Bu kez tek parmak: Serçe parmağı.
Usul bir dokunuş. O an buna temas denmeyeceğini fark etti. Tek yanlı çünkü.
İkinci farkındalık teninin altındaki hassaslığa biraz daha baskı uygulama
arzuna ilişkindi. Her arzu gibi az çok vahşiydi. Tuttu kendini. Rengini
düşünmek işe yaradı. Mor ama çok belirgin değil. Soluk neredeyse. Lila mı
diyorlardı buna? Leylakların rengini andırıyor ama parmağının ucunda titreyenin
leylak olmadığını biliyor. Elini çekmeli mi? Bu izinsiz dokunuşun verdiği hazzı
az daha uzatmalı mı, kararsız kaldı. Koku araya girmemiş olsa kararsızlık
uzardı. Kokuyu aldı ve belleğinin hızlıca devimini duydu. Duyumsal bellek
devrede. Sesleri, tatları, dokunuşları anımsamaktan daha kolaymış kokuyu
anımsamak. Bir yerde okumuş olmalı bunu. Çiçeğe dokunmayan eliyle alnını
sıvazladı önce, sonra parmaklarıyla hafif bir tempo tutturdu. Cılız bir melodi
canlandı parmaklarının vuruşunda. Daha baskıcı daha sert. Çiçek büzülmek ister
gibi hareketlendi serçe parmağının altında o anda. Dillense, bırak artık
diyecek gibi. Hazır olduğumda diye düşündü. Henüz değil. Şimdi değil. Tam şu
anda değil. Kokuyu tanıyacak gibiydi. Cılız duyumsal dilin yaklaşıp uzaklaşışı
alay edilmiş gibi içerlemesine neden oluyordu. Tanım için, daha doğrusu tanıma
için gereken sözcüklerin eksikliği büyük bir yoksunluk şimdi. Düş kırıklığı ile iç geçirse yeri. Yapmadı.
Hafifçe titredi bir şey. O veya çiçek. Hemen adlandırdı: Titrek an. Ansızın yağmur
indirmiş, içinden buz gibi bir düşünce geçmiş, içtiği soğuk su dişini
kamaştırmış, burnunun ucuna bir kar tanesi değmiş gibi. Belli belirsiz ve
şiddetli bir titreyiş. Onda veya çiçekte. Hangisinde, sorusunun bir anlamı
varsa da, o anda anlam arayışının yeri yok. Geri bas zihin, dedi. Dilsiz
alışverişin keyfini sürmeye henüz başlamışken aklı buyur etme mahal yok.
İnsan dış dünyayı zihninin yapısına göre şekillendirir;
algılarını biçimlendirir, diyenleri biliyor. Bu bilgi onda. Bilgi istemiyor
şimdi. Duyumsama aşamasında kalsa iyi, bunu anlıyor ve bir kalkan arayışıyla
etrafına bakınıyor. Bu büyük bir hata. An’a fazladan nesne sokmak, gereksiz
ayrıntıları dâhil etmek olan bitene genişlemeye, genişleme de sözcük arayışına,
sözcük arayışı da nihayetinde bulmaya, bulma da yordama çabasına neden olacak.
Gözlerini kapat, diyor panikle. Derhal kapatıyor paniğine itaat ederek. Ses
yükseliyor. Şaşırtıcı. Piyanoydu, keman nereden çıktı, diyor çiçeğe. Çiçekten
cevap umacak değil, eli yanına düşüyor. Kulak kesiliyorlar. O ve çiçek. İçinden
bir “ hııımmmm” nidası peyda oluyor. Hayretle karışık bir hazla yükseliyor
nida. Çiçeğe kıyamadığından alt dudağını dişliyor.
Çiçeğin yanında uzaklaşmadan hemen önce, “ her sabah bunu
dinleyelim “ diyor. Günü kabul etmeden hemen önce. Sen de dinle. Gözlerini
uyanıkla zorladıktan hemen sonra. Sen de dinle. Sesi belleğine, an’ı cebine
atıp uzaklaşırken çiçeğin kırmızı olduğunu görecek halde değil.
Melek Ekim Yıldız