Dünya yazılıyor bir kalemin ucundan.
üstüne biraz su,
az ateş, çokça bilinç çiziyor. Ses etme! Öge çeşitleniyor.
Bilinç öz'e varsa; bir ucu hiç, diğer kıyı söz.
Söz ve hiç kökleniyor ağzımın sessiz kıyısından.
Ne ateşi unuttum ne de suyu.Yazılmış öz'ün üstünü çizdim.
Yazılmamış söz'e ant içtim. Gün gelecek konuşmayacağım.
Mey
Magritte
19 Eylül 2019 Perşembe
Zaman, Akış ve Yazmamaya Dair Birkaç Söz
Söz vermiştim. Her gün, demiştim. Yazarım. Yazmalıyım. Bir sigara
içimi kadar da olsa zaman ayırırım, zaman yaratırım. Unutmuşum: Zaman bizi
yaratır oysa. Zamanın oyun hamurlarıyız; bizi yoğurur, şekillendirir, bozar,
sonra canı çeker yeniden yapar demek istemiyorum, kimse böyle anlamasın. Bunu demek
istemiş olsaydım, klişeden yakasını kurtaramayan o söz cambazlarından farkım
kalmazdı. Hoş, bir başka açıdan onlardan farkım olmayabilir. Bu konuda iddialı
değilim. Olmalıyım belki. Onlara benzemediğimi düşünmek, onları ya da kendimi
yeterince tanımamakla da ilgili olabilir. Ama bu başka bir mesele. Zaman bizi
yaratır demiştim ya. Ne demek istemiştim bunu söylerken?
İz bırakır, izini acımasızca vurur benliklerimize, mi
diyorum acaba? Yok, bu da değil sanki. Sanki, zamanın itmesiyle yol alan
yelkenliyiz de değil demek istediğim. Ne, peki?
Peki ne? Zaman bize sembol, biz ona işlik miyiz? Zaman canı
sıkılan bir çocuk mu, bir büyüğümün dediği gibi, yoksa biz onun düş kırıklığı
mıyız? Zaman, kendi bildiği bir noktada bir biz var kılıyor ve büyütüyor mu
yaşama dediğimiz şeyin içinde yuvarlaya yuvarlaya, var kıldığını. Önce var’ı,
sonra giderek büyüyen yaraları mıyız onun? Zaman bu dünyanın beşiği mi yoksa,
bir o ana bir diğer yana savurarak avutuyor mu bizi? Soru çok. Henüz bir
yanıtım yok ama. Olacak mı günün birinde, ondan da emin değilim.
Velhasılıkelam, her gün yazamadım verdiğim söze rağmen. Yazabilirdim
de yazmadım değil ama. Yazabilemedim işin doğrusu. İzleme zorundalığının suçu
tümü. O zorundalık hissi nerden gelip oturdu üzerime, onu da bilmiyorum. Bildiğim
tek şey geldi, beni buldu, yerleşti ve gitmedi. Çok şey oluyordu, bir şeyler
durmaksızın olmaktaydı ve birinin olan biteni izlemesi gerek diye düşündüm
başlangıçta. Sonra yakamı kurtaramadım, zaman bizi nasıl yaratır sorusuna yanıt
bulamadığım gibi o da yapamadıklarım yığınının tepesi yerleşti.
Sahte veya gerçek. Ayırt edilmesi güçtü; bu, biraz
bulandırmıştı içimi. Gerçeğe dair sorunuz varsa, yüzünüzü ona dönmek
zorundasınız dedim zihnimde kıpraşıp duran sözcüklere. Gerçek orada işte, akışın
içinde. Demez olaydım. Kaç gözü varsa zihnimin akışa yapıştı tutkuyla.
İzlendiğini bilen gerçek akışı haberdar etti. Akış temaşayı buyur etti hazla ve
hızla. Hızlanmıştı, izleyenine gövde gösterisi olsun diye. Ben de izledim
ve izleyiciliğimin ilk anından itibaren bir ırmağın, içinden kötülük akan bir
ırmağın kıyısına oturup, akışın arasından olur da iyice bir şey yakalasa, iç
rahatlığıyla izlemeyi bırakacak bir görevli gibiydim. Ve hiç şansım yoktu.
Baktığım her yerde ve her şeyde kötüyü görmekten başka çıkarı olmayandım.
Zaman bir ceset biriktiricisidir belki de.
Kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve ağaçlar. Yılgın erkek
yüzleri.
Aç, doymayı öğrenmemiş bakışlar. Korkunç ve utanç verici.
Kızları bir binaya kapayıp yaktılar. Çığlıklarını dinledim. Söz
o gün azaldı. Vatansızlar – kadınlar, erkekler ve bebeler – kıyıya vurdu;
kelimelerimi sis bürüdü. Eskimeye tahammülü yok adamların bıçak tutan elleri
kızıla boyadı baktığım suyu da hikâye kendini gereksiz ilan etti. Göçük altından
çıkamadı da ekmeğini taştan çıkaran bedenler, kalemim taş kesti. Çocukları aç
anne, yan odaya geçip kendini saç kurutma makinesinin kablosuyla astı da,
kifayetsiz neymiş bildim.
Yoksa yazardım, niye yazmayayım?
Mey / Melek Ekim Yıldız
13 Temmuz 2019 Cumartesi
Basamak
Ne aşağı ne yukarı. Hareketsiz henüz. İnebilir, çıka da bilir.
Sıcağı düşünüyor. İnsem cehennem, çıksam
duman. Yanmak veya boğulmak. Tek bir edime bakıyor. Külsün ya da nefessiz. Hareket,
çıkış noktası basamak olan dilemma.
Hastanenin bahçesinde. Yapış yapış teni. Nem sıcaktan
vurucu. Yüzü terden parlıyor. Bahçede serin bir kuytu aranırken fark ediyor. Ağaçlar
var. Etrafına bakıyor. Neredeyse küçük bir ormanın içine bir hastane
kondurmuşlar. Bakımsızlığı gizleyen ağaçlar, ağaçların saklayamadığı
köhnemişlik. Orman da bakımsızlıktan
nasibini almış. Vazgeçilmişlere özgü kırgınlık yok bütünlüğüne bakınca. Ağaç ağaca
bakmış onlarca yıl, her birini besleyen toprağa sıkı sıkıya tutunup
alabildiğince büyümüşler, handiyse birbirlerini büyütmüşler. Yeşilin farklı
tonlarına bürünmüş; çam ağaçları, akasyalar, kestaneler, bir iki tane çınar
ağacı gölge büyütebilmenin azametiyle uzanıyorlar gökyüzüne doğru. Sıcaktan çatlamış
toprak ve toprağı kaplayan sararmış otlar bir yana, başını yukarı çevirdiğinde
kül veya duman çıkıveriyor insanın aklından. Anlık, iyicil bir his gelip
oturuyor içine. Hastanenin bahçesini yaşam alanı olarak bellemiş kedileri ve
köpekleri seçiyor gözü uzaktan. Alanı paylaşmış gibiler. Birbirlerinin
varlığını umursamaksızın, sıcaktan bitkin serilmişler buldukları gölgelere. Çıkıyorsun,
diye uyarıyor kendini. Sonu duman biliyorsun. Duruyor. Harekete teşne ruhuna
set çekme zamanı şimdi. Heybetli bir çınarın altındaki tahta bankı kestiriyor
gözüne. Hasta ameliyathanede. En az beş saat sürer demişti doktor. İnecek misin,
yoksa çıkacak mısın düşünmek için bolca zaman var önünde. Banka doğru yürüyor. Basamak
içinde? Çınarın gölgesi, küçük ormanın esintisini buyur edecek. Oturuyor. Diğerlerinin
endişesinden kaçtı, kalabalığın gevezeliğinden sıyrılmayı başardı. İçeride devam
eden ameliyatın sonuçlarına dair mesnetsiz yorumları işitmemenin yolunu buldu. İçindeki
basamağın, yıllara yayılmış kirlenmişliğini temizlemeye niyetlendi. Bu günü mü
buldun? Kendi kuramsal tehlikeni yok sayıp, başkasının net bir olgu olan tehlikesinin
ardına mı saklayacaksın küle ve dumana meylini? İnebileceğini biliyor, külü
tanıyor. Çıkabileceğinden de kuşkusu yok, soluksuz kalmanın baş döndürücü
sarhoşluğunu ise tahmin edebilir ancak. Doğurdu doğuracak bir kedi yanaşıyor
yanına. İnce suratı, büyük kulaklarına bakınca çirkince, sahil kentlerinde
görmeye alışık olduğu cins bir kedi olduğunu ayırt ediyor. Ayaklarının dibine
çöküyor kedi, üstün körü bir bakış atıyor yüzüne ardından seriliyor çöktüğü
yere boylu boyunca. Karnı burnunda. Bugün yarın doğurur bu kedi diye düşünüyor
karnındaki kıpırtılara bakarken. Bugün yarın
o basamakla yüzleşirim ben. Bugün yarın bir can dünyaya atılır, başka bir can
bu dünyadan çeker gider. Bugün kül, yarın duman. Küldü dumandı derken, ne vakit gelip yanına
oturduğunu fark etmediği bedenin kıpırtısıyla şimdiye dönüyor. Genç bir kız. Sessizce
tünemiş hemen yanına. Dönüp bakıyor kızdan yana, profilden gördüğü yüzü daha
kolunu görmeden içini eziyor. Dirseğinden kesmişler kolu. Kendi eksiksiz
kolunun birkaç santim ötesindeki o yarım koldan hemen kaçırıyor gözlerini. Suçluluk
neden? İniyorsun bak, diye fısıldıyor
basamak. Tut kendini. Kızın kendisinden yana dönmüyor, dönüp bakmıyor oluşunun
hızlandırdığı iniş arzusu midesinden yükselen bir bulantı şimdi. Neye bakıyor bu
kız böyle? Neye bakamıyorum ben böyle? Dönüp baksa gülümseyecek hafifçe, belki
merhaba diyecek ya da belli belirsiz selamlayacak başıyla. Ama yok. Kıpırtısız oturuyor
kız yanında. Sanki görmüyormuş, aynı bankı paylaştıklarının farkında değilmiş,
hatta yokmuşum gibi. Gerilim hamile kediyi rahatsız etmiş olmalı ki, yüküne
aldırmadan sıçrayarak kalkıyor yattığı yerden. Kıza ve ona bakıyor sırasıyla. İnsandan
yana umut olmadığını bir kez daha anlamış, anladığından hoşlanmamış bir edayla
uzaklaşıyor yanlarından. Kedinin gidişine bakarken kızın gidişini kaçırıyor. Geldiği
gibi aniden kalkıp gitmiş yanından. Hızla uzaklaşan sırtını görüyor ardından
bakarken ve o yarım kolun yabancılaşmış salınışını.
Esinti kesiliyor. Sıcak abandı üstüne. Dudak üstünde biriken
teri siliyor elinin tersiyle. Basamağın genişlediğini, genişlerken çıkardığı
sesi duyar gibi oluyor. Hareketi davet eden ses içini kıyıyor. Burada olmak
istememişti. Burada olmayı kim ister ki? Burada olmak zorundaydı. Kaçınmanın mümkün
olmadığı, kabullenmekten başka seçenek bırakmayan ve hesapta olmayan bir hayat
oyunuydu. Basamağın bu durumla bir ilgisi olmadığını biliyor. Durum basamağın
dayatmasına karşı güçsüz olmayı sağladı sadece. Hoş, bu durum olmasaydı daha
güçlü ve dayanıklı olacağını da söyleyemez. Hayatın olağan açmazlarının kişisel
açmazlarını görünür kılmasında da şaşılacak bir yan yok. Bu bilginin bir halta
yaradığı yok, diyor. Saat kaç? Kente iner inmez teninden olmayan her şeyden
soyundu. Saatini, yüzüklerini, bileğinde sallananları. Şimdi saat kaç? Çantasından
telefonunu çıkarıyor. Saate bakamadan cevapsız çağrıları fark ediyor. Defalarca
aramışlar. Neredesin?
Doktor çıkmış, ameliyatın iyi geçtiğini söylemiş. Hepsi
ameliyathanenin önünde bekliyorlarmış. Gelsene. Geleyim. Gönülsüzce kalkıyor
yerinden. Baygın çıkaracaklar, yüzü
bembeyaz olacak. Bildiğimiz ifade olmayacak yüzünde. Operasyonun iyi geçtiği
haberinin sevinci uçup gidecek onu öyle görünce. Çocuklarında büyükçe, geri kalanlarında
hatırı sayılır yazıklanma peyda olacak. Yoğun bakıma kadar peşinden gidilecek
onu taşıyan sedyenin. Hayır, göremezsiniz
şimdi, diyecek bıkkın bir hastane personeli. Oralı olmayacak hasta yakınları,
sedye yoğun bakıma sokulurken boyunlarını uzatıp görmeye çalışacaklar rengi
çekilmiş o yüzü. Doktorun ameliyathane kapısında yaptığı kısa açıklama
işitenlerden zaten işitmiş olanlara yinelenecek ve birkaç sözcüğün altından
söylenmemiş bulunup çıkarılmaya çalışılacak. Ben birinin elini tutup diğerinin
sırtını sıvazlayacağım. Ne biri ne öbürü ayırdında olacak ikiye
bölünmüşlüğümün. Basamağı unutmuşluğum yanıma kar kalacak. İnsan, geriye bakan
bir hayvandır. Ben geride kalana özlemle bakan bir hayvanım. O kısacık bellek
kaybını özlemle anacağım gelecek saatlerde.
Banktan kalkıyor, gölgesine sığındığı çınara bakıyor bir
süre. Yarım kollu kızın görmezden geldiği bedenini zorlayarak hastane binasına
doğru yola düşürüyor. İnmelisin veya çıkmalısın. Ya aşağı ya yukarı. İkircikli
kalmak yersiz. Yukarı çıkan yolla aşağı ineni bir aynı nihayetinde. Karşıtların
birliği diye yapıştırıyor içindeki ukala. Hamile kedinin boşalttığı banka bir
gayretle çıkışını göz ucuyla görüyor aynı anda. İnerim de çıkarım da. Ama önce
günlük olana gitmelisin, senlik olan az beklesin. Bugün yarın doğurur bu kedi,
diyor gülümseyerek. Bugün yarın o
basamakla yüzleşirim ben. Bugün yarın
bir can dünyaya atılır, başka bir can bu dünyadan çeker gider. Bugün kül, yarın
duman.
29 Nisan 2019 Pazartesi
Kalan
Kabullenilmiş itaatimizin yılgın ve dibe çökmüş sorusuydu. Sorduk aralıksız:
Hayır ve evet'in yeri değişseydi
yüzey mümkün olabilir miydi?
Cevapsızlık,
umutsuzluk'tur diye bilmişliğimizden
razı gelmedik hayır'a.
Evet ise bir cevap olmadı hiçbir zaman.
Işte bazen dalga.
Hiç değilse dalga vardı; gelen, yalayan ama götürmeyen.
Kaldık öylece.
Bizle kaldı, ne varsa, dip'in zulasında.
Mey
Hayır ve evet'in yeri değişseydi
yüzey mümkün olabilir miydi?
Cevapsızlık,
umutsuzluk'tur diye bilmişliğimizden
razı gelmedik hayır'a.
Evet ise bir cevap olmadı hiçbir zaman.
Işte bazen dalga.
Hiç değilse dalga vardı; gelen, yalayan ama götürmeyen.
Kaldık öylece.
Bizle kaldı, ne varsa, dip'in zulasında.
Mey
16 Nisan 2019 Salı
Sürüklenmiş Zaman
“Bir evet, bir hayır ve bir belki; üstelik bu süre zarfında her şey
olup bitmeye, yaşanmaya devam etmiş yahut yaşanıp gitmiştir.” J. Marias
Bana bakma,
beni görme,
benden yana söyleme!
Bunları gerçekten işitti mi, yoksa kurdu mu işitmiş olduğunu, emin olamıyor. Üstünden zaman geçti, üstünden düşünmemeler, inanmamalar, sözü kurmalar, sözden kaçmalar geçti. Yine de emir tekrarı yaptığını sanıyor:
Sana bakmayacağım,
seni görmeyeceğim,
senden yana söylemeyeceğim!
Akış bunları yapabilmeyi mümkün kılmış olmalı. Bakmadı, görmedi, söylemedi. Zaman sürüklendi, ya da belki sadece sürüklemiştir. Düşünmeden kendini içine atıverdiği hareket yonttu, inceltti, görünmez kıldı belli ki.
S
Gürültüye açtı gözlerini. Alt kattan gelen bağırış giderek
çığlığa dönüşecek gibiydi ve aynı anda rüyasındaki o son kareyle birleşmişti
ister istemez. Soğuk ter saçlarının arasından fışkırdı. Beklenen oldu çığlık
geldi, hali hazırda zihninde donup kalmış o resmin arka planına cuk oturan bir
çığlıktı. Sabahın erkeninde, henüz gün bile ağarmamışken ne oldu yine,
sorusundan daha acil olan zihnindeki görüntünün altında yatan nedendi. Yataktan
doğrulmakla yorganı başına çekip iyice gömülmek arasında ikircikli, su
ihtiyacının yersizliğine içerleyecek gibi oldu. Hızlıca soluklaşıp,
hatırlanmayı olanaksız kılacak denli geri plana çekilmesi gereken rüyanın o kahrolası karesi durduğu
yerde duruyor, alt kattan gelen hıçkırık seslerini her zamankinden çok daha
rahatsız edici kılıyordu. Kontrolü dışı her şeye yönelmiş güçlü bir bulantı
yükseldi midesinden. Safra. Sarımsı, yapışkan ve küçük düşürücü. Bir bağırtı
koptu o sıra. İşitmesiyle kendini banyoya atması aynı ana denk geldi. Zihninin reddettiğini
buyur eden işitme duyusuna serzeniş etse ne ki? Saat kaç, diye sordu. Vaktin
neresindeyim?
Z
Unutmak işten değil. Hatırlamak çokça çaba artık. Hayat, hay
huy, gerekir’ler, malı’lar, zorunlu’lar arasında ne keşke’ye yer var ne özleme.
Açıkça söylemeyi, içtenlikle bildirmeyi, bunları erdem kabul etmeyi
unuttururlar sana işte böyle. Aldın mı boyunun ölçüsünü? Ölçüyü kalbin kabul
ettiğin günleri düşünüp, safdillikmiş diyorsun şimdi. O gülüş ne öyle? Aşka
dair slogan atmayı söz söylemek bellemişlere tiksintiyle bakışının ardında her
ne varsa, topla tasını tarağını uzaklaş buradan.
S
Uzun caddeleri geçmede sorun yok. Yorgunluk bu değil veya
yorgunluk bundan değil. Cadde boyunca gördüğün insanların yüzüne bakmamayı öğreneli
çok oluyor. Başarıyla yürüyebilir cadde boyu kimseyi görmeden, temasa mahal
bırakmadan. Bu sabah her zamankinden yavaş attığı adımlar. Rüya, rüya olmaktan
çıkmış hatıraya dönüşmüş. Uyanma anına asılı kaldı rüya, hem de o çığlık. Tespit
içi rahatlatmalı, yapmıyor. Huzursuzluk gözlerinin önünde büyüyen bir diken. Kime,
ne denli batacağı sonraki mesele. Rüya ve çığlık, diye düşünüyor karşıdan
karşıya geçmek için bir tenhalık kollarken, çığlık ve rüya. Örtüyorlar birbirlerini
ve hala bir yanım açıkta. Giymediğim ne kaldı üzerime?
Z
“Her şey kırışır, lekelenir, hor kullanılır.”
Zaman meselesi yalnızca. Zamanın bir yerinde yeni, ilginç,
heyecan verici ve hatta önemli olan eskir, alışılır ona ve ilgi çekiciliğini
yitirir, öncesinde nefesini kesen rutine dönüşür. Faydası azalan ekonomik bir
mal gibi daha az başvurulur kimi düşüncelere. Geçmişin bir parçasına dönüşür
her şey. Düşünceler, hissedilmişler, özlenmişler, yana yakıla aranmışlar. İnsan,
zihninin en çok da belleğinin ihanetine uğramaya mahkûm hayvandır. Kendi haline
bıraksan böyle. Ama ben hoşlanmam emredilmişe itaatten. Meşruiyeti yok
buyurganlığınızın. Bu böyle biline!
S
Sakin bir akşam umarak girmişti kapıdan içeri. Evin
sessizliğini sevecekti, kararlıydı buna. Tüm gün üzerine abanmış rüya ve
çığlığı yanında getirmişti elbette. Aksi düşünülemezdi. Gün ehlileştirmişti bir
parça onları aslında, bundandı az biraz keyfe teşneliği. İki kap yemek, kırıp
dökmeyecek bir iki şarkı, pencereye vuran yağmur, kedinin oyun daveti,
susturulmuş telefonun titreyişlerini görmezden geliş, dizlerine örteceği el
örmesi battaniyenin yumuşaklığı ve senden yana söylememenin uğraştırıcı
yorgunluğu. Ama işte söz pompalayan bir kalpti ağzı. Hep. Sürüklese de zamanı. En
çok da kendini. Sürüklemek zamanı kendini bir yalana inandırmaktır. Biliyor bunu.
Yine de günü bitirme duasını eksik bırakmıyor ışıkları söndürüp rüyanın ve
çığlığın rahmi yatağına girmeden hemen önce:
Sana bakmayacağım,
seni görmeyeceğim,
senden yana söylemeyeceğim!
Mey
22 Mart 2019 Cuma
ısırgan düşünce
Uyandı. Yapılacaklar listesi elinin altındaydı, yataktan
kalkmadan uzanıp aldı. İlk maddede “ uyanılacak” yazıyordu. Kalemi aranıp
buldu, ilk maddenin yanına not düştü: uyanıldı. Belleğini yokladı. Rüya yoktu.
Yine yoktu. Avuntu cümlesini kurdu: “ bir rüya kurucusunun rüya görmeye hakkı
yoktur.” Avundu.
-
uyanır uyanmaz
ilk düşüncenin niteliğine bakılacak, zararlılar kovulacak.
İlk ne düşündüğünü düşündü. Bir türlü anımsayamadı. Gerçi
hafif bir batma hissediyordu ama, uyanır uyanmaz ilk düşüncesinin düşünmemek
olduğuna kanaat getirmeyi tercih etti. Hemen notunu düştü: ( düşünülmedi)
Yataktan kalktı, banyoya gitti, yüzünü yıkadı, bedeninin
sıvı çöplüğünü boşalttı. Aynaya bakarken, çokça sevdiği arkadaşının elinden
çıkma bir gece önce okuduğu metni anımsadı. Yazının tamamı büyük harflere
bürünmüş gibiydi zihninde; elinde değildi, tutamadı kendini ve kustu.
Koşup defterini açtı. Yazdı:
“ sıradanlaşan dünyanın hemen her konuda önüme geçişinden
sıktım sıyrıldı sıyrılalı; yazarken, konuşurken en çok da düşünürken büyük harf
kullanımını sona erdiriyorum benliğimde. Hiçbir cümle o kadar özgün, hiçbir ad
o kadar özel değil artık. Gözümüze sokulan kişisel, tinsel, dinsel, duygusal, acıları
büyük harflerle bağırdınız bağıralı ruhuma, ruhlarımıza saldığınız “katil
bilme” yüzünden bitap düşmüşken sizi dinlemek istemiyorum artık. Siz de beni
dinlemeyin!”
Rahatladı.
Gidip çayı ocağa koydu. Açtı. Hızla kahvaltı malzemelerini
çıkarırken bir sonraki madde gözünde canlandı. Çaresiz okudu:
-
malum yaranın malum
faili akla gelirse, kovulacak!
Bu sözcükler değildi zihnini dalayan. Öfke duydu ve
acımasızca “ önce kendi büyük harflerinden kurtul” dedi. Notunu düşmeyi
unutmadı: (başarısız olundu.)
Hızla yedi. Günün ilk sigarası için sabırsızlanmasındandı
hızı. Görev duygusuyla bir sonraki maddeye baktı:
-
içine kapanma
arzusu kontrol edilecek; rastlanılan insanlara gülümsenecek, selam verilecek,
sosyal bir varlık oluş hatırda tutulacak, nemrutluk edilmeyecek!
Günün ilk sırıtışı geldi. Şark kurnazlığı ile isyan etme
arasında kararsız kaldı önce. Kurnazlığı seçti ve peşim peşin cevabı
yapıştırdı: ( dışarı çıkılmadı, kimseye rastlanmadı. Artık başka sefere)
kurnazlığa bir parça isyan süsü katabilmek için, bir kez daha büyük harf
kullandı: “ en önemli ustalık kaybolmaktır.” Kalemin zorlamasına dayanamadı.
Sürdürdü.
“ sözcükler canımı dişliyor bu ara ve düşünce zihnimi
daladıkça dalamakta. Boyun eğmek isterdim. İsterdim ki, kendimi bu denli
önemsemeyeyim ve sözcüklerin alnıma seri halde düşen su damlalarına dönüşmesine
izin vereyim. Bana bakılmasından hoşnut olduğum günlere dönebileyim. Artık
bakılmaktan haz etmiyorum. Her bakış, yer altı kemirgeni olma özlemi doğuruyor
içimde. Özlem mi dedim? Yer altı kemirgeni olmadım hiç, özleyemem bilmediğim
bir oluş’u. Okumuşluğum var ama.”
Durdu. Durabilmekten memnundu. Gidip çayını tazeledi ve
pencereyi açtı. Görüş alanında bir üst geçit bulunmayışına minicik harflerle
sevindi.
-
yol üstünde denk
gelinen üst geçitler görmezden gelinecek!
( yola çıkılmadı, bellekte rastlanılanına ise bir şey
yapılamadı)
Dönüp kahvaltı masasının üzerindekileri toplamaya başladı.
Tüm liste içinde, yerine hevesle getireceği maddeye gelmişti sıra ve
sonuçlarına katlanmaya hazırdı.
-
bir Bachmann
öyküsü okunacak!
Öyküden vazgeçti. Bachmann’ın Paul Celan’la
mektuplaşmalarının ifşa edildiği o ayıp kitabı aldı. Bachmann’ın aşk dersi
verdiği bölümü açtı. Yine. Utancından utanmadan okudu.
Soru: “ ne kadar yakınımda ya da uzağımdasın İngeborg? Bana
söyle ki seni şimdi öperken gözlerini kapayıp kapamadığını bileyim.”
El cevap: “…bütün bunlardan sonra sana çok uzak olduğumu
sanacaksın. Sana tek bir şey söyleyebilirim, bana çok olanaksız gelse de sana
çok yakınım. Seninle birlikte yaşadığım aşk çok güzel, salt çok şey söylemekten
korktuğum için bu aşkın en güzel aşk olduğunu söyleyemiyorum…ama artık senin
için mümkün değilse ya da çoktan başka bir denize dalmışsan, beni, başkaları
için boş bıraktığın elinle tut!”
( her şeye rağmen okundu, aynı ırmakta yine ve yine
yıkanıldı. Arınma umudu zaten yoktu.)
Saate baktı. Öğle olmak üzereydi. Tüm ödevler, neredeyse,
yerine getirilmiş, henüz “ büyük öğle”nin yanına bile varılamamıştı. Gün
tamamlanmıştı. Son bir ödevi vardı yerine getirilmesi gereken. Ertesi günün
yapılacaklar listesini kurmak. Boş bir kâğıt çekti önüne, yazdı:
- uyanılacak
-
ısırgan düşünceye
“günaydın” denilecek
-
keder,
diyalektiğin ellerine teslim edilecek.
Gidip yatağa uzandı. Gözlerini kapattı. Küçük harflerle
uyudu.
Mey / Melek Ekim Yıldız
4 Ocak 2019 Cuma
Kedi Belleği
Erkenci rüyalar inmiş kirpiklerine
( kediyi oyuna davet eder gibi hınzır bir titreyişle).
Çabalıyor. Yine de neresinden tutsa,
eli orada kalıyor belleğin
( kedi hatırlar oysa. Sorsanız söylemez, o ayrı)
Rengi soluk bir mevsimin hırçın üfleyişi geziniyor yüzünde
( kedi, oralı değil bir bilge şimdi).
Rüyasına küsmüşleri kovalıyor sindirilmiş o anı
( uyanılacak vakit değil, diye fısıldıyor kedi. Açma gözlerini).
Geceden bir soluk çekiyor içine - bilinçsiz -
işte o nefes, arsız biraz, dolanıyor çoktandır kapalı tuttuğu yerlerini
( kedi pür dikkat ).
Rüya, nefes ve anı. Durup uzunca bakıyorlar
( olacağı çoktan görmüş kedi, kendini hazırlıyor).
Uykun belli belirsiz bir gülüş aniden.
Selamlıyor:
anıyı - reverans
nefesi - reverans
rüyayı - en çok sana reverans
( şimdi çekilebilirsiniz, diyor kedi. Sokratik bilmiş gülüşü bıyıklarından dökülüyor )
Çokanlamlılıktan hiçanlamlılığa evriliyor zihninde kaşınıp duran o yer
( kedi, her şey bir bir aklımda diyor. bir bir aklımda. hep, diyor).
Gece usulca varacağına ilerliyor. Üşümüşsün gibi yorgana sıkıca sarılıyorsun.
Mey
( kediyi oyuna davet eder gibi hınzır bir titreyişle).
Çabalıyor. Yine de neresinden tutsa,
eli orada kalıyor belleğin
( kedi hatırlar oysa. Sorsanız söylemez, o ayrı)
Rengi soluk bir mevsimin hırçın üfleyişi geziniyor yüzünde
( kedi, oralı değil bir bilge şimdi).
Rüyasına küsmüşleri kovalıyor sindirilmiş o anı
( uyanılacak vakit değil, diye fısıldıyor kedi. Açma gözlerini).
Geceden bir soluk çekiyor içine - bilinçsiz -
işte o nefes, arsız biraz, dolanıyor çoktandır kapalı tuttuğu yerlerini
( kedi pür dikkat ).
Rüya, nefes ve anı. Durup uzunca bakıyorlar
( olacağı çoktan görmüş kedi, kendini hazırlıyor).
Uykun belli belirsiz bir gülüş aniden.
Selamlıyor:
anıyı - reverans
nefesi - reverans
rüyayı - en çok sana reverans
( şimdi çekilebilirsiniz, diyor kedi. Sokratik bilmiş gülüşü bıyıklarından dökülüyor )
Çokanlamlılıktan hiçanlamlılığa evriliyor zihninde kaşınıp duran o yer
( kedi, her şey bir bir aklımda diyor. bir bir aklımda. hep, diyor).
Gece usulca varacağına ilerliyor. Üşümüşsün gibi yorgana sıkıca sarılıyorsun.
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)