23 Kasım 2018 Cuma

Ağız ve Kulak


Metnin başına “ yapayalnızlığında yapayalnızdı” yazmıştım. Görür görmez buna itiraz etti. İtiraz edeceğini bilecek kadar onu tanıyordum ama bu, metnin başına canımın istediğini yazmama engel değildi, metin benim metnimdi, ne istersem yazabilirdim. İtiraz ettiği ve edeceği iki sözcüğe uzun uzun baktı. Derhal çürütülebilir, az düşünmemi gerektirebilir veya beni epeyce zorlayabilir birkaç argüman üzerinde etüt etmekte olan zihninin çıkardığı sesleri işitebiliyordum. Benim zihnim de az değildi, baş edemeyeceğim herhangi bir sav öne süremezdi. Birbirine hazırlıklı insanlardık ve bu deneyim uzun yıllar içinde edinilmişti.

İlişkimizin rotası daima, nasıl tanıştığımız konusunda yaptığımız tartışmalarca çizilirdi. Tanışma hikâyemizin her seferinde farklı kurguları olurdu. Her seferinde iki farklı kurgu yani.  Onunki ve benimki. Onun değişik kurgularının ortak noktası, tanışma anımızın hemen öncesinde onun kitap okumakta oluşu olurdu: Ben bir kafede Suç ve Ceza’nın en etkileyici sahnesini okuyordum… Ben Metroda oturmuş, ineceğim durağa varmadan soluğumu kesecek olan Karamazov’ların İvan’ın, Tanrı argümanını okuyordum… Ben markette alışveriş arabasını sürerken bir elimde açık tuttuğum, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuyor ve şapka sahnesine tebessüm ediyordum…  Ben tiyatroda oyunun başlamasını beklerken Can’daki açlığın tarif edildiği bölümü okuyordum… Ben güneşli bir öğle sonu parkın kuytu bir köşesinde, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni okuyordum… Ben Hikmet Çetinkaya’nın resim sergisinde iki gelincik resminin arasında boş duvara sırtımı yaslamış Malina’yı okuyordum… Ben Bir cuma günü, namaz öncesi kalabalığı toplanmadan, Kocatepe Camii’nin avlusunun sessizliğinde Saramago’nun İsa’ya Göre İncil’ini okuyordum… Ben o bahar akşamüstünde Kızılay alışveriş merkezinin önündeki banklardan birine oturmuş, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okuyordum. … Ben sonradan senin de seveceğin Olgunlar’daki birahanede oturmuş Göçmüş Kediler Bahçesi’ni okuyordum…

Mekânlar ve kitaplar değişiyor, onun okuyor oluşu değişmiyordu. Değişmeyen bir şey de benim onun okuyuşunu fark etmem üzerine kendisiyle konuşma ihtiyacı duyarak, sokulgan davranmam oluyordu. Bu olanaksız, diye itiraz ediyordum elbette. Çünkü ben olağanüstü miyoptum. Yarım metre ötesini görmekten aciz, gözlük takmama konusunda inatçı bir yarı kördüm. Kör, demeyelim de görüşü bulanık biriydim. Tüm dünya bana flu ve olduğundan daha kaotik görünürken, o halimle uzaktan ki uzak olduğu noktadan yarım metre ötede durduğum her mesafeydi, onu ve kitap okuduğunu fark edecek böylelikle de ona – tanışmak isteyecek denli ilgi duyacak ve bir de üstüne gidip yanına sokulacaktım öyle mi? Çok tutarsız. Hiç de benvariolmayan bir iddia topluluğu. Bütün bunlar kavga sebebiydi işte.

Olayın aslı ise benim tutkulu bir hikâye anlatıcısı olmamdı. Herkese değilse bile hikâyeyi hak ettiğini düşündüğüm birine rastladığımda harekete geçen bir güdünün kölesiydim. Mağaralarının ılık güvenliğinde, ateşin başında toplanmışlara ilk hikâyeyi anlatan, saçları kafasının karışıklığının görüngüsü olacak şekilde karman çorman o kadın benim büyük- büyük – büyük –büyük- büyük – büyük annemdi. Arada bir nesil atlasa da, anlatmaya veya söylemeye vurgun bir soyun yarı kör son neferiydim ben.

Hikâyeyi anlatmak istediğim için tanışmıştık. Gündeliğin ortasında – ki, gündelik olan herkes için olduğu kadar boğucuydu benim içinde, birden hikâye gelmiş olmalı onu ilk gördüğümde. Bu yüzden, ben o sonbahar günü, zemini sararmış yaprağa kesmiş dar bir sokakta, ağacına dargın kırmızı bir yaprağın savruluşunu izlerken yanımda geçen ilk kişinin koluna kapışmıştım. O sendin ve elinde Ecinliler filan yoktu… Ben maaş günü bankamatiğin önünde sıraya girmiş, kendi zamanını beklerken hesap kitaptan beyni bulanmışların hemen arkasında sıranın sonunda beklerken sen önüme geçmeye çalışmıştın. Sırtında gördüğüm bir şey dürtmüş olmalı içimdeki köleyi. Ondandı mutlaka bana dönmeni sağlayıp hikâyeye girizgâh yapışım. Ve yine Niteliksiz Adam’ı okuyor değildin elbette… Ben sevdiği bir şeyi yitirmiş olmanın üzüncünü neresine gizleyeceğini bilemeyen o insanların tuhaf telaşıyla, sağımı solumu görmeden yürüdüğüm büyük bir caddede ilerlerken, yitirmeyi bilmenin erdem olduğunu göstere göstere yürüyen seni fark edebilmiş, fark ettiğimi feci şekilde kıskanmış, kıskançlığın harekete geçirdiği köleye söz geçirememiş olduğum için önünü kestiğimde girmiştim hayatına. Aramızda tek okuyan ben, okunan da senin yüzündü… Ben insanlara katlanamamanın esas sebebinin, onları çok fazla önemsemekten kaynaklanıyor olabileceğini bir sınıf dolusu çocuğa ilk kez itiraf ettiğim dersin sonunda kendimi kendime şaşkınlığımla sokağa attığım sırada yanımdan geçen ilk kişi olduğun ve belli belirsiz bir vanilya kokusu yaydığın için koluna yapışmıştım, elinde bir alışveriş torbası olduğunu iyice hatırlıyorum… Ben yoksunluğun yoksulluktan daha büyük bir kekemelik nedeni olduğunu söylemeyi bir türlü beceremeyen bir arkadaşımı uzaklara yolcu ettikten hemen sonra, hava limanının kalabalığındaki sosyal kekemeliği işitmemek için hızla uzaklaşma arzumu kontrol altına almaya çabaladığım için şehir servisinde yanımda oturan sen’e dönüp hikâyeye sonundan başlamıştım… Ben yıllarca başını okşadığım, kendisini ve beni uykuya mırıltılarıyla uğurlayan, dünyanın en hırçın kedisini veteriner iğnesiyle acıdan uzak tutmaya götürdüğüm o öğleden sonra, gözyaşlarımı, orada elimi ilk tutan olduğun için, senin kulaklarına akıtmıştım. Gözyaşının insanın ilk hikâyesi olduğunu bilmesen de reddetmemiştin. Elinde kitap değil, ölüm ilacı kokusu vardı…

Metnin başına “ yapayalnızlığında yapayalnızdı” yazmıştım ya. Okumuş ve hemen itiraz etmişti. Başladı mı, susmak bilmezdi. Başladı mı, sabırla dinler sesimi çıkarmazdım. Bu kez susmadım. Sen ne anlarsın, dedim.  Tam yeriydi. Başladı. Tanıştığımız günü hatırlıyorum da… Ben cıva gibi bir delikanlıydım ve Yüksel caddesinde bir yandan yürüyor bir yandan da elimde bırakamadığım, Yüz Yıllık Yalnızlık’ı okuyordum. Hadi oradan, diye kestim sözünü. Cıva gibi delikanlılar kitap okumaz, hele yürürken hiç okumazlar. Asıl ben… Bu böyle sürdü gitti. Birbirine hazırlıklı insanlardık ve bu deneyim uzun yıllar içinde edinilmişti.
Yaşadıkça okumayı sürdürür müydü, bilmiyorum. Ama ben yaşadıkça hikâye anlatacaktım, o da dinleyecekti. Birbirimiz için seçilmiştik. Ağız ve kulak. Ses ve söz.  Zihin ve zihin. Başka bir şey gerekmezdi, gerekmedi.





Mey