“Balıklar karınları yukarıda ölür ve yüzeye çıkarlar. Bu onların düşme
biçimidir.”
Gitse artık, diye gözünün içine bakıyordum. Bakıyordum ama
onun halden anlar bir duruşu yoktu. Gitse keşke, diye geçiriyordum içimden. En başından
hiç gelmemiş olsa. Ama gelmişti. Çat kapı üstelik. Yorgun günü istediğimce
bitirme hayalimin ortasına bomba gibi düşmüştü. İçeri girip, soyunup dökünmeye
kalmadan çalmıştı kapı. Tanımakta zorlanmıştım elbette. Aradan geçen yıllar
benim gibi onu da değiştirmişti. Şaşkınca bakakaldığımı biliyorum. O da ayan
beyan görmüştü bunu. Pişkince gülmüştü, buyur edilmeyi beklemeden dalıvermişti
henüz genç akşamımın orta yerine. Şaşırttığını biliyor, bundan keyif aldığını belli
etmekten de kaçınmıyordu. Kafamdaki yüz bin tilki, benden daha fazla
şaşırmışlar, ondandır ki dona kalmışlardı. Gelene neden geldin demeyenlerden
değildim, gelişinin nedenini sorabilmem için zamana ihtiyacım vardı. Kahve
istedi. Bu iyiydi, ona henüz sormadığım soruları kendime sorabileceğim bir
aralık bulduğuma sevinerek hızla mutfağa yöneldim. Nereden çıktı, çıktığı
yerden niçin çıktı, ne istiyor, istediği her neyse neden benden istiyor? Zihnim
Locke’un boş levhasından daha temiz, köpürmek bilmeyen kahveye bakarken
sorulardan bağımsız cevapların işgaline uğramak üzere olduğumun bilinciyle
aldığım nefesleri usul usul dünyaya iade ediyordum. Geçerken uğrayacağı biri
değildim, hiç de olmadım. Epeydir ortak tanıdıklarla, mekânsal aşinalıklarla da
işim olmamıştı. Onu neredeyse hiç aklıma getirmemiş, bir kez olsun acaba
nerededir ve ne yapıyordum diye merak da etmemiştim. Bir arada olduğumuz – ki handiyse
zorunlu bir mekân paylaşımıydı – dönem boyunca mesafenin sabit kalması için
özen gösterip ne sokulmuş ne de sokulmasına izin vermiştim. Salonumda şu an
oturmuş, köpüğünü çoktan kaçırdığım kahveyi bekliyor olmasının mantıklı bir
açıklamasını bulamayışın mantıklı açıklaması, onun yer aldığı geçmişe ilişkin olmayışlardı.
Köpüksüz, üstüne soğumuş kahveyi alıp yanına dönerken beni sarmalayan
anlamsızlık hissini yüzümdeki bir çizgiye – hangisi? önemi yok şimdi-
yerleştirmiş olduğumdan emindim.
Kahvesini verip karşısına oturdum. Beklediğim gibi ilk
yudumu almasıyla yüzünü buruşturması bir olmuştu. İçin için sevindim buna. İçimde
beliren bu hainliğin hesabını, gerekirse, sonra verirdim kendime. İçin için
sevinişimi böyle teselli ettim. Şaşırdın değil mi, dedi o sıra. Soru değildi
elbette, onu eğlendiren bir durumun altını çiziyordu sadece. İnsanlar aynı
değil. Kimi benim gibi için için sevinir, kimisi de onun yaptığını yapar, sevinci
dışın dışın buradayım, der. Her zaman böyleydik biz aslında. O hep dışında ben
hep içinde. Ne varsa ne yaşanıyor ne hissediliyorsa. Değişmemiş bir şeylerin
varlığı ikimizi de bir parça rahatlatmalıydı. O rahat görünüyordu başından
beri, olup biteni bilmenin rahatlığı da eklenince, neredeyse kıskanacağım bir
tebessümün hazırlığı seziliyordu yüzünde. Sormayacak mısın, diye sordu pişkince.
Soracağım, dedim. Güldü. Gülmedim. Değişmemişsin, demeye hazırlandığını
bildiğimden, tasarruf niyetine niçin geldiğini sordum. Keşke gitse. Keşke neden
geldiğini söylemeden kalkıp gitse. Keşke geldiği gibi teklifsiz çıksa şu
kapıdan. Gülmesi gerekirken gülmediğinden ben güldüm bu kez. Hangi rüzgâr, diye
başlayan sabuklamaya eşlik eden sinir bozucu bir gülüştü benimki. Biliyordum. Hiçbir
zaman yakınında olmaya çabalamadım biliyorsun, dedi. Hiçbir zaman mı, diye
düşündüm. Peki bu zaman? Bu zaman, tam o an evimde oluşu, gönülsüz
yapıldığından köpüğü kaçmış ve belki bilerek soğutulmuş kahveyi yudumlayışı,
ağzından çıkan o ‘hiçbir zaman’ sözcüğüyle çelişiyor; çelişiklik, aman üstünde
durduğun şeye bak denilemeyecek, denilse de kulak asılmayacak bir can sıkıntısı
yaratıyordu.
Dilin mantıksız, ama mantıksızlık anlamında mantıksız
kullanımı düşüncenin gelişi güzelliğinden doğuyordu. Her zaman seni seveceğim,
derdi insanlar ama bir zaman sevmez olurlardı. Hiç unutmayacağım, dedikleri
şeyleri unuttukları anların gelmesi kaçınılmaz olurdu. Daima düşüneceğim
derlerdi örneğin, kimin sonunda karnı acıkmıyordu ki? Ölesiye nefret
ettiklerini söylerlerdi ama soluk alıp vermekten vaz geçmezlerdi ne olsa. Tümel
yargıyı yanlışlayan tikelin günün birinde gelip çatması kaçınılmazdı. İnsan söylediklerine
dikkat etmeliydi nazarımda. Ama söylemeden önce geleceğin tutarsızlığını
düşünebilecek kadar mantıklı olmalıydı. Ağzından dökülen sözdeki ‘hiçbir zaman’
vurgusu, o anda içinde olduğumuz zamanı sıkıntıya boğuyordu ve bunu fark
etmesini bekleyecek kadar iyimser biri değildim. Ne istiyorsun, dedim. İstemese
bir şey. Keşke gitse. Keşke ne istediğini söylemeden kalkıp gitse. Keşke geldiği
gibi teklifsiz çıksa şu kapıdan.
Neyse ki uzatmadı. Çabuk tarafından anlattı derdini, istedi
isteyeceğini. Sözünü kesmedim. Cümlelerinin arasına zihnimin yerleştirdiği soru
işaretlerine ses vermedim. Dinledim. Umutsuzdu, cesareti yoktu eylemeye ve
söylemeye. Başka birinin söylemesi gerekiyordu. Daha doğrusu söyleyeceklerini
iletmesi gerekiyordu. Söyleneceklerin söylenmemesi gibi bir seçenek yoktu. Dillendirememek
yüzünden ölecek gibi hissediyor, içinde biriktirdiklerinin altında eziliyordu. Onun
istediği ve umduğu etkiyi yaratacak şekilde söyleyebilecek bir ben vardığım
bildiği, tanıdığı. Bunu onun için yapmak zorundaydım. Halini görmüştüm işte,
ona sırt çevirmeyeceğimi bilecek kadar tanıyordu beni. Evet biraz soğuktum,
zaman zaman kibirli olduğumu düşündüğü de olmuştu ama kötü biri olduğumu hiç
düşünmemişti. O yüzden beni sözcüsü, sözü iletecek kişi olarak istiyordu.
Yapabilirdim, hem niye yapmayacaktım ki? Sözün yöneldiği zihin bana açık ederdi
anlama kapısını. Endişe etmemi gerektirecek bir şey yoktu, elçiye zeval
olmazdı, değil mi? Onu kırmamalıydım, hayır demeyi aklıma bile getirmemeliydim.
Önemli olmasa, hayat memat meselesi olmasa, yüzüne şimdi baktığım gibi
bakacağımı bildiği halde gelir miydi? Gelmek için gereken cesareti bulabilmesi
ne kadar güç olmuştu, biliyor muydum? Tabii bir de şu gönülsüz kahve vardı. Neydi
o öyle? İkimiz de güldük sözünün bu kısmında. Gerçekten neydi, o öyle?
Gitse artık, diye gözünün içine bakıyordum. Hiç gidesi
yokmuş gibi anlattıkça anlatıyordu. Gitsin istiyordum, istediğini düşüneceğim
sözünden başka bir cevap veremeyeceğimi söylemiştim. Bununla yetinsin ve gitsin
istiyordum. O ise, anlatmanın, anlatabilmenin ılık rahatlığına çok çabuk
alışmış, bundan vaz geçmenin alemi yok diye düşündüğünü saklamaya gerek
duymadan başlangıçta hafif diken üstünde oturduğu kanepeye yayılmaya
başlamıştı. Bana dair hiçbir şey sormayışı, yanımda olduğu halde yakınımda
olmak için çabalamayışı gardımı indirmeye başlamama neden oluyor gibiydi. Bu
hal onu görmemek için çektiğim perdenin aralanmasına neden olacak endişesi
içimde büyürken acıktığını söylemesi ipin ucunun enikonu kaçtığını anlamama neden
oldu.
Ben makarnanın sosunu hazırlarken, salatayı doğramakta ısrar
ettiği için küçük mutfağımın dar alanında ona değmemek için girdiğim çabadan
yorulmuş, gitse artık dileğimin sussa artık arzusuna dönüşmeye başlamasındaki
ironiyi görmezden gelemeyerek sırıttığımı fark edip, şaşırıyordum. Makarnanın yanına
açılan bir şişe şarabın dibini görüşümüzün ardından masayı toplamayı bana
bırakıp salona dönüşünün yarattığı sessizlik fırsatıyla nefes aldım. Derin ve
ağır nefesler. Çayın demlendiğini haber veren kokuyu içime çekip bardakları
hazırladım.
Salona döndüğümde kanepeye uzanmıştı. Usulca seslendim. Kıpırdamadı.
Gitse artık, diye içimden geçirerek eski yerime oturdum. Onda yüzeye çıkan şeyi,
göstermeye geldiğini şeyi görmüştüm. Fazlası ona lüks bana yük olacaktı. Başımı
kaldırıp ona baktım bana baksın diye. Git
artık, diyen bakışlarımı görsün istiyordum. Titreyen kirpiklerinin gölgesini
gördüm ilkin, ardından usulca inip kalkan göğsünü. Uyumuştu. Uykusunu izledim,
izleyişimden hafif tedirgin olarak. Düşüşünden söz edişi geldi aklıma. Sonra
gördüm. Gördüğüme güldüm derken: Rüya görüyor ve düştüğü o yeri okşuyor gibiydi.
Bıraktım uyusun, bıraktım düştüğünü uykuda sevmenin tadını çıkarsın. Gitsem
artık, dedim. Gitmedim.
Mey