9 Eylül 2018 Pazar

‘ Kendine Dair Bir İmgeyle Dolmak’ Denilince


Acelem vardı. Yürüyordum. Hep acelem olur. Gidilecek bir yer, alınacak bir şey, uğranılacak biri. Yürüyordum. Kahve kokusu o sıra. Yürüyüşümü yavaşlattı. Yeni nesil kahve satan dükkanlardan birinin önünden geçiyor olmalıydım. Canım çekti mi? Çekti. Nadiren kahve isterim oysa. Dursam mı, girsem mi, elime tutuşturacakları karton bir bardağa baka baka yoluma devam etsem mi, yürürken içsen tadı tuzu olacak mı, derken boş verip ilerlemeye devam ettim. Kaybedecek zaman yoktu. Ne zaman oldu ki? O sıra geçende okuduğum bir fiil düştü aklıma. ‘Kendimize ait bir imgeyle dolmak!’ ilk okuduğumda da çarpmıştı, ondandır ki günlerdir zihnimde evirip çeviriyordum. Kendime dair bir imgeyle dolacaksam… Hem neyin nesi, kendine dair bir imge? Üstelik onu alıp benliğine yapıştıracaksın. Kendini örteceksin kendine dair bir imgeyle, öyle mi? Tabii, böyle bir imgeye sahip olmak asıl mesele, görünürde yoksa arayıp bulmak, kazıp çıkarmak saklandığı yerden. Varsa da derindedir zaten. Yoksa göz önünde olanın fark edilmezliğinden, göremeyeceğim kadar yüzeyde mi? Kahveyi boş verdiğim gibi bunu düşünmeyi de boş vermeliyim gibi gelmişti o anda. Esasında ürkmüştüm bu dolma meselesinden ve hatta kendime dair bir imge arayışından. Zihnimden savuşturmak istediğim için başımı hafifçe salladığımı fark ettim ilkin, sonra bunu yaptığımı gören birileri var mı telaşıyla etrafı kolaçan ettiğimi. Neyse ki, kimse benden yana bakmıyordu, gören olmamıştı besbelli. Kim bilir, belki de herkes kendine dair bir imgeyle kendini doldurmakla meşguldü. Bir an bu düşünce canımı sıktı. Benden başka herkesin çoktan ‘dolmuş’ olduğu düşüncesi belirince zihnimde, çıplakmışım – anadan üryan şöyle – gibi koşup saklanma isteği peyda oluverdi. Zaten koşar adım gidiyordum. Nereye kaçacaksın?

Nereye kaçacaksın? Somut olana, görünürdeki eyleme ve eyleme zorunluluğuna elbette. İşin mi yok, dedim kendime. Nereye dönsen yapman gereken başka bir işe çarparsın. İçime su serpti bu dediğim. Hızlıca listeledim o gün yapılacakları. Önce bu, daha önce şu, biraz sonra o derken rahatlamış gibiydim. Gün yetecek mi? Liste bitmeden geniş bir zaman olma – olabilme arzusu belirdi içimde. Zamanın kendisi olma. Arzu ile imgeyi karıştırma diye uyardım içten içe sevinmeye başlamış zihnimi. İmge bulmak da kolay değil, geniş bir zaman dönüşmek de. Yürü hadi yürü. Şu caddeden kurtulmalıydım.

Önüme çıkan ilk ara sokağa daldım. Kestirme, diye düşünmedim ki kestirmeydi. İki yanında müzik aletleri satan mağazalar sıralanıyordu yol boyu. Vitrinlere göz ucuyla bile baksanız türlü türlü müzik aleti görebiliyordunuz. Vurmalılar, yaylılar, üflemeliler. İster istemez şarkı düşüyor insanın zihnine onlara bakarken. Bu kez başımı değil elimi salladım savuşup gitsin diye gelen düşünce. Görüp de yadırgan kimse oldu mu diye de bakmadım. Fark edilmeyi umursamayacak kadar önemliydi kendini fark ettirmeye çabalayandan silkinip kurtulmak. Elimi sallarken, uzaktan gönderdiğim masum öpücüğü, parmaklarıyla yakalayıp götürüp kalbine koyan çocuğun imgesi belirdi gözlerimin önünde. Mutlu bir imgeydi ama bana dair olmadığından onunla dolmam olanak dışıydı. Tüh be, dedim. Tüh be. Güzeldi oysa. Yakışırdı da. Ama yakışmazdı da bir yandan. Elimi saçlarımın arasından – biraz düş kırıklığıyla – geçirdim. Görüntü dağılıp gitti. Sokağın eskiden de bu kadar uzun olup olmadığı sorusu o an düştü aklıma. Üç beş adımda geçilebilir gibiydi sanki birkaç gün öncesine kadar. Düşme aklının bu oyunlarına, diye nasihat etmeliydim kendime. Somuta, yaşamsal olana dön, demeliydim. Demedim ama saatime baktım. Çoktan gecikmişliğime mi yanayım, kendime dair – yere batasıca – bir imgenin peşine düşmüşlüğüme mi çıkışayım bilemeden durayazdım sokağın orta yerinde. Kendine dair, kendini doldurabileceğin bir imgenin varlığı fikrinin yüzeyinde küstahlık vardı, az derininde de güven. Küstah bir güven. Bu saptamaya deli gibi sevindim. Aferin bana. Vallahi aferin. Sevincimi kıran Plotinus’a ne kadar lanet okusam azdı: “ kişi ancak içinden çıktığı şeyi temaşa etmek üzere geri dönmek suretiyle kendi imgesini belirleyebilir ve bu imgeden haz alabilir.” Her sözcüğü yüz kez çevirdim zihnimde. Sokağın ortasında durmuş elalemin filozofuna lanet okurken müzik aletleri satan dükkanlardan en köhne görüneninden yükselen şarkıya itiraz, imgenin özlemi ve hazza dirençle ayağımı yere vurdum. Saati ve zamanı boş verip geriye, hala burnumun direğinde sızlayan kahve kokusunun geldiği yere doğru döndüm. Dilimin ucunu sızlatan ilk sıcak yudumun ardından, kendini bozmayı asla bırakmayacak bir imgeye ihtiyacım olmadığını söyledim kendime. Boşluğuma. Yinelenen dolma ve boşalmalardan ibaret gizli bir inşa sürecinin – gerekirse – değiştirilebilir tuğlasıydı imge dediğin şey. Mayısı kırmızıya kesen gelincikler, uykusuz gecede çağırdın ‘uyku cini’, şarkının biteviye değişen güftesi, gerçeğin üstünü örten söz sanatı, denize paralel dağların doruğu, bulutların içinden hızla geçişi, yüzünden göğsüne düşen bir damla ter, kanını kaynatan yüksek perdeden kahkaha, kahvenin kokusu ama en çok da ironi. Seç, beğen, doldur, boşalt. Kendinden, kendine dair veya değil. Doluysan da boşsan da kahveyi bitirip koşacaksın. Bardağı masaya bırakıp koştum. Kendime dairin ağırlığıyla koşabildiğim kadar koştum.

Mey