Kapıyı zorluyor. Bu uyuyamamalar, bu tavşan uykuları ondan.
Bir parça dalar gibi olduğumda görüntüler işgal ediyor, göz kapaklarımın
altında uykuya ait olması gereken alanı. Kendisini hiç görmediğim ancak
ötüşüyle uyur uyanıklığımın fon müziğini eksik bırakmayan baykuşun sesi de
cabası. Babamın birkaç metre uzağına gömdükleri, traktör kayışıyla kendisini
asan on sekizliğin mezarına koydukları tişörtün turuncusu oluyor bazen bu
işgalin ön saflarında; kiminde çardağın altında okurken begonvilden kendilerini
bırakan miadını doldurmuş pembe çiçeklerin düşüşlerine dalıp giden bakışlarımın
sevinçsizliğe alışmaya meylinin fotoğrafı, kiminde de hüznünü gizlemede
beceriksiz annemin yüzündeki o eğreti gülüş. Uyanıyorum. Sersem sepelek
bakakalıyorum yattığım odanın tavanına. O ara dağdan gelen esinti, nemden
bunalmış tenimi ferahlatır gibi oluyor. Zorlanan kapıya sımsıkı dayanışıma
anlam veremiyorum. Kalkıp balkona çıkıyor, bir sigara yakıyorum. Önümde limon
ağaçlarından bir deniz. Aşağıdaki ağaçların, titrek gölgesiyle dövüşen yapraklarını kendime
benzetip üzülüyorum. Sonra üzüntümle dalga geçmemek elden gelmiyor. Biraz
gülüyorum kendime, biraz direncimin anlamından şüphe duyuyor, biraz da cırcır
böceklerine söyleniyorum. Buralarda yeni peyda olan, ötüşü çirkin baykuş cevap
veriyor söylenmelerime. Sen de nereden çıktın diye fısıldıyorum önümdeki
karanlığa. Banyoya geçip yüzüme su çarpıyor, yatağa dönüyorum birkaç saat için.
Günleri anımsayamasam da gecelerin böyle geçtiğinden çok eminim.
Kapıyı zorluyor. Her gece bir öncekinden daha güçlü, daha
kararlı. Mişkin’in Mektupların Romanı’ndan bir cümlenin belleğimden çıkıp yarı
bilinçli zihnime gelmesiyle aynı ana denk geliyor ürkek uykumdan uyanışım bu
gece. Saate bakıyorum : 01:46. Bir saat önce girmiştim oysa yatağa. Taze
mezarların baş ucuna konulan beş litrelik içi su dolu pet şişelerin görüntüsü canlanıyor zihnimde. Her
ziyarette defalarca doldurulup, sıcaktan kuruyarak çatlamış mezar sulanıyor.
Sonra şişe, mutlaka dolu olarak, bırakılıyor bir sonraki ziyaretin ilk tüketimi
için. Bunu neden yaptıklarını – yaptığımızı – sorup duruyorum kendime. Mantıklı
bir cevap bulamıyorum. Yüksek sesle sorup, annemi incitmeye ise cesaretim yok
henüz.
Kapıyı ben yaratmadığım gibi, kapatan da olmadığımı
düşündükçe, şimdi olan bu zorlama belli belirsiz bir isyan duygusuyla direnmeme
neden oluyor, biliyorum. Ceremesini çekmek de uykularıma kalıyor. Uyandım bir
kez, efendilik bende kalsın, kaçıp gitmiş uykunun peşine düşmeyeyim
düşüncesiyle telefonu elime alıyorum. Posta kutuma düşmüş yeni bir haber. Bir yazının
haberi. Çoktandır tıklayıp okumak içimden gelmiyordu bu yazıları. Bu kez
kendiliğimden elim gidiyor metni açacak linkin üstüne. İçimden kendini belli
etmemek için çabalayan, heyecan benzeri bir şey yükseliyor. Bu, kapını marifeti
işte. Biliyorum. Diklenmeden çoktan açılmış sayfadaki yazıyı okuyorum. Sonuna kadar.
Çabucak bitiyor. Kötü bir şey düşünmüyorum yazıya dair, iyi bir şey de. Belki
de, anlamadım diyorum. Yine de bazı yazıları okumaktan duyduğum pişmanlık
yükselmiyor içimde.
Hay kapı gibi senin, diye söylenerek kalkıyorum yataktan.
Balkonu es geçip alt kata iniyorum. Verandaya çıkıp oturuyorum. Tom McCarhty’nin
Saten Ada’sını düşünüyorum biraz. Roman için aldığım notların bulunduğu
defterin nerede olduğu sorusu düşüyor aklıma. Geveze baykuş bir an için bile
susmuyor o ara. Bu gece enikonu dertli olmalı ki, aralıksız bırakıyor sesini
gecenin diğer seslerinin arasına. Defteri bulmayı geciktirme arzusuyla
bacaklarıma sinek ilacı sıkıyorum. İlacın kötü kokusu genzimi yakıyor. Saten
Ada’nın büyük bir kinaye – insana dair devasa bir kinaye – olduğunu düşündüğümden
almıştım o notları. Defterin varlığının başka bir alt ve asıl nedeni yoktu.
Çünkü kapı vardı – kendi kendine oluşmuş ve şaaaak diye kapanmıştı yüzüme. Doğrusu,
umurumda olmamıştı. Açma çabasına da girmemiştim. Kapı tavşan, ben dağ. Ama şimdi
kapıyı zorluyor. Tavşanın kibri belki, belki de dağın içini oyan o kopkoyu
duygu. Baykuşun sesi diğer sesleri bastırırken oturduğum yerden Saten Ada’dan
sonra aldığım Kağıt Ev’e ilişkin notları anımsamaya zorluyorum kendimi. Ve hiç
esmiyor oturduğum sürece. Nemden parıldayan tenime rahatsızlıkla bakıyor, bırak
defteri bir duş al diye ayak sürüyorum. Domuzluğum – ki beterdir – tuttu,
biliyorum. Defterin yeri bal gibi aklımda. Ve kapı, hiç yapmadığı kadar
zorluyor.
Baykuş susarsa, kalkıp defteri alırım diyor kumarbaz yanım.
Susmayacağına çok güvendiğimden blöfü görmeye meyilliyim. Yatakta okuduğum
yazıyı düşünüyorum alttan alta. Çay makinesinde akşamdan kalan çay duruyor. Çoktan
bayatlamış çayı kesiyorum. Birkaç begonvil yaprağı yere doğru süzülüyor o anda.
Bayat çaya fit olmakla kalkıp bir kahve yapmak arasında kararsızken; uzanıp
mandalina ağacından henüz olmamış, küçürek bir mandalina koparıyorum. Seçenek olmayanı
seçeneğe dönüştürmek geçici bir haz o
esnada. Bir bıçak, biraz tuz. Mutfakta ayak üstü emiyorum ortasından ikiye böldüğüm
mandalina parçalarını.
Kapı zorluyor. Arkasından usulca çekiliyorum. Kapatmadığım
bir kapının gönüllü, bir parça da celbi açılışını izliyorum; mandalinanın
ekşisi ve tuzdan yanan dudaklarımı yalarken. Çünkü baykuş susalı epey oluyor. Çünkü
defterin yeri buz gibi aklımda.
Mey