Babamla.
Duramıyorum burada, diyorsun Seçil’e. Duvarlar üstüme üstüme
geliyor. Babama gideceğim. Kalan son iki ders ve seni şehre indirecek araç
ayarlanıyor. Hem kan vermem lazım, diyorsun kendine. Dün geceden borçlu kaldık
kan merkezine. Borçlu kalmaktan haz etmezsin, babadan miras bir ilke. İçindeki huzursuzluk,
göğsünün üstün o ağırlık yol uzadıkça uzuyor. Hırsını ellerinden almışsın,
parmaklarında umursamadığın bir sızıyla iniyorsun hastanenin önünde. Önce anne
bulunmalı. Ya hastanenin bahçesindedir ya da yoğun bakımın önünde. Kimsenin
perişanlığını düşünecek halde değilsin. Merhametinin tek adresi var. Yine de
bulduğunda anneni, için yanacak haline. Sen eve git, biraz dinlen diyeceksin.
Ben buradayım. Kardeş de gelir çok geçmeden.
Şansını denemeye karar veriyorsun, kan vermeye gitmeden
önce. Cebine para sokuşturduğun hasta bakıcı oradaysa içeri girmene birkaç
dakika için izin verecektir. O cebe sokuşturma meselesini akıl edene kadar
geçen zamanda adamın nemrutluğunu hatırlıyorsun o anda. Yoğun bakımın önünde
bekleşen hasta yakınlarından biri kulağına fısıldayıvermişti. Nasıl yaparım?
Yaptın ama. O günden sonra içeri girmek kolaylaştı. Merdivenleri hızlıca iniyorsun
bu kez seni tanıyıp tanımayacağının merakıyla. Dün tanımamıştı hiçbirinizi. Adam
tek kelime etmene izin vermeden, bekle diyor. Biraz bekle, alacağım içeri.
Bekliyorsun. Son kırk gündür beklemekten başka bir şey yapmadın. Kapıyı açıp
eliyle içeri girmeni işaret ediyor. Çabucak dalıyorsun yoğun bakıma. Diğer
hastalara bakmadan, hedefteki yatağa doğru ilerliyorsun. İçinde bir yakarma.
Bugün beni bilsin!
Uyuyor. Yumruk yaptığı elleri sinesinde. Durumun ne kadar
ciddi olduğuna henüz aymadığınız o günlerde, o uyuma pozisyonuna çokça gülmüştünüz
kardeşinle. Şimdiyse… Sesleniyorsun. Duymuyor. Bir kez daha. Üçüncü de açıyor
gözlerini. Hafif şaşalamış. Uzunca bakıyor yüzüne. Sonra başını çevirip tavana
dikiyor gözlerini. Küçücüktün, diyor. Tanıdı seni. Sevinç yalıyor içini. Öyle
seviyordum ki seni, öyle güzeldin ki. Hepinizi çok seviyorum. Ağlayamazsın.
Onun yanında olmaz. Ben de, diyorsun. Düzeltmelisin. Biz de seni çok seviyoruz.
Artık yeter, dediğini işitiyorsun. Seni duymamış besbelli. Bakışlarını tavandan
ayırıp sana bakıyor. Tereddütlü gibi. Sonunda karar verip, bir sırrı bildiğini
söylüyor. Bana da söyle diyorsun. Ben de bileyim. Kelimelerim yok ki, diyor.
Bunu bilirsin işte. Anlatacak sözcüklere sahip olamamanın anlamını bilirsin.
Yine de zorlamalı kendini. Israr ediyorsun. Nafile. Uyudu. Doktor gelip seni
çıkarana kadar durup izliyorsun. Doktora çıkışacak gibisin. Vazgeçiyorsun, saat
altıda ziyaret var. Tekrar gelirim, Sibel de gelir diye avutuyorsun kendini.
Kan merkezinden çıktığında arıyor kardeşin. Bahçede
buluşuyorsunuz. Heyecanla konuşmanızı anlatıyorsun. İkiniz de tutuyorsunuz
kendinizi. Ziyaret saatinde ilk giren olmak için anlaşıyor kardeşin seninle. Tamam
diyorsun. Saat altıyı bekleyeceksiniz hastanenin bahçesinde. Sigara ve çay
eşliğinde, korkanı, ondan daha çok korkanın avutmaya çalıştığı cümleler
kuracak; yoğun bakımın önünden tanıdığınız diğer hasta yakınlarıyla selamlaşıp,
hâl hatır ve hastalarının durumunu soracaksınız. Saatin altı olmasına ne kadar
kaldığını hesaplayarak geçireceksiniz zamanı. Beş buçukta çalıyor telefonun. Yoğun
bakımdan çağırıyorlar. Kan yetmedi herhalde diye avutacaksın kardeşini oraya
doğru koştururken. Doktor kapıda karşılıyor sizi. Yüzündeki ifadeden anlıyorsun
o gün saatin altı olmayacağını. Hayatın boyunca, on dakikalık bir zaman
diliminin varlığına minnettar kalacağını anlamana ise daha vakit var…
Mey