Anlatırken bir yandan da gösteriyordu. Tüm bedeniyle. Bildim
bileli böyle biriydi. Söze bedenini şaşmaz bir başarıyla ekleyebilen o nadir
insanlardan. Sözün tek başına yeterli olacağına güvenemediğinden mi böyleydi,
yoksa dili öğrenirken bedenin vurgusunu da baştan keşfetmişti de ikisini
ayrılmaz mı sanıyordu, hiç emin olamadım. Bildiğim, onu yalnızca dinlemezdiniz
dinlerken izlemek de zorundaydınız. Salt
jest ve mimiklerden söz etmiyorum.
Söylediğiyle uyum içinde şekillenen,
hangi uzvun hangi sözü taçlandıracağının çalışılmamış kendiliğinden
hareketinden dem vuruyorum aslında. Bu doğal yetinin kendisini dinleyendeki
yansımasını, özellikle de ilk kez karşılaşıyorsa, izlemek ise başlı başına bir
deneyimdi. İzlemeye de zorlayan bir
dinleme, kısa süre sonra dinleyicinin de kıpırdanmasına neden olmaya başlardı.
Başlar yana eğilir, kollar hareketlenir, beden eğilip bükülmeye başlardı. Konuşması melodikti ve nerede vurguyu ne
şekilde yapacağını bilen bir ustalık taşıyordu. Onu, dinlemeyi / izlemeyi, severdiniz. Bir
süre sonra sizi yorgun düşürse de, bıktırsa da, sözün ve bedeninin
devinimlerinin arasına gizlediği anlamı yakalama çabasından helak da olsanız,
hoşunuza giderdi onunla olmak.
Uzun yıllara dayanan dostluğumuz göz önüne alındığında
duruma çoktan alışmış olduğum düşünülebilirse de, alıştığım yoktu. Her karşı
karşıya gelişimizde, sohbetin ona düşen kısmını hayranlıkla izleyen olma
durumum değişmiyordu. Sık görüşmememize karşın, birbirimizi hayatın kendine özgü
hay huyu içinde yitirmemeye özen gösteriyorduk. Birkaç ayda bir, bir araya
geliyor; anlatıyor, dinliyorduk. Ben izliyordum bir de elbette. Geçende aradı. Özlediğinden dem vurdu.
Oturalım mı? Oturalım. Sözleştik. Sesindeki burukluğa telefonu kapattıktan
sonra ayabildim. Nesi var acaba,
düşüncesini uzatmanın âlemi yoktu, onu görene kadar bekleyecektim nasılsa
sorunun cevabını alabilmek için. Sözleştiğimiz gün buluşamadık, bir mecburiyet
çıkmıştı. Ona mı yoksa bana mıydı, şimdi hatırımdan çıkmış. Derken bir iki ay
daha geçti aradan, sözleştiğimizi de telefon konuşmasının sonrasında
meraklandıran sesindeki burukluğu da unutmuştum iş güç derken. O ara hayat
biraz karışmış olmalıydı. Yaşamak süregelen ve gitmeyen bir karışıklığın
içinden çıkmaya çabalamakla ilgili bir şeyse de, sözünü ettiğim süreç giden
zamanı aratır nitelikte olmalıydı. Ara sıra aklıma düştüyse de elim varmadı
telefona, aramadım. Ondan da ses seda çıkmadı. Sonra karşılaştık.
Yorgun görünüyordu. Şurada bir yerde oturalım, dedi. Yorgun değil de bıkkın, diye düşündüğümü
hatırlıyorum oturabileceğimiz sakin bir yer ararken. Yürürken yan gözle onu süzüyordum, her
zamankinden sessiz, dünyaya bakışı parıltısız, omuzlarında görünmeyen bir yük
taşıyormuşçasına çökkün görünüyordu. Meraklandım tabii. Neyin var, diye sormak
için oturmayı bekleyecek kadar sabırlı değildim. Konuşuruz, dedi. Aklında bir
yer varmış gibi etrafına bakınmadan yürüyordu. Sonra sokağı tanıdım, gittiğimiz
yeri bildim. Orası duruyor mu hala, diye sordum. Başıyla onayladı. Eskiden sık gittiğimiz bir kahvehaneydi, ara
sokakta olduğu için genelde tenha olurdu ve çayı da idare ederdi. Kahveye
ulaşana kadar konuşmadık. O önden girdi,
cam kenarındaki masalardan birine yöneldi. Çay ocağının önünde duran garsona
seslenerek çay isterken parmaklarıyla sayısını gösteriyordu. Sandalyeleri çekip
oturduk. Cebinden sigarasıyla çakmağını çıkardı. Kaçamak bir bakış attı benden
yana ve sigarasını ateşledi. Ardından paketi bana doğru itti. Parmaklarının hafifçe
titremekte olduğunu o sıra fark ettim. Sigarayı bırakıp yüzüne baktım. Sana ne
oluyor?
Çaylar gelince anlatmaya başladı. Uyuyamıyorum diyen sesine
gözlerini ovuşturan parmakları eşlik etti. Uyusam da hep aynı rüya. Bakışları
karardı bunu derken. Enikonu merak sarmıştı beni, sorarsam hızını keseceğimi
bildiğimden kendimi tuttum. Uykuya dalar
dalmaz onu görüyorum, dedi. Kimi? Beyaz Mantolu Adam. Kim kim? Eliyle üzerinden
düşen pantolonu bir kemerle, yok kemer değil ip galiba, iple bağlama hareketi
yaptı. Hareketi görür görmez o ilk cümle geliverdi gözlerimin önüne: "Kalabalık
bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu." Sen, ne? Nasıl Yani? Hani bizim… Zihnime
doluşan ve aynı anda hepsini birden sormaya çalıştığım tüm soruları
evetlercesine başını sallıyordu o sıra. Beni bırakmıyor, dedi. Elleriyle yakasına
sıkıca yapışmıştı. Konuşamayacak kadar şaşırmış olmalıyım ki, açık ağzımdan
ses, herhangi bir ses çıkarmayı başaramıyordum. Az önce yok saydığım sigaraya
kendiliğinden uzandı ellerim. Üst üste çektiğim nefeslerin ardından sorabildim:
O olduğundan emin misin? Bunu sorma bile, jesti geldi karşılık olarak. Düşünmeye,
daha çok anımsamaya çalışmak için zihinsel bir çaba vermeye başladım. Beyaz
Mantolu Adam! Yüksek sesle diye uyardı
beni çabamın farkına vardığında, ince parmaklı elleri havada daireler çizerek
yükseliyordu aynı anda. Bir an ellerine dalıp gidecek gibi olduysam da, kendimi
topladım. Cümleler kendiliğinden dökülmeye başladı ağzımdan: Sessiz bir anlatıcıdır Beyaz Mantolu Adam. Bu
sessiz anlatıcı, beyaz bir kadın mantosunu sırtına geçirip, kıçından düşen
pantolonunu bir sicimle bağlayıp, ayaklarını sürüye sürüye bir insanlık
durumunu hiç konuşmadan "bakın la bakın", hatta "anlayın la anlayın" diye
haykırır adeta. Bu edilgen anlatıcının inatçılığının belli belirsiz sezildiği
tek an, beyaz mantoyu edinmekteki ısrarıdır, ha bir de beyaz mantosunun
eteklerini kaldırarak, "nasılsa fazla ileriye gidemez" denilen yerde
ileri gitmesidir. Fazlaca ileri gitmesidir. O ileri giderken senin de için geri
geri çekilir hayat karşında. Ben konuşurken o da bedeniyle eşlik ediyordu
adeta. Ona bakarken düşüncelerimin dağılıp gitmesinden endişe ettiğimden hızla
sürdürdüm aklıma doluşanı söze dökmeyi. Onu anlamaya başladığında, içini içine
der top edip yine içine sokuverir. Burada susmalıydım. Sustum. Öyküyü yalnızca bir kez okudum ben, dediğini
duyduğumda omuzlarımı silktim. Bir kez yeterliydi bana kalırsa. Ama neden onun
rüyası, diye düşündüm anlamsız bir imrenme duygusuyla. Ne düşündüğümü anlamış
gibi, hiç bilmiyorum dedi. Sende bir
şeyler fazla ileriye gitmeye meylediyor olmasın, deyiverdim. O esnada
kahvehaneye doğru yürümekteyken onda dikkatimi çeken hali düşünmekteydim: Her zamankinden sessiz, dünyaya bakışı
parıltısız, omuzlarında görünmeyen bir yük taşıyormuşçasına çökkün… Biraz daha
dikkatle baktım haline. Kilo kaybetmiş görünüyordu, yüzünde görmeye alışık
olduğum canlılık silikleşmiş, handiyse parıltısını kaybetmişti. İster istemez aklıma düştü: "
Geniş bir meydanda otobüsten indi. Küçük bir boyacı, sandığını koydu yanına. "tozunu
alalım mı abi?" dedi. Ayağını özenle koydu sandığın üstüne; sargıların
arasındaki kirler, beyaz bir fırçayla özenilerek temizlendi. Sonra, güvercinler
için mısır aldı; kollarını iki yana açarak serpti kuşlara. Parkın girişindeki
duvarın üstünde oturan kasketli bir genç, yanındakine, "put gibi olmuş,
şuna bak," dedi. "Çarmıh," diye düzeltti öteki. Güldüler."
Aklımı yitiriyor gibiyim, dedi ve yana eğdiği başından
uzaklaştırdığı elinin melodik hareketiyle kendisinden uzaklaşan aklını pek
güzel tarif etti. Gülecek gibiydim. Gülme, diye uyardım kendimi. Dünyaya diyeceğini bedeniyle diyen bir
adamın, yine bedeniyle isyan eden bir adamı rüyalarına konuk etmesi o kadar
şaşırtıcı gelmemeye başlamıştı. İçimdeki haseti bastırmayı başarmış olmalıydım.
Uzunca konuştuk, rüyalarının anlamının ne olabileceğinden bahsedip, bir uzmana
görünmenin akla yakın olup olmadığını tartıştık. Sonunda akıl edip sorabildim:
Ne yapıyor, ne oluyor peki rüyanda? Bir an söyleyip söylememe arasında
ikircikli kaldığını ancak ben anlayabilirdim. Nasılsa söyleyecekti, bekledim.
Beyaz mantosunu, dedi. Omuzlarına bir ağırlık yüklenmiş gibi söyledi bunu. Beyaz
mantosunu zorla omuzlarıma bırakmaya çalışıyor. Anlayışla başımı sallayıp,
Elizabeth Bennet’in de benim rüyalarımı sık sık doldurduğunu ona şimdilik
söylememeye karar verdim. İnsan, nasılsa, alışıyordu. O da alışacaktı. Çayların
parasını ödeyip çıktık. Vedalaşırken put gibiydi. Arkamı dönüp uzaklaşırken
içimden “ çarmıh” diye düzelttim.
Mey