26 Kasım 2016 Cumartesi

Yarım Konuşma…

                                                            Yarım konuşmak despotizmdir…/ M. Blanchot


Söylediğini eksikli bırakmanın ne zaman bir zorunluluk haline geldiğini soracak olsaydınız, size cevap verecek birini bulmak epeyce zor olurdu. Şimdilerde kimsenin hatırlamadığı veya hatırlama gereği duymadığı bir zamanda olsa gerek. Eskiler, yani ağızdan çıkanın karşıdaki için tümel bir anlam taşıdığı zamanları anımsayacak kadar yaşı geçkin olanlardan birini bulsanız dahi, çabucak unuttukları- muhtemeldir ki ilkin onlar yeğlediler söylemde tikelliğin bulanıklığını – eylemelerini hatırlamaya nazlanacaklardır. Yani ki sormayınız, ekleniniz. Eksikli yaşamayı takip eden yarım söz.  Biz buyuz.


Uyandığımda başım... Aklıma geldi… Yok! Kâbus… Nefes nefese…. Hatırlamaya… Ağrı çok… Ayağımı sürüdüm… Aklımda gözleri… Canavar… Bardak düştü… Saat erken… Onlarca parça… Kan durmadı… Acı yaradan… Yağmur ve rüzgar… Dışarıda boğuk ses… Kabus yeğdi… Musluk suyu kirli… Düşünce kirli… Üşüyen ve zonklayan… Ziller başladı… Telefon, kapı, aklım… İnsan gürültüsü… Kahve bitmiş… Makinede boşluğa fokurdayan su… Kitap düştü… Saat geç… Onlarca sayfa… Yaraya bant… İnsan kirli… Zonklayan ve üşüyen… Dışarıda çoğul ses… Kapıyı kapat… Ağzımda acı çikolata… Korku dağlarda… Çocuk düştü… Saat şimdi… Onlarca çocuk bedeni… Uyanmasaydım… Rüzgar ve yağmur… Dışarda düşman ses… Kabus bir arzu… Unuttum… Yara açık… Ekmek düştü… Saat kendinde… Onlarca kırıntı… Kapıyı aç… Uğultu… Başım… Hatırladım… Gözlerim düştü… Saat eskidendi… Onlarca bakış… Ziller susmadı… Kaç…


Söylediğini inkâr etmenin ne zaman bir zorunluluk haline geldiğini soracak olsaydınız, size cevap vermek için sıraya girecek bir dolu insan bulurdunuz. Tabii onları anlamanız gerekirdi. Anlamak yetmezdi öte yandan. İnanmadığınızı belli etmemeniz şart olurdu. Hak vermeniz gerekirdi bir yandan. İçtenlikle ve gönülden bir hak verişin payları olduğunu düşünürlerdi. Ciddiyet kollarlardı bakışlarınızda ve olmayışına içerleyebilirlerdi. Bakışlarınızda boşluk varsa, vakit kaybetmeden başlarlardı konuşmaya. Mütemadiyen ve eksikli sözle. Dinlemeniz gerekirdi usanmadan. Dinlemeniz ve başınızı anlayışla sallamanız. Haksız yaşamayı takip eden eksikli söz. Biz buyuz.


Uyuduğumda… Zihnim canavar… Yok! Bu kez düş! Güneşli ve dalga var… Çiçek düştü… Saat içinde… Onlarca yaprak… Özlem kahraman… Söz büyü… Dalga gürültü… Güneş yaraya sıcak… Nefes efsun… Benim… Ondan… Söylemek çöl… Elmaya saplanmış bıçak… Çöl düştü…Saat kayıp…Onlarca tanecik… Söyleyebilmek kara… Sevdalanmış kalem… kâğıt kirli… Aşk düştü… Saat hiç… Onlarca ben… Gel…

Söylemenin ne zaman safsataya dönüştüğünü soracak olsaydınız, benim bir cevabım olurdu. Olurdu ve hoşunuza gitmezdi. Yani ki, sormayınız. Buyuz.


Mey



17 Kasım 2016 Perşembe

Bir Ömür...

İnsan, dedim. Uydusudur yalnızlığının.
Devinir durur usulca onun etrafında.
Ve, dedim bir de. Buna ömür, der.
Bir ömür...


Mey




12 Kasım 2016 Cumartesi

Hiç’liğin Göğsü…

Karanlık ve geniş göğsüne gömeriz, kiminde, yüzümüzü hiçliğin…” / Mey


Geliyor. Her zamanki gibi zamansız bir geliş. Gelmekte olduğunu anladığım her defasında olanlar oluyor yine bende. Aynı kıpırdanış, huzursuz devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Öyle bir susama ki, bardaklar dolusu içsem, içimin yangınına bana mısın demiyor. Bazen günler sürüyor bekleyiş, kiminde de gelmekte olduğunu hissetmemle kapıma dayanması bir oluyor. Hazırlıksızlığımdan vuruyor beni öyle zamanlarda.


İlkinde, sanırım, yoldaydım. Sonbaharın en sevdiğim ayının son günleriydi. Ağaçlardaki yapraklar ilkin kırmızıya vurmuş, ardından hafifçe sarıya dönmeye başlamışlardı. Henüz kendilerini bırakmaya hazır değil gibiydiler. Akşam alacası inerken yavaşça, yürümekteydim. O, şimdilerde çoğunun pek önemsediği ve atlamamaya dikkat ettiği sağlıklı yaşam yürüyüşlerinden biri değildi. Zihnimdeki çer çöpü yürürken sağa sola bırakışlarımda sağlıklı bir yan olabilirdi elbette ama işin orasında değildim. Çok da büyütülecek bir yanı olmadığını düşündüğüm bir kafa karışıklığım vardı; adımlarımın zihnime yol açacağına içtenlikle inanıyordum üzerinde yürüdüğüm sokakları acelesiz geçerken. Gözümün bir çınara takıldığını anımsıyorum. Sararmaya yüz tutmuş yapraklarının duyulur duyulmaz hışırtısına kulak kabarttığımı bir de. Oldum olası, ağaçların dilinden anladığıma inanırım ve onların da benim dilime karşı boş olmadıklarına. Hali hazırda yavaşça olan adımlarımı daha yavaşlatmış olmalıyım, durayazmış ve söyleneni dinlemeye hazır. Yakındaki evlerden birinden yükselen bir çocuk çığlığı dikkatimi dağıtmış, ağaç susmuş ve yabancısı olduğum bir içsel kavrayışla sarsılmıştım. Derken su arzusu peyda olmuştu. Etrafıma bakınmış ve giderek şiddetlenen susuzluğu gidermek için ne yana dönmem gerektiğini düşünmüştüm. İçimde bir şeylerin aralandığına yemin edebilirdim. Kendine yol açan, bunu yaparken neyi sıkıştırdığını, neyi bir yana ittiğini umursamayan bir gelişin sezisiyle olduğum yere mıhlandığımı söylemek abartı olmazdı. Uzunca koşmuşum da nefesim tıkanmış gibi kesik kesik soluklandığım da doğruydu. İyi ki o çınar oradaymış, diye düşünüyorum şimdi. Yaslanıvermiştim elbette. Bilinmeyenin verdiği ürkü kendini yükseltirken, kafamdaki karışıklığın o anki sorunlarımdan en önemsizi olduğunu söylüyordum kendime. Kıpırdanış, huzursuz devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Korunaklı alana, eve dönmeyi nasıl başardığımı hatırlamak çok zor ama ağzımı dayadığım musluktan akan suyun koynuma dolan serinliğini hiç unutmadım. Böyle kaç gün geçtiğini şimdi söyleyemem. En nihayetinde doğurmaya benzediğini tereddütsüz onaylarım. Sancı, sancı, sancı ve rahatlama. Bir şey gelmiş, alabildiğini almış ve karşılık olarak benden yoğurduğu bir şeyi bana bırakmıştı.


Bir iptilaya dönüşeceğini ilk seferinden anlamıştım da hiçleşmeye yatkınlığıyla, her seferinde fazlasını arzulamaya neden oluşuyla tatminin giderek güçleşeceğini akıl edememiştim.  Gelmekte olduğunu sezdirdiği anlarda, eli ayağına dolaşık acemi bir aşık gibi içine daldığım o bekleyiş labirentinde yorgun düşüşlerin bedeni hazla titretişlerini kimselere diyemem elbette. Ve nihayet gittiğinde geride bıraktığının karanlık deliklerinde savruluşumun anlamını açık edecek bir zihnin varlığını tahayyül etmeye de ürkerim. Karanlık bir yanım olduğunu düşündüm bir zaman. Ondandı, karanlık ve geniş göğsünü yüzüm için hazır edişleri. Yüzümdeki çizgileri, kendisiyle harmanlayıp derinleştirişleri. Ateşi ve arzuyu ehlileştirmenin mistik nehrinde boğulana dek kalmama izin verişleri. Gelir, alır ve verirdi, kendi hiçliğinden dikkatli bakmayanın göremeyeceği, hüzünlü bir izi bedenimin seçtiği bir yerine bırakır giderdi. Sancı, sancı, sancı…


Ve ben bir portakalı soymaksızın dörde bölüp, emdikçe emiyorum şimdi. Çünkü geliyor. Her zamanki gibi zamansız bir geliş. Gelmekte olduğunu anladığım her defasında olanlar oluyor yine bende. Aynı kıpırdanış, huzursuz devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Öyle bir susama ki, bardaklar dolusu içsem, içimin yangınına bana mısın demiyor. O, geliyor karanlık ve geniş göğsünü benim için cömertçe hazır etmiş; ben kâğıdı önüme çekiyor ve bir an için elimdeki kalemi dişliyorum. Şiddetle…



Mey




6 Kasım 2016 Pazar

Yarım Diyalektik...


Duruş

Seyreltilmiş bir sızı gibi,
dümdüz - çok düz -,
hem tavizsiz
bir kıpırtısızlık.


Oluş

Sızıyı boş verip
yaraya abanmış devinim.
Söz'le - çok söz -,
hem mırıldanan
biraz da haykıran.

Oluş ve Duruş

Antitez'e
vurgun
tez.

Akış?
Oldum olası müstehzi...


Mey