“Gerçeklik, yanılsama olduğunu
unutmuş yanılsamadır.” J. Derrida
Yanılsamanın bilgisi oracıkta duruyordu fakat onu görecek
halde değildi; çünkü Made İn Heigthts’i dinlemeye dalmıştı. Müzik odada
yükseliyor, görüşü örtecek bir kaplanışa dönüşüyordu. Bir tür sisi andırdığını
düşünmüştü. Düşünce kendi rotasından çıkıp bu sisin içine gizlediği bir şeyin
peşine düşecek gibiydi. Gündeliğin ortasına aniden düşen ayrıksılık; ertesi gün
yapılacakların planlanmasına sert bir sekte vurmuştu. Şarkıyı ilk dinleyişi
değildi elbette, öncesinde de defalarca okumalarına, masa başı işlerine, kısa
yolculuklarına, mutfağının telaşına eşlik ettiği olmuştu. Ama sis. Yok,
kaplanış. Her neydiyse, işte bu sis / kaplanış yeniydi. Başka neyin yeni
olabileceğini anlamak için etrafına göz gezdirdi. Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan
alınmış ve yenilenmiş küçük çalışma masasının üstündeki, sıcak bardakların
sorumlu olduğu, bir iki leke gördü. Canı sıkılacak gibi oldu, yıllardır yükünü
taşımış olana özensizliğine. Az kahır çekmedi bu masa diye hakkını teslim etti.
Üstüne ne yüklediyse taşımıştı. Nesnenin yükünü kat kat aşan, can yükünü de
gıkını çıkarmadan üstlendiği olmuştu. Gözü kitaplığa takıldı, kitaplara ek
olarak epeyce bir ıvır zıvır da duruyordu sağında solunda. Belleğin
kendiliğinden yok edeceklerinin unutulmamasını garanti altında tutmaya
yarayacak nesnelere baktı. Başkalarının verdikleri, kendisinin anlam
atfettikleri, anlamı kalmamışları, anlamını unuttukları. Tek tek sınıfladı. Ölçtü
biçti. Sisi / kaplanışı mümkün kılacak bir şey bulamadı. Pencereyi örten tül
perdeye baktı. Etekleri hafifçe titriyordu. Şarkı yüzünden odayı kaplayanın
tedirginliği kadar belirsizdi titreyişleri. Kiminde iç’im gibi, diye düşünecek
oldu. İzin vermedi kendine. Kapıp koyvermenin alemi yoktu. Duvarda asılı
resimler. Anlamı çoktan teslim edilmiş; ilk günlerinde hevesle izlenmiş ve
nihayetinde bulundukları yerdeki varlıkları kanıksanmış imgeler olarak
duruyorlardı durdukları yerde. Kısa araştırmasından eli boş çıktı. Böyle olacağı
baştan belliydi de, akılcı yanını tatmin etmeden öteye, aklın ötesine
uzanamayacağını, müziği durdurmanın faydası olmayacağını bildiği gibi
biliyordu.
Yanılsamanın bilgisi yanı başındaydı. Görebilseydi bile
başını çevirirdi; çünkü şarkı yavaşlamıştı. Şarkıyla birlikte, sis de hızını
kesti. Görebilmek için zaman tanımak ister gibi kaplayışını ağırlaştırdı. Ağırlık
odadan gözlerine sirayet etmiş gibiydi. Kendilerini aşağıya bırakmaya meyletmiş
göz kapaklarının zorlayıcılığını görmezden gelerek odada kontrol etmediği bir
şey kalıp kalmadığını sordu kendine. Nesneyle işin bitti, dedi şarkının
sakinliğini aniden yırtan sert bir emir kipi. Zihninden geliyordu. Nesneyle işi
bitmiş; özne olmaklığına temkinli yaklaşan bir özneydi o andan itibaren.
İçebakış, öyle sanıldığı kadar basit bir iş değildi, bunu biliyordu. Baktığın
iç’in çıfıt çarşısı karmaşası taşıması sorun olabilirdi ilk elden. Korkma, dedi
kendine. Korkmamasına korkmazdı da kaplanış gibi şarkı da bitmeyecekmiş gibi
görünüyordu. Neden bakacakmışım ki, diye itiraz etmeye yeltendi içe bakmaktan
haz etmeyen yanı. Görülebilecek, daha önce görülmemiş, ne olabilirdi ki? Şarkı
güzeldi, insanı heyecanlandıran inişleri çıkışları vardı ve belli belirsiz bir ‘
aniden ‘lik duygusu veriyordu. Ötesini boş ver! Peki ya, kaplanış? Onu da boş
ver. Boş vermedi. İçinden doğru yükselen bir şeyin, bulunduğu odayı kaplamaya
başladığını görmezden gelmeyecekti. Yanılsamanın bilgisi nerede duruyor olursa
olsun. Bakışlarını epeydir çevirmediğine yöneltti kararlılıkla.
Sisin saydamlığına alışmış gözleri gördüğünün asıl yanılsama
olduğunu düşündü ilkin. Ne çok kırmızı. İçerden yukarı yükselirken rengi atıyor
olmalıydı. Rengin anlamını çözmüştü de kaynağının neresi olduğunun merakıyla
bakıyordu şimdi. Oralar toz duman, diye dalga geçti gördüğü karmaşayla. Öz karmaşasıyla.
Olmuş bitmişler gördü, olmayı sürdürenler, henüz başlamamışlar, bir gün
başlamak üzere sırasını bekleyenler, kurumuş ama iyileşmeye niyeti olmayan
yaralar, tazeleri de vardı elbette irin tutmuşları da. Ama ne çok kırmızı.
Görünür olanların hiçbirinin, bu ne çok kırmızının kaynağı olmadığını,
olamayacağını içten içe seziyor; görebilmenin imkanının iç’i ve dış’ı kaplayan
bu tabaka tarafından olanaksızlaştırıldığının bilincine varıyordu. Gerçeği
örten yanılsamanın şarkı sustuğunda, geldiği yere çekileceği umudunun
boşluğunun farkında; zihninin kurduğu o tek tespit cümlesine takılmış öylece
duruyordu: Ne çok kırmızı!
Kendi ağırlığından sıkılmış gibi, şarkı yükseldi birden o
esnada. Gerçeğin ne ölçüde yanılsamalardan yapılmış olduğu sorununu zihnini
doldurmuşken, bu yükselişi fark edemezdi. Duyusal yanılmanın ne kadarının
zihinsel bir aksaklıktan kaynaklandığını, bunca kırmızının mümkün olup
olmadığını düşünmekten yorgun, bir şarkının başına açtığı beladan bıkkın sordu:
neden bu kadar çok kırmızı?
Cevap umduğundan değildi soru. Yine de bir cevap olsa fena
olmazdı, diye düşünüyordu. Kimden geldiğinin ne önemi var?
Cevap geldi. Yükselmiş şarkının kalp atışını andıran vuruşlarının
arasında zor işitildi:
Ne saçma soru, diyordu sanki. Hanımefendi, birisi vurulursa
kanı akar.
Yanılsama oracıkta duruyor ve galiba, pis pis sırıtıyordu.
Mey